Önceki iki yazımda Türk diasporasından, yeni çevreye uyum sağlamasından ve bunun bir gereği olarak da dünyamızda oluşan yeni ortamın anlaşılmasından söz etmiştim. Ancak “anlamak” sanıldığından çok daha zor ve özellikle de karmaşık olan bir olaydır. Bu yazıda diasporayı anımsattığı için benim deneyimlerinden söz edeceğim.
İstanbul’da sekiz-on yaşlarımızdayken üç arkadaş dinlerimizi konuşmuştuk. Birimiz Müslüman, ikimiz farklı mezheplere bağlı Hıristiyan’dık; biri Gregoryen Ermeni, öbürü Rum Ortodoks. Her birimiz kendi inancının en doğru din olduğunu söyleyince, şaşırmış, bu konuyu annemize sormaya karar vermiştik! Ancak her üç annenin de “bizim dinimiz en doğrusudur” dediği ortaya çıkınca, biz üç arkadaş bu konuyu bir daha hiç konuşmadık.
Bu deneyimden ben, muhtemelen öteki arkadaşlarım gibi, bir tür şok yaşamış olmalıyım. Bu çok eski olayı unutmamış olmamı böyle açıklıyorum. Biri birinden farklı hatta karşıt üç görüş aynı zamanda doğru olamayacağını o yaşlarda düşünemezdim doğal olarak; ama farklı yönlerden gelen “bizimki en doğrusudur” sözünde sarsıcı bir tuhaflık sezmiştim herhalde.
On beş yaşıma yaklaşınca bu çelişkinin farklı bir versiyonunu yaşadım. Babam milliyetçi bir insandı ve Türk-Yunan ilişkilerini bu ideolojiye göre ele alırdı. Ona göre, her konuda ve her zaman Rumlar ve Yunanlılar hep haklı, Türkler hep haksızdı. Ama daha geniş Türk çevresi bunun tam tersini söylüyordu: “Biz haklı, ötekiler haksız” diye. Karşıtlık ve uyumsuzluk bu kez din değil, etnik alandaydı.
Ben böyle bir ortamda büyüdüm. Çevremdeki insanlar – yani yakın ve geniş çevrem- iki farklı “gerçeğe” inanırdı. Bugün Türkiye dışında yaşayan diaspora da benzer bir durumda: kendi inandıklarıyla geniş çevrelerindeki insanların inandıkları örtüşmüyor. Hatta zaman zaman tam ters açıklamalar da gözlenebiliyor. Doğal olarak, bazı konularda ortak anlayışlar da var olabiliyor.
Diasporanın, örneğin, köyünde büyüyen bir kimseden nasıl farklı deneyimler yaşadığını görmemiz zor değil. Kapalı bir ortam olan köyde insanlar aşağı yukarı aynı temel ilkeleri izler, benzer davranışlarda bulunur ve aynı “doğrulara” inanır. Köyden kasabalara ve kentlere geçerken farklılıklar da sezilmeye başlanır. Ama yine de insanlar “milli” bir gerçekliğin içinde yaşarlar. Oysa diaspora daha keskin bir farklılıkla iç içe ve sürekli bir temas içindedir.
Bu tür durumlarda ne yapılır? Hangi gerçeklik egemen olur? Şu an kendi deneyimlerimi göz önüne getiriyorum: Ben ne yaptım, ne yapmaya çalıştım? Şunlar geliyor aklıma. Benim durumda bulunup benzer ikilem (dilemma) yaşayanların büyük bölümü taraf seçti. Örneğin ben de babam gibi olabilirdim; veya okulda öğretilen Türk Tarih Tezi “ışığında” bir milliyetçiliği bayrak edinebilirdim. Yani siyah-beyaz diye ayrılan iki dünyadan birini seçebilirdim. Oysa sonunda ben taraf ve taraftar olmadım. Belki “olamadım” da denebilir.
Bu seçimimin nedeni o denli belli değil. Kuşkusuz önemli bir etken, dar ve kapalı bir ortamda değil, farklılığın egemen olduğu bir ortamda büyümüş olmamdır. Akademik uğraşlarım süresinde okuduğum bir antropologun yazdıkları da bir tür açıklama sayılabilir. Ona göre iki türlü insan varmış: çelişkilerle yaşayabilen ve çelişkilerle yaşayamayan. Başka, daha inandırıcı bir açıklama, “gerçek” dediğimizin ve inandıklarımızın bir “grup” gerçeği ile ilişkili olduğudur.
Bu alanda şunu biliyoruz. Grup oluşturan insanlar – örneğin, bir köyün sakinleri, bir millet, bir ideolojik birlik, vb. – belli doğruları paylaşır. Bir grubun içinde bulunan insanlar birbirini teyit ettiğinden inançları sürekli doğrulanır. Sonunda bu doğrular sarsılmaz gerçekliklere dönüşür. Grubun dışından gelen farklı mesajlara ilgi duyulmaz. Buna “onay önyargısı” demişler. İngilizcesi “confirmation bias”; ve bu alanda internette aydınlatıcı bilgi ve örnekler bulunabilir.
Yani insanlar kendi ilkelerine sarılır, farklı seslere önem vermezler. Geçmişi ele alırken bazı olayları “unuturlar”, bazılarını sürekli gündemde tutarlar. Karşı taraf da tersini yapar. Bir konuyu tartışır veya düşünürken “tarafgir” olduklarını fark etmezler bile. Bu alanda bir deneyimim de şu: Türk ve Yunanlıların ortak bir toplantısında iki kişinin bir tartışmasını izliyordum. Her yan kendi dininin daha insancıl olduğunu, karşı tarafın ise bu alanda eksiklikleri olduğunu savunuyordu. Ben ise her söylenenin doğru olduğunu düşünüyordum. Bir ara “nasıl olur da ben her ikisine de hak veriyorum?” diye sordum kendime, “bunlar karşıt tezler, her ikisi de haklı olamaz!” Sonra söylenenleri eleştirinin süzgecinden geçirince izlenen “metodu” gördüm. Bu iki kimse kendi dinlerinin metinleriyle karşı tarafın yaptıklarını kıyaslıyordu. Metinler ise iyi, ama insanların yaptıkları kötüydü –kötü olan haçlı seferleriydi, din adına yapılan yayılmacı savaşlardı, her iki yanın zaman zaman uyguladıkları vahşetti. Kısacası taraflar aynı kategorileri kıyaslamıyordu. Seçmeci olan onay önyargısı böyle bir şeydir.
Gruplar ve gerçekleri
Grup oluşturan insanlar konusunda en ilginç araştırmalardan biri Leon Festinger’in bir çalışmasıdır. Bu araştırma komik-trajik bir roman olarak da okunabilir. 1954 yılında Amerika’da (ABD) bir grup insan 21 Aralık’ta dünyanın son bulacağına, ama kendilerinin bir uzay aracı tarafından kurtulacaklarına inanmıştı. Kimileri servetlerini bağışlamış, o günü bekliyormuş. Toplumsal psikolog Festinger bu grubun içine yardımcılarını yerleştirmiş bütün gelişmeleri günü gününe izlemişti.
Bildiğiniz gibi dünya son bulmadı. Ama bu insanlar ilk şoku atlattıktan sonra inançlarına daha da sarıldılar. Çeşitli açıklamalarla. Örneğin, “bizim inancımızı denemek istediler” tezini savundular. “Yalnız kısa bir erteleme söz konusudur” dediler.
Ama dikkat edilmesi gereken nokta, grup üyelerinin hepsinin aynı tepkiyi göstermemiş olması. L. Festinger’in bulgularına göre, grupla iç içe yaşayanlar inançlarına bağlı kalırken, daha uzak yerlerde ve grup dışında yaşayanlar inançlarını terk etme eğilimlerini göstermişti.
İlginç bulgu, grubun içinde olanların inançlarının tam olarak yanlış olduğu ortaya çıktığında bile, o yalana inanmaya (onay önyargısı), hatta daha da fazla inanmaya başlamalarıdır. Yalanlanınca bir düşünceye daha da fazla sarılmayı da L. Festinger “bumerang etkisi” ile açıklamıştır. Yani grup oluşturan insanların kendi gerçeklerinden caymaları ve farklı bir şeyi savunmaları pek zor ve enderdir.
Şunu düşünmemiz yeterlidir: Bir Türk veya bir Yunanlı (yani iki ayrı etnik grupta bulunan iki kişi) Ege Denizi konularında – kıta sahanlığı, adacıkların statüsü, hava sahası gibi bir alanda– veya Kıbrıs anlaşmazlığında karşı tarafı haksız olduğuna inandırabilir mi? Veya kaç Türk veya Yunanlı “bu konularda biz haksızız” der? Öyle diyenler olsa bile bunlar istatistiki olarak sıfıra yakındır. Grup gerçeği böyle katı bir biçimde yaşanır. Ve belki benim durumum, bir gruba sıkı sıkıya bağlanmamış (veya bağlanamamış) olmamla açıklanabilir.
Ve diaspora olarak nitelenen topluluklar bu tür farklı görüşlerin (farklı paradigmaların) egemen olduğu bir ortamda yaşar. Yukarıda “anlamak, zor ve karmaşık bir olaydır” derken bu tür durumları kastettim. Algılar ve önyargılarla devam edeceğim.
[1] https://en.wikipedia.org/wiki/Confirmation_bias
[1] Bu kitap 1955 yılında When Prophesy Fails başlığıyla yayınlandı ve internette bulunabilir: When prophecy fails Front Matter (archive.org)
[1] https://en.wikipedia.org/wiki/Boomerang_effect_(psychology)
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***