Bir gün aç kalma korkusu, bütün memur çocuklarının ezeli korkusu mu, bilmiyorum. Ama ben bu korkuyla yıllardır yaşarım, işsiz kalmak, maaş alamamak, borçlanmak gibi küçük felaketlerin kaygı rüzgârları, beni sürekli bu umutsuz ve karanlık korkuyla buluşturur.
Eminim, birçok memur çocuğunun tenine işlemiştir bu korku. Makarna, bulgur pilavı, sulu patates cumhuriyetleri, hep korkunun üzerine kurulmuştur. Kötü günler, hep yakındadır…
Yaklaşık 200 senedir yoksulları doyuran Eyüp İmarethanesi’ne gittiğim gün, bu korkunun hafiflediğini hissettim. Muhtardan fakir ilmühaberi yaptırabilenlerin, buradan her öğlen yemek alabildiğini gördüm. Ceplerde getirilen poşetlere akşam için de bol bol yemek konuyordu. Uçurumda yaşayan yoksulların da kendilerine göre imtiyazları olabildiğini düşündüm. 18 yaşını bitirmiş, eli iş tutan, sağlıklı bir erkeğe fakirlik ilmühaberi kesinlikle verilmese de bereketle kaynayan yemek kazanlarını görünce, kendim için de İstanbul’da fakirliğin korkunç ve tahammül edilmez bir şey olmadığını anladım.
İstanbul’da Eyüp’ten başka, Laleli, Üsküdar, Kartaltepe ve Bayrampaşa’daki imarethanelerden -bugünlerde vakıflardan gelen bir emirle- tam 2.000 kişi yemek alabilecek.
Artık, aylardır kontenjan bekleyen 400 kişinin daha sefer tasları sıcak yemekle dolacak. Yemek alan yoksullara, sefer taslarını da imarethaneler veriyor. Kocası iyileşip işe giren kadınlar, evlenen öksüz kızlar, 18 yaşını dolduran öksüz delikanlılar, durumları düzelen insanlar getirip bırakıyorlar sefer taslarını. “Artık buradan yemek alamayacağız. Allah sizden
razı olsun. Sefer taslarımızı bırakıyoruz, başka birileri sebeplensin yerimize…” Gözü tok insanlarda yoksulluk, bir asalete dönüşüyor…
Kimi ailelerin durumu beklenen ya da beklenmedik bir anda bozulur. Kocalar ve babalar iş kazasında sakatlanır ya da ölür. Çocuklar öksüz, kadınlar dul kalır. Kumar borcu, işsizlik, hapislik gibi felaketler, yaşlı ve solgun kadınları imarethanenin kapısı önünde günlerce dolaştırır. Neden sonra görevliler onları fark eder, gerekli formları doldurup getirmelerini
isterler. Açlık, utancı bastırır… Bu kadınlar da alışır her öğlen evlerine yemek almaya.
Bazen de güçlükle kurulan bu ahenk bozulur. Kadının biri bir gün imarethaneden, falancanın hâli vakti iyi olduğu hâlde hâlâ yemek aldığını söyler. Bunun üzerine vakfın görevli memurları ya da kaymakam emriyle polisler devreye girer ve ihbar edilen kişiyi sıkı denetim altına alırlar. Konu komşuya, kapı önlerinde gizlice sorulur: “Evde çalışan kaç kişi vardır?
Durumları gerçekten iyi midir? Yemek bağışına ihtiyaçları var mıdır?” Sonra gerekli raporlar hazırlanıp Vakıflar Şube Müdürlüğü’ne gönderilir. Belki de bir isim listeden alınır, yerine bir başkasının adı yazılır.
İmarethaneler, vakıfların ödenekleri dışında, burada kurban kesen ya da başka maddi bağışlar yapan insanların katkılarıyla doyuruyor yoksullarını. Kesilen kurban etleri, ihaleyle satılıyor ve bu gelirle erzak alınıyor. İmarethanenin kapısının önünde iyi giyimli üç kadın görüyorum. Görevliden biraz yemek vermesini istiyorlar. Görevli onları tersliyor, yemeğin bittiğini söylüyor. Bu orta yaşlı kadınların yanına yaklaşıyorum.
Bu kez de bana, “Nefsimiz uyandı, açız, bize de yemek verilsin!” diyorlar. Görevliden rica ediyorum. Poşetlere parça etler ve helva dolduruyorlar. Ekmeklerini de raflardan alıp ben uzatıyorum. Yoksulluk duygusu, kimilerini küçültüyor.
Üç kadın, dev bulaşık kazanlarını arap sabunuyla yıkıyorlar. Buradan her öğlen yemek alan bu kadınlar, kendi istekleriyle haftalar boyu bulaşık yıkıyorlar. En gençlerine soruyorum.
Kaynanasına yemek alıyormuş buradan. Bu iyiliğin karşılığını da böyle ödüyorlarmış. “Ne olacak ki?” diyor. “Burası bize yemek veriyor, biz de gönlümüzden gelerek burada bulaşık yıkıyoruz.” Öbürünün kocası ise hiç çalışmıyormuş. Evine götürdüğü yemeğin bedelini böyle ödüyor o da. Yoksulluk, kimilerinde iyilik dolu ve coşkulu bir serüvene dönüşüyor…
“Açlıktan korkmak duygusu”nun -ne kadar moral bozucu ve uygarlık dışı olursa olsun- aynı zamanda, farklı ve zenginleştirici bir duygu olduğunu düşünüyorum. Yoksulluğun ve açlığın hızla yayıldığı bir ülkede, her ne kadar sembolik de olsa, imarethanelerin varlığından hoşnutluk duyuyorum. Memur çocuğu olduğum için hep, “Beterin beteri vardır,” diyorum.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***