YORUM | Dr. ALİ SOYLU*
Genelde insan, fıtratı gereği iyiyi, güzeli, menfaati celp eder, çeker; zararı, kötüyü def eder, iter. Bu çerçevede kişiler ve toplumlar tercih yapar ve tercihlerinin sonuçlarına bilerek ya da istemeyerek katlanırlar. Tercihler de menfaatlere, isteklere, beklentilere, korkulara, inançlara, kültürlere, ve ideolojilere göre yapılır.
Doğal olarak akla şöyle bir soru geliyor; bir birey ya da bir toplum fıtratına aykırı, bilerek, isteyerek nasıl iyiyi, güzeli, faydalıyı terk edip, zararlıya yönelir? Bu soruya verilecek cevap her toplum için, her birey için farklı olabilir. Zaman ve mekan, kültürel, dinsel, ideolojik, politik ve diğer çevresel faktörler bireylerin ve toplumların realiteye aykırı davranışlar sergilemelerine sebep olabilir. Örneğin, siyasi tarafgirlik, insan sever (hayırsever) birisini siyasî noktada kendisine muhalif olduğu için hainlikle, gayri millilikle, teröristlikle, hatta küfürle itham edebiliyor. Radikal ve/veya faşizan bir tarafgir kendi siyasî fikrinde olan bir ahlaksızı, yalancıyı, hırsızı, melek gibi görebiliyor. Böyle kişiler, siyasi fikrine yardım etse, şeytana rahmet okuyacak, siyasî fikrine muhalif bir melek olsa ona da lanet edecek.
Konuya Türkiye özelinde baktığımızda, insanların radikal politik ve dini (rasyonaliteden uzak, cahilane) görüş ve inançlardan dolayı, topluma ve bireye faydası olmayan kararlar aldıklarını, tercihler yaptıklarını görebiliyoruz. Türkiye seçmenleri Erdoğan tarafından tarihinde hiç olmadığı kadar kutuplaştırıldı. Erdoğan ve partisi çok stratejik bir algı yönetimi ile ülkenin bir beka sorunu ile karşı karşıya olduğunu seçmenine kabul ettirdi. Seçmen, bu kabul ile bilerek ve isteyerek Erdoğan’ın her alandaki kötü yönetimini kabul etti, olumsuz tepki vermedi. Ülkenin parçalanması ve bölünmesinden ise fakirleşmeyi tercih etti. Bu, Erdoğan tarafından yönetilen bir yanılgıydı ve radikal tarafgirlik bu yanılgıyı uzun yıllar sıradan vatandaşlardan gizledi.
Son 20 yılda Türkiye vatandaşlarının garazkar siyasi tarafgirliği, siyasilerin de popülist ve kutuplaştırıcı söylemleri nedeniyle zirve yapmış durumda. Toplumun sosyal katmanları, siyasi partileri, sivil toplum örgütleri, yargı mensupları, ve hatta ülkeyi idare edenler arasında bölünmeler ve kutuplaşmalar çok net bir şekilde görülüyor.
Peki toplumdaki bu kutuplaşmaya, inatlaşmaya ve siyasi tarafgirlik noktasına nasıl gelindi?
Türkiye toplumu 2001 ve 2002’de ekonomik bir zorluk yasarken Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) tercihi ile karşılaştı. Yaşam koşullarının ağırlaştığı, ekonomik ve finansal krizin artarak devam ettiği bir süreçte AKP Anadolu’daki seçmen için makul bir tercih görünüyordu ve 20 yıl önce, o koşullarda seçmen yüzde 35 ile tercihini AKP’den yana yaptı. Bu tercihin daha çok önceki yönetimlerin yanlış uygulamaları sonucu olduğunu da unutmamak gerek.
AKP ve yönetim kadrosu liberal, kapsayıcı, özgürlükçü, ve demokratik değerlere önem veren bir dil kullanarak Avrupa Birliğine tam üyelik istek ve iradesi göstererek halk desteğini sürdürebildiler. Türkiye seçmeni olumlu bir tercih yaptığını düşünüyordu. AKP iktidarı Gülen Hareketi’nin insan kaynakları yardımıyla ilk 6-7 yıl olumlu gelişmeler sergiledi. Bu süreçte Erdoğan yönetimi hukukta, insan haklarında, azınlık haklarında, ve ekonomide önemli adımlar attı.
Askeri vesayeti kaldırmak ve kendilerine daha rahat manevra alanları oluşturmak için AB’ye tam üyelik yolunda çok önemli anayasal ve yasal değişiklikler yaparken yine cemaatin (Gülen Hareketi) sempatizanı insan kaynaklarını (polis ve yargı mensupları gibi) kullanarak Atatürkçü, laik, sosyalist, Ergenekon gibi yapıları, özellikle de orduda devre dışı bıraktılar.
Askerlerin siyaset üzerindeki gölgesini bertaraf ettiğini sanan Erdoğan bu defa kendisine rakip olarak gördüğü Gülen Hareketi’nin ekonomik gücünü ve bürokrasideki etkinliğini azaltmak ve hatta yok etmek için özel dershaneleri kapatarak kılıçları çekip savaşı başlatmış oldu. Erdoğan bu savaşta tek başına zaferle çıkamayacağını MİT müsteşarının ifadeye çağrılması ve 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonları sürecinde anladı. Bu nedenle bürokraside ve özellikle de orduda devre dışı bıraktığı, daha önce kendisinin terör örgütü dediği, Ergenekon mensuplarıyla Cemaat’e karşı koalisyon kurmaya karar verdi. Tabii bu koalisyon Erdoğan taraftarlarından saklandı ve hatta partinin içindeki etkili üst düzey yetkilileri bile bu ortaklıktan haberdar olmadılar ve hatta bugün bile AKP’lilerin çoğu bunun farkında değiller.
Erdoğan ve ortakları bu çok önemli ve derin stratejik değişimi hayata geçirmek ve toplumsal destek sağlamak için bir hikaye üretmeleri gerekiyordu. Erdoğan, Gülen Hareketi (Cemaat) ile didişirken “bir yasa ile sizi bir gecede terörist ilan ederim” diyerek tehdit ediyordu ve bu tehdidini ve ihtiyacı olduğu hikayeyi 15 Temmuz 2016 darbe senaryosu ile gerçekleştirdi. Çocukların bile takdirine şayan! bir senaryo ile “olağanüstü hal” (OHAL) ilan edilerek tüm kontrol Erdoğan ve ortaklarının eline geçti.
17-25 Aralık 2013 yolsuzluk operasyonuna dahil olan emniyet ve yargı mensuplarının o günkü kanun ve yasalara aykırı bir şekilde derdest edilip hapse atılmasıyla başlayan çöküş 15 Temmuz 2016’dan sonra hızlanarak devam etti. Kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırı, Nisan 2017 tarihinde Türk usulü ucube başkanlık sistemine geçiş ile “tek kişi”ye verilen yetkilerle ülke hiç olmadığı kadar kutuplaşmaya ve yanlış kararlar ile fakirleşmeye başladı.
Anayasanın rafa kaldırıldığı, hukukun olmadığı, “tek adam” ağzından çıkanların kanun sayıldığı bir ortamda, yargının tamamen tarafsızlığını ve bağımsızlığını kaybettiği ülkeye yabancı sermaye artık gelmezken mevcut yabancı, yerli ve milli sermaye de dışarı kaçmaya başladı, Çok ciddi bir beyin göçü ile ülke en kıymetli insan kaynaklarını batıya kaptırdı ya da hapislerde çürüttü. Bunlar olurken Türkiyeli seçmenlerin önemli bir kısmı yanlış tercihlerinde inat ediyordu. Zarara rızaları ile katlanıyorlardı.
Hukuki ve siyasi istikrarı kaybeden Erdoğan yönetimi pandeminin de etkisiyle ülkeyi ve özellikle de ekonomiyi artık yönetemez hale geldi. Ekonominin asırlık teorilerine ve pratiğine tamamen ters, akla ziyan karar ve uygulamalarla, Erdoğan, sadece kendisi ve partisini değil ülkeyi de uçuruma attı. Türkiye’deki işsizlik oranı resmi rakamlara göre yüzde 13, enflasyon oranı yüzde 20, politika faiz oranı yüzde 14. Ancak gerçek rakamlar resmi rakamlardan çok yüksek. Örneğin işsiz sayısı 13 milyonun üstünde bu da çalışmak isteyip de çalışamayanların yüzde 30’u aştığını, enflasyon oranının yüzde 80’i, reel faizin de daha fazla olduğunu bağımsız ölçme-değerlendirme yapan kurum ve ekonomistler söylüyor. Türk Lirasının (TL) bir günde döviz karşısında yüzde 30 değer kaybedip ertesi gün yüzde 35 değer kazanması ve sonraki bir hafta içinde yeniden yüzde 25 değer kaybetmesi ekonominin çok kırılgan ve artık yönetilemez olduğunu gösteriyor.
Ülke olarak borçlarını ödeyemeyen bir Türkiye ve alım gücü son derece düşen bir toplumu çok daha ağır ekonomik ve sosyal problemler bekliyor. Türkiye’de yaşayanların yanlış tercihleriyle, yöneticilerin yanlış kararlarıyla dibe vuran ülke ancak dünya ile barışık, evrensel insan haklarına önem veren, demokratik, hukuku üstün tutan, vatandaşı ile kavga etmeyen adil bir yönetim ile normalleşebilir. Yani sonuç olarak Türkiye’nin geleceğini yine seçmenlerinin tercihleri belirleyecek.
*Cameron Üniversitesi, Lawton, Oklahoma, ABD
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***