“Okumanın, yazmanın, düşünmenin, yürümenin, sevmenin, sevişmenin, hatırlamanın, unutmanın kendine has özel bir zamanı var.” Geçen sene bu zamanlar yazdığım bir yazıya böyle başlamışım. Eski yazıları okurken yazıldığı süreci yansıtan zihin ve ruh iklimini hatırlamanın zaman algısıyla doğrudan bir ilişkisi var.
Belki daha basit bir soruyla başlamak lazım. Zaman var mı? Belki de yok. “Zaman” kavramının en fazla bir asırla sınırlandırılmış hayatta anlamlı bir yer kapladığına inanmıyorum aslında ve sorun tam da orada başlıyor. Doğumla ölüm arasında derin bir yarık açan zaman saplantısı insanın trajedisi. Zaman, “geçmişin” kesinleşmiş, yargılanmış, yaşanmış hatıralarını değiştiremeyeceği bilinciyle, arzuyu, kaygıyı, hayalleri umudu diri tutan “gelecek” arasında salınan insanı, sırlarıyla merak edilen Tanrı misali kuşatıyor. Oysa zamanın olmadığını düşünmek, sınırsız ve düzensiz olaylar ağının içinde dinmeyen bir var oluş sancısını hafifletebilir.
Zamanın değişimini ölçme takıntısıyla ona bir “kimlik” inşa eden insan isim takma konusuda da mahir. Hayatı saniyeler, dakikalar, saatler, günler, haftalar, aylar, yıllar ve mevsimlerle tanımladığında rahat ediyor ancak. Geçmeyen her şeye çocuksu bir inatla “geçmiş” diyor. Olayların, duyguların, dilin, kelimelerin, kokuların, nesnelerin, hafızanın, bedenlerin, ömrün geçer gibi göründüğünü ama aslında hiçbir şeyin geçmediğini hissetse de kendisine bahşedilen kısacık bir zaman diliminde “zaman oyunuyla” oyalanmayı seviyor.
Tarihi çarpıtma, bölüp parçalama, dönemlerle tanımlama, seyrini değiştirme iddiası, hataları tekrar etme ısrarı, “şimdinin” sihrini bozan geçmiş hesaplaşmaları, öte dünya tahayyülleri, gelecek tasavvuru, hepsi güçlü bir akıntıyla bilinmeyen bir coğrafyaya doğru sürükleniyor. Her şey “hatırlamak, unutmaktır” deyişini ima edercesine “modern bellek depolarında” biriktiriliyor: Müzeler, dijital arşivler, savaşları, katliamları, soykırımları, ihanetleri, kişisel hafızalar hataları, pişmanlıkları, acıları, duygu tortularını kaydediyor. Her şey unutuşa karşı mücadele için ama nedense ders alınmıyor. Ve insanlık dev bir suçluluk duygusuyla içinden geçtiği sanılan zamana rağmen hep aynı nehirde yıkanıyor sanki. Hayvanların ve bitkilerin yaşamlarını düzenleyen gece-gündüz döngüsünü, gündelik hayat ritmini unutalı çok olmuş.
‘ZAMAN VE MEKAN İNSANLA MEVCUTTUR’
Zamanı varlıkla birlikte kavram olarak ele alan düşünürlerin, uzay bilimcilerinin anlattıklarını dinliyorum bazen. Onlarca bilimsel kitap okudum ama zaman bilincim hâlâ eprimiş haritalar gibi silik. Çizgiler birleşmiyor, işaretler arasında ‘kara delikler’ cevabı olmayan sorularla dolu.
Her çaresiz fani gibi benim de bozulmayla, çürümeyle, telafisi mümkün olmayan kayıplarla, bitenle hatta henüz başlamadan bitenle derdim var. O dar çemberin içinde sıkışıp kalma duygusundan ziyade geçip gitmenin manasını kavrama takıntısı da olabilir. Emin değilim.
Tanpınar’ın meşhur deyişi, meselenin tabiat varlıklarından sadece insana has olduğunu hatırlatır; “Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır. Bu da gösterir ki, zaman ve mekân, insanla mevcuttur.”
Ömrün kısalığından şikâyet eden insanın zamanı bir an evvel tüketmek için uğraşmasındaki çelişki, kendi yarattığı zaman algısına, sonlu bir varlık oluşuna tahammül edemeyişinden ve zamanı saymayı bırakamayışından kaynaklanıyor galiba.
Muhtelif sebeplerle geçmişe dair hafızasını tekrar yaratanlar ya da geleceğin ışıldayan hayalleri yerine geçmişin puslu hatıralarında yaşamayı tercih edenlerin edebiyattaki, sanattaki tezâhürleri ilgimi çekiyor. Onların zamanla baş edişlerinde zamanı aldırışsızlıkla küçümseyen bir tavır var. O küstahlığın gerisinde ne olduğunu merak ediyorum. Zaman oyuklarında gizlenen sırlar, insanın kolayca görünmeyen özünü oluşturuyor çünkü.
RİCK GERVAİS’IN ESAS MESELESİ
İzlediğim en hüzünlü komedi dizisinin – ‘After Life’ – baş karakteri, karısını kaybettikten sonra onun görüntüleri, sesi ve hatıralarıyla ortak geçmişlerinde yaşamayı tercih ediyordu. Çevresindeki insanların zaaflarıyla acımasızca dalga geçerken, bir türlü kendini hapsettiği “mutluluk anıları zindanından” çıkamıyordu. Öfkeli kapalılığına rağmen insanları düşünmeye, iyi olmaya çağıran merhametli bir karakter Tony. Acıtan şakalarından korunaklı bir duvar örmüştü kendisine. Akşamları köpeğiyle beraber karısı Lisa’nın eski görüntülerine bakıp şarap içiyordu. Tony’nin iç burkan hallerine üzülmek yerine gülümserken ya da gülünesi sahnelerde kederlenirken aynı zamanda dizinin yazarı da olan komedyen Ricky Gervais’ın esas meselesinin sınırlı ömür-zaman algısının duyguları altüst eden baskısını hissettirmek olduğunu düşündüm.
Ölmüş eşiyle kendisi gibi mezarlığın karşısındaki bankta oturup konuşan yaşlı bir kadın arkadaşı vardı. Kontrol edemediği dürüst hırçınlığından, düşkün olduğu yalnızlığından ve onu anlamayan çevresinden yorulduğunda gidip onunla sohbet ediyordu. Son konuşmalarında birbirlerine eşleriyle tanışma hikâyelerini anlattılar. Kadın elli yıl önce kocasının yaptığı kaba bir şakaya gülemediği için hâlâ üzüldüğünü söyleyip Mark Twain’in bir cümlesini hatırlattı; “Hayatımda birçok endişem oldu, çoğu yaşanmadı bile.”
Başka bir konuşmada kadın ona sabah kalktığında bir yaşama sebebi, umudu bulmasını tavsiye ediyordu. Buna itirazı yoktu ama başka birine aşık olamayacağını çünkü bunu zaten istemediğini söyledi. Geçmişte takılıp kaldığı “yeri” alternatifi olmayan mutsuz ama huzurlu bir hayata dönüştürmüştü. Ne kendisi ne de başkaları geçmişini yok edemiyordu. O sadece dünyanın şüphe götürmez mutlak varlığını doğallığıyla hissettiren kadını özlüyordu. Çok özlüyordu.
Geçmişte yaşamanın sancılarından biri, olmayan hatıralarla avunmak ya da var olanın eksikliğiyle kıvranmak. Zamanın ruhu, duygusal kaosun gizemini geçmişe hapsettiğinde ortak zaman ölçüleri anlamını büsbütün yitiriyor. Geçmişin silinmesine izin vermeyenlerle yaşanan birkaç senenin, birkaç günün bazen ömrün kendisinden uzun sürmesi başka nasıl açıklanabilir ki? Zaman değişimse eğer ve bazı duygular hiç değişmiyorsa hissedilen zaman kimin zamanıdır? Değişim yoksa zaman var mıdır?
ZAMAN SIĞINAKLARININ GİZEMİ
Türkçede ‘Hüznün Fiziği’yle tanınan Bulgar romancı Gospodinov’un son romanı ‘Zaman Sığınağı’nın yazar kahramanı kendisi gibi geçmişle kafayı bozmuş, geçmişte kaybolmuş gizemli bir karakter olan Gaustin’le buluşuyor. Ya da onu yaratıyor. Hafızasını kaybedenler için “geçmiş klinikleri” kurup, anılarından geriye kalanları korumak için “zaman sığınakları” sunuyorlar. Nihayetinde birlikte inşa ettikleri geçmiş takıntısı, Avrupa’nın farklı yerlerinden katılımlarla büyüyor ve “zaman” diye adlandırılan kavram tahrip edilerek bir anlamda önemsizleştiriliyor.
Gospodinov meselesini – zaman, hafıza, geçmiş, unutuş, yaşlılık, ölüm – zekâyla beslenen kurgularla anlatmayı seven bir yazar ama o bu çağın “akıllı ve bilgili yazar” olmakla övünen oyunbaz yazarlarından farklı. Kahramanlarıyla birlikte sonu belirsiz bir yolculukta, insanı duygularıyla, zaaflarıyla ele almayı, toplumsal tarihin, hafızanın derinliklerinde cesaretle kazı yapmayı seviyor.
Ayrıntıları renkleriyle resmetmek, nesneleri canlandırmak, geçmişin labirentlerinde usulca dolaşmak, duygu kalıntılarını arkeolog titizliğiyle incelemek onun edebiyat yaklaşımını belirleyen özelliklerinden. Sözlü anlatım geleneğinin gücüne inanıyor. Belli ki küçük ve sıradan hikâyelerin büyüsü, büyük anlatılardan daha fazla çekiyor onu.
Zamanı geçmiş ve gelecekle anlamlandırma arzusu diğer romanlarında da görülüyor; “Geçmiş, edebiyatımda zihnimi en çok oyalayan temalardan biri. Bence geçmiş, illâ masum bir şey değildir. Geçmiş, kırılgan bir canavar da olabilir.”
Edebiyatta sınırları aşmayı, kuralları yıkmayı seven yazarın “zamanla” cebelleşmesi anlaşılır. Sosyalist geçmişin zafer ve mağlubiyetlerini anlatan hikâyeleri, farklı dönemlere ait eşyaların ruhunu, hafızanın boşluklarındaki kırılgan anları, başlangıçların benzersiz heyecanını, çocuklukta yitirilenleri, hiç sahip olunmadığı halde kaybedildiği düşünülen hatıraları heybesine doldurup karmaşık roman yolculuklarına çıkması onun değişmeyen tutkusu.
EDEBİYAT HAFIZADIR AYNI ZAMANDA
Gospodinov ya da romandaki yazar ismiyle Gaustin, sonunda itiraf ediyor: “Sonları hiç sevmemişimdir, hiçbir kitabın, hiçbir filmin sonunu hatırlamam, acaba böyle bir tanı var mıdır – sonları hatırlayamama bozukluğu?…Sadece başlangıçları hatırlıyorum.”
Başlangıçları herkes sever. Sonları ben de sevmem. Başlamayanın hiç bitmeyeceğine olan çocuksu inancım, bazen başlama hevesimi de kırıyordur belki. Ya da ben de yazar gibi geçmişin mağarasında saklanarak zamanı parçalamayı seviyorumdur. Geçmiş, nihayetinde unutarak hatırlamanın ıstırabına katlanabilenler için güvenli bir “yuva”.
Yazar, bazen kendini her yerde yabancı hissettiği için yazar, bazen de bu romanda olduğu gibi söylemeye cesaret edemediklerini her yerde ve tüm zamanlarda kendini iyi hisseden kahramanına söyletir. Edebiyat, sınırsız zamanı kendi zamanıyla çerçeveleyerek varlığını sürdürebilen yazarlar için sihirli bir uğraş.
Daha en başında kahramanı Gaustin’i uydurduğunu söyleyen anlatıcı, kimin kimi yazdığını ayırt etmenin güçlüğünden bahsederken anlatısının zamanla ilişkisini vurguluyordu; “Yazdığım sürece, kim olduğumu biliyorum, ama durduğumda artık o kadar emin olamıyorum.” Yazmadığında kendi zamanı duruyordu. Yaratıcı zihinle nevrotik zihin arasındaki benzerliğin sebeplerinden biri bu sanırım.
SARSICI BİR OKUMA TECRÜBESİYDİ
Yazarken anlamanın ve anlatmanın doğası hayat gibi; daima geleceğe doğru giden bir tren gibi akmıyor. Ters istikamette kendi geçmişimden gelenlerle karşılaşınca, romandaki amnezi ve demans hastaları için hazırlanan “geçmiş kliniklerinde” bir süre kaldım. Onlarla beraber hafıza boşluklarındaki kalıntıların başına çöküp tefekküre daldım;
Bir savaşın aslında bütün savaşları anlattığını, farklı dönemlerden şair, yazar ve müzisyenlerin ansızın bir şarkıda, zamansız bir kitapta, incelikleriyle hayattan daha geniş bir ‘yere’ sızan bir şiirde buluşabileceğini, geçmişin sandığımızdan daha acımasız olduğunu yarım asırı devirmiş bir bedenle on beş yaşımın duygularına dönerek hatırladım. Sarsıcı bir okuma tecrübesiydi.
60’lı yılların odalarından 40’lı yıllara, 20’li yıllardan 90’lara dönemlerin siyasi, popüler ve kültürel tarihlerinden simgeler ve hikâyelerle sıçrarken hafızasını kaybetmediği halde kendi isteğiyle oraya dönmek isteyenlere de eşlik ettim. Şimdiki zamanın yabancılığında kendi içsel zamanlarına uyarlanmış hayatlar.
Kitapta ütopya gibi görünen bu fikir hoşuma gitti.
Günlük hayata dair ayrıntıların, hatıraların, nesnelerin tam da unutulmaya başlandığında kıymetli addedilmesi ne tuhaf. Bir hikâyeye istediğin zaman girebiliyorsun ve her defasında onun başka bir yüzüyle karşılaşıyorsun. Ve tıpkı gelecek hayalleri gibi istediğinde değiştirebiliyorsun;
“Geçmiş sırf başına gelenlerden ibaret değildir. Bazen sadece hayal ettiklerindir.”
O kliniklerde başına hiç gelmeyenleri hatırlayanlar vardı. Hasretle arzuladıklarını gerçekmiş gibi anlatanlar. Hayal ettikleri olaylar, hafızalarında yaşadıklarından daha uzun süre kalıyordu. Bir hayali hatırlamak ne güzel şey, diye mırıldanıyordum okurken. Ben de onlar gibi geçmiş avcısı olmuştum. Gaustin haklıydı; İnsan dışında bir zaman makinesi yoktu. Işığın, seslerin, ikindi vaktinin, rüzgâr hışırtısının, arzuların, özlemlerin, çocukluktan kalan kokuların başka zamanlardan “şimdiye” ulaşan kendilerine has zaman kırıntıları vardı sadece. Ve “zaman” o parçacıkların toplamından oluşuyordu.
Bütün bu hikâyeleri uyduran anlatıcı yazarın kendi Bulgar geçmişine dönmeden evvel sordukları da zihnime kazındı. Belki ilerde başka bir yazıda uyanırlar. Okuma, yazma uğraşının farklı anlatım biçimleriyle, hafızanın derin katmanlı yapısının uyumu muhteşem. Anahtarı kaybeden bazen onu bulamasa da nerede arayacağını bu sayede sezebiliyor.
MUHTEMEL YAZARLAR BENZER SORULARLA BAŞ BAŞA KALIYORLAR
Geçmiş, parça parça yeniden oluşturulabilir mi? Peki bu gerekli mi? İnsan geçmişin ne kadarına dayanabilir? Eğer birinin hafızasında değilsek aslında var mıyız? Bizi hatırlamayanlara rağmen var olabilir miyiz? Kim olduğumuzu anlatanlara neden yakınlık duyarız? İnsan neden kendini başkalarından duyduğu hâliyle merak eder?
Ayrıntıları silikleşen hikâyeler neden işe yaramaz? Uzak geçmişi hatırlarken ya da okurken karşılaştıklarımıza neden yabancılaşırız? Bir zamanlar sevilen birini hatırlamak neden varlığımızın kanıtı sayılsın? Hafıza silindiğinde suçlar, günahlar, hatalar, ihanetler de siliniyor mu? Neden bazen unutmak hatırlamaktan daha zordur? Ve başkalarının hatıralarından oluşan bir özgeçmişe güvenebilir miyiz? Neden sürekli geçmiş üretiyoruz ve biriktiriyoruz?
Gospadinov’un zamansal dalgalanmalara dair acı ironisi diğer kitaplarında olduğu gibi epey sert. Eğlenceli dürüstlüğünü seviyorum;
“Zamanların bu şekilde karışmasının tek sebebi Tanrı’nın kasedi geri sarması olabilir mi? Unutmaya başlayan bir Tanrı’nın belirsiz hafızasındayız. Başlangıçta söylediklerinin hatırasını kaybeden bir Tanrı’nın. İsimlerden oluşan bir dünyada onları unutmak onun tek doğal sonucudur. Tanrı ölmedi. Tanrı demanslı.”
Bunları Gaustin’in kendisine bıraktığı Sarı Defter’den okuyoruz; “Yapmaya (veya söylemeye) cesaret edemediklerim Gaustin’e dönüşüyor.”
Kitapta tüm kıtaya yayılan fantastik “geçmiş referandumunun” siyasi, toplumsal dinamiklerini aktarmak bu yazının “zamanını” aşar. Ama yazarın kendi geçmişine dönüşünü, üzerinde iyi çalıştığı belli olan dönemlerle anlamak kitabı genişletme sebebine dair fikir verebilir. Hatırlamanın muhafaza etmekten farkını göstermek istiyor. O da karakterleri gibi saplantılı. Boşluklara, şiddettin, vahşetin unutulmasına tahammülü yok;
“Yirmili yılların şiiri üzerine yaptığı çalışmasını biliyorum. Bu on yılda birkaç dahiyâne Bulgar şairi var. Aralarındaki en iyisi bedelini başıyla ödüyor, başı cephede şarapnelle dağılıyor. Berlin’de dikilip toplanıyor, altı yıl sonra yok oluyor, toplu mezarda bulunuyor ve cam gözünden tanınıyor. Yerli beceriksiz polisimizin şairler ve yazarlar konusunda tarih boyunca sarsılmaz bir zevk sergilediği iyi bilinir – daima en yetenekli olanları öldürüp daha vasat olanları bırakmıştır.”
GEÇMİŞ NEREYE GİDER?
Toplumsal hafızanın kişisel hayatlarla, hafıza kaybıyla ilişkisi hakkındaki yorumları edebiyat eleştirmenleri yapar elbet. Benim düşüncelerimi, duygularımı esas kamaştıran, sanırım Gospadonov’un da önemsediği buğulu sorular;
“İnsanın kendisi gider ama geçmişi kalır. Sonra bu tüm şahsi geçmiş nereye gider?…Tüm o başlayıp tamamlanmamış hikâyeler, terk edilen sevgililer, kesilen ve kanamaya devam eden ilişkiler…”
Sahiden nereye giderler. Son hatırlayan da öldükten sonra, bedenler gibi çürüyüp toprağa mı karışırlar? Onları geleceğe dönüştürmenin yazmaktan, anlatmaktan başka bir yolu yok mu? Yarım kalan hikâyelerin yeryüzünden tamamen silinmesi neden ilgi çekmiyor?
Gospodinov’la birkaç yıl evvel buradaki bir edebiyat toplantısında karşılaştık. İsviçreli yazar Peter Stamm tanıştırdı bizi. ‘Hüznün Fiziğini’ beğendiğimi söyledim. Sebebini bilmek istedi. Çok düşünmedim. “Gülümsetirken yaranın en çok acıtan yerine dokunma cesareti” dedim. Hoşuna gitti galiba. Kitaplarındaki sesli gülüşü duydum bir an. Yeni romanın akibetini sordum. “Cevabı zaman verir” dedi sakince.
Cevabın hakiki karşılığını ‘Zaman Sığınağı’yla karşılaşınca anladım.
Bugünden o âna bakınca kilit usulca anahtara girdi ve ben o tıkırtıyı işittim;
“Geçmişle ilgili bu kişisel takıntım nereden geliyor? Neden üzerine eğildiğim bir kuyu gibi beni çekiyor? Neden beni artık var olmadığımı bilmediğim yüzlerle kandırıyor? Orada alamadığım ne kaldı?”
Bunu bilebilmek mümkün değil. Belki “eve”, henüz bozulmamış olana, çocukluğun son hatırasına dönüş özlemi ya da başka bir zaman diliminde unutulan kayıplara ulaşmanın yakıcı arzusu.
Gospodinov’la tekrar karşılaşırsam romandaki yazarı aramızdan çıkarıp ona sormak isterim;
Zaman gerçekten var mı?
*Zaman Sığınağı / Georgi Gospodinov, Çev: Hasine Şen Karadeniz / Metis Yayınları
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***