YORUM | AHMET KURUCAN
Merhum Enes Kara’nın intiharı üzerine yazdığım yazıya gelen okuyucu yorumlarına yönelik ikinci yazım. Bir başka okur mürted ile alakalı Risalelerden ve Hocaefendi’nin kitapların uzun uzadıya alıntılar yapıyor ve ardından şunları söylüyor: “Bunlar yanlıştır, hatalıdır diyen kaç kişi çıkmıştır. Önümüzdeki bu büyük taşları cesurca kaldırmadan ne yazık ki bu tür yazılar çok güzel olmasına rağmen anne-babalar ve gençler nezdinde gerektiği gibi ilgi göremeyecek.”
Üç ayrı açıdan cevap vereceğim. Birincisi: “Bu görüşler yanlıştır ve hatalıdır” tespitine yönelik. Hata veya yanlış kime göre, neye göre? Bu yargıya bizi ulaştıran kriterler nedir? İçtihadî bir düşünceden söz ediyoruz. Üretilmiş beşerî bilgiden bahsediyoruz. Mürtedin ceza hukukundaki yeri adına ister mevcut içtihatların izahı isterse yeni bir hüküm üretimi olsun her ikisi de beşeri bilgi değil midir? Ve bu bilgiler hem kelam sahibinin bilgi birikimini hem de onun içinde yetiştiği ve yaşadığı zamanın sosyal ya da ilmi ve kültürel çevrenin etkisini üzerinde taşımayacak mıdır? Söz gelimi bugün ben aynı hükümler üzerinde farklı değerlendirmelerde bulunsam ya da siz başka şeyler söyleseniz her ikimizin de görüşü aynı kategoride yer almayacak mıdır?
Demek istediğim şu: Şahsen ben o bilgilere, hükümlere, içtihatlara, izahlara hatalı veya yanlış deme yerine söz sahibinin imzasını taşıyan ve döneminin izini üzerinde barındıran düşünceler olarak bakmanın daha doğru olduğu kanaatindeyim. Başka bir tabirle onlar dünün ve söz sahibinin doğrusu olabilir. Bugün farklı bir dünyada yaşayan insanlar olarak bize düşen farklı düşüncelerimiz varsa o farklılığı gerekçeleri ile birlikte ortaya koymaktır. Okuyucumuza o izahlara “büyük taşlar” dedirten asıl unsur o beşeri yorumları bizim din gibi, dinin asli ve kurucu metinleri gibi bakmamızdır. Halbuki değildir. Beşerî düşüncedir ve bu noktada kabahat söz sahiplerinde değil onlara bu yanlış değeri ve hükmü veren bizlerdedir. Kaldı ki o söz sahipleri de bunun bilinci içinde olup bizleri nice beyanları ile uyarmışlardır.
İkincisi: 2022 yılının Ocak ayı başında raflarda yerini alan bir kitabım yayınlandı. Kitabımın başlığı “Din Özgürlüğü Kapsamında İrtidat”. 8 bölümden oluşan bu kitapta Bediüzzaman’ın mürted ve onun hayat hakkı olmadığına dair beyanlarına yönelik yaklaşık 15 sayfa tutan müstakil bir bölüm kaleme aldım. Ulaştığım sonuç şu oldu: Bediüzzaman, Risalelerinin ilgili kısımlarında “Mürted kimdir, din değiştirmek midir yoksa savaş açmak, devam eden savaşta muharip güç olarak savaşmak, terör faaliyetlerinde bulunmak, hukuki sistemin suç kabul ettiği eylemleri yapıp asayiş problemi çıkarmak mıdır, bu yönleri itibariyle irtidat siyasi ya da hukuki bir suç mudur, eğer böyleyse cezası var mıdır, varsa cezası ne olmalıdır?” soruların cevaplarını vermiyor.
Daha farklı bir cümle ile ifade edeyim; irtidat eylemini fıkıhçıların yaptığı gibi içtihadî bir zaviyeden ele alıp “Günümüz şartları içinde hükmü budur ve bana göre bu olmalıdır” diye bir yeni bir hüküm ortaya koymuyor. Aksine fıkıh kitaplarında yerini alan mürtedin öldürülmesi hükmünün sosyolojik düzlemde izahını yapıyor. Fakat şunun da bilinmesi lazım ki Bediüzzaman o izahları yaparken mürtedin öldürülmesi hükmüne itiraz etmiyor, aksine kabulleniyor ve o hükmün gerekçesine ya da hikmetine yönelik izahlarda bulunuyor.
Yaptığım çalışmada din değiştirmenin düşünce, din ve vicdan özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini, bu manadaki irtidatın suç olmadığını, ne ölüm ne hapis ne sürgün ne de herhangi bir cezai müeyyideye konu olabileceği görüşünü ileri sürdüm ve temellendirmeye çalıştım. Bu zaviyeden Bediüzzaman’ın yaptığı izahlardan kabullendiğini gördüğümüz mürtedin katli görüşüne katılmadığımı açıkça yazdım.
Bununla beraber ne dogmatizme ne de anakronizme düşmemeye çalıştım. Bediüzzaman’ın görüşlerinde dile getirdiği mürtedin “içtimai hayat için bir zehir” olmasından tutun onu “hain” diye nitelemesine ve bunları ifade ederken kullandığı “âdi Bulgar, serseri Fransız” tabirlerine kadar neden böyle düşündüğünü ve bu izahları neden yaptığını kendi idrak seviyem ölçüsünde saygılı bir dille açıklamaya gayret ettim. Eğer bu düşüncelerim okuyucumuzun tabiriyle “taşları kaldıran cesur adım” ise işte ben o adımı yayınlanan kitabımda yaptım. Bir mana ifade eder ya da etmez, bunu zaman gösterecek ve bu kararı toplumdaki karşılığımız kimlerse onlar verecek.
Yalnız hemen ilave etmek isterim, şahsen ulaştığım bu düşünceleri yazılı hale getirmenin “cesaret” olarak nitelendirilmesini doğru bulmuyorum. Anlıyorum neden böyle denildiğini. Dolayısıyla okura yönelik herhangi bir ithamda bulunmuyor, onu cesaret kavramını kullandığı için suçlamıyorum. Sadece cesaret değil de onun yerine başka bir şey demek gerekir diyorum. Samimiyet olabilir mesela. Yaptığı tetkikat neticesi ulaştığı sonuca güven denebilir ya da eşyayı yerli yerine koyma, herkese hak ettiği hak ettiği ölçüde değer verme denebilir ama cesaret denmemeli diyorum. Neden? Çünkü olması gereken budur. Bediüzzaman da bir insandır. Devasa bir alimdir ama bu onun insan olduğu, dolayısıyla dile getirdiği düşüncelerin mutlak hakikat olmadığı gerçeğini değiştirmez.
Hocaefendi’ye geçmeden – ki yazının gidişatından anladığım kadarıyla onu başka bir makalede kaleme alacağım – şimdi raflarda yerini alan o kitaptan kısa bir iktibasta bulunayım. Dedim ki orada bana sorular soran muhayyel dostuma:
“Bediüzzaman devrinin gerçekten büyük bir alimi. Çağını aşmış düşüncelere ve yorumlara sahip. ‘Hizmeti imaniyye ve Kur’aniyye’ adını verdiği mücadelesine tarafsız bir gözle bakılacak olduğunda inansın-inanmasın herkese şapka çıkartacak cinsten fedakârlıklarla, çilelerle, ıstıraplarla geçmiş bir hayatı var. Ama bu demek değildir ki Bediüzzaman’ın her sözü kıyamete kadar geçerliliğini koruyacak vahy mahsulü bir sözdür. Haşa ve kella! Kim böyle bir şey diyebilir ve iddia edebilir ki? Son tahlilde Bediüzzaman da senin benim gibi bir beşerdir. İçinde yaşamış olduğu tarihin, coğrafyanın, toplumun çocuğudur. Düşüncelerinde isabet ettiği kadar isabet etmeme, yanılma payı ve hakkı da vardır. O hakkı onun elinden alma imkânımız var mı? Bu ona büyük bir zulüm olmaz mı? Ya da içinde yaşadığı şartlar itibariyle doğru, şartların değişmesine paralel olarak o değerlendirmeler hükmünü yitirmiştir. Bundan daha tabii bir şey de olamaz zaten. Hem kendisi de bunu açıkça ifade ediyor birkaç yerde. ‘Benim söylediğim bir sözü de ben söylediğim için kabul etmeyin’ diyor.”
Devamında da şunları söyledim: “Bana göre ‘Bilge Kral’ lakabını hakkıyla hak eden Merhum Aliya İzzetbegoviç’in Müslümanlığın İslami değerler çizgisinde yeniden inşasını ifade eden tarihi bir sözü vardır: ‘İslamization of Muslim people’. Manası, ‘Müslümanların İslamlaştırılması’. Ben de bundan mülhem, ‘Humanization of muslim scholar and religious leader,’ diyorum. Yani, ‘Müslüman ilim adamlarının ve dini liderlerinin insanileştirilmesi’. Sen de ilave etmek istersen ‘humanization of political leader’ veya ‘tribal leader’ diyebilirsin. ‘Siyasi ve kabile liderlerinin insanileştirilmesi.’ Bunların hepsi bizim kanayan yaralarımız.”
Devam edeceğim nasipse.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız?
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***