YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Otoriter rejimlerde sonun yaklaştığı genelde en son ana dek anlaşılmaz. Rejimin başındaki diktatör ve avanesi kendi iktidar çemberlerinin içerisine, adeta bir yankı odasında, güç zehirlenmesinden dolayı gözleri olsa da göremeyen, kulakları olsa da duyamayan, tümden kapalı devre bir irrasyonel güç odağına dönüşmüşlerdir. Her akşam yattıklarında, uyanacakları sabahtan emin, her sabah uyandıklarında o gün olacakların kontrolleri altında olduğuna kani, hayatın sonsuz bir devinimle akıp gideceğini düşünürler. Halklarına propaganda araçlarıyla endoktrine ettikleri ve kabul ettirdikleri sanal gerçekliğe artık onlar da inanıyordur. Bu sanal gerçekliğin hipnozu dışında kalmayı başaran bir kısım insanın dillendirdiği uyarılar, onların hain olarak damgalanmasına yeter de artar. Kendilerinden öncekilerin başına gelenleri gören diğerleri, susmayı seçer. Derin ama dingin olmayan bir sessizlik! Ve işte yine akşam olmuştur. Yatma vakti. Yarından emin, öbür günden emin, gelecek haftadan emin, gelecek aydan emin – diktatör ve avanesi olağan yaşamlarına devam ederler.
***
İşte Kazakistan’da son 30 yıl böyle geçti. Tıpkı ondan önceki 70 yılın böyle geçtiği gibi. Rus Çarlığının sömürgesi Kazak stepleri, sonrasında 1917’den itibaren kademeli olarak Rus büyük ağabey Rusya Sosyalist Cumhuriyeti’nin mutlak kontrolündeki Sovyetler Birliği’nin parçası olacaktı. Son 100 yıllık yakın dönem tarihi tümüyle otoriter rejimler ve diktatörlük altında geçmiş Orta Asya ülkesi Kazakistan, ondan önceki kolonyal dönemde de, ondan daha da önce yüzlerce yıl klanlar ve hanedanlarca kurulan Kaanlıklar arasında, hep tek lider, hep ceberutluk, hep otoriterlik ve keyfi yönetimlerle dolu bir tarihe sahip. Son 30 yıldır ülkenin başında Nursultan Nazarbayev var. Her ne kadar 2019’dan aktif siyasetten çekilmiş ve böylece son birkaç yıldır yerini de jure Kasım Tokayev’e bırakmış da olsa, herkesin bildiği, fiilen Nazarbayev Kazakistan’ın patronu olduğuydu. Dünyadaki sayılı petrol, doğal gaz ve uranyum yataklarının sahibi olan, neredeyse tüm Avrupa kıtası yüzölçümüne yakın büyüklükte dev bir yüzölçümüne sahip Kazakistan’da tüm yer altı zenginlikleri son 30 yıldır Nazarbayev ve onun yakın çevresi tarafından kontrol edilmekteydi.
Sovyetler Birliği 1991’de yıkıldığında, Sovyet Komünist Partisi Politbürosu içerisinde Nazarbayev en önde gelen isimlerden biriydi. Sanılanın aksine inanmış bir komünist olarak Parti hizmetinde üst seviye bir kariyer yaptı. Adı Gorbaçov’dan sonra Sovyetler Birliği’nin lider kadrosunun potansiyel liderleri arasında geçen Nazarbayev, tıpkı diğer Sovyet liderleri gibi komünizmin iflasından sonra ortama çok hızlı ayak uydurdu ve yönetsel alandaki deneyimini kısa sürede kendisinin ve ailesinin menfaatleri doğrultusunda kullanmayı başardı. Etnik Kazak olan Nazarbayev böylece parçalanarak 15 ülkeye bölünen Sovyet imparatorluğunun Kazakistan’daki ağababası oluverdi. Komünist ideolojiden arındırılmış Sovyet tipi bir otoriter devlet kurdu ve bu devletin sahip olduğu – daha önce Parti’ye ait olan – tüm üretim tesislerini özelleştirdi. Bu özelleştirme furyasında dönen astronomik rakamları kontrol eden tek adam Nazarbayev, çevresinde oluşturduğu çoğu ailesine veya klanına ait olanlardan oluşan yeni zenginlerle beraber, ülkeyi uluslararası sermayeye peşkeş çekti. Böylece ABD, Avrupa devletleri, Körfez ülkeleri, Rusya ve Çin şirketleri geniş olanaklar ve imtiyazlar elde etti. Nazarbayev ailesi ve şürekâsı bu dönem kayıtsız astronomik rakamlarda bir servet elde etti. Kazakistan halkı ise orta gelir grubuna sıkışık bir yaşam sürmeye başladı.
Hatırlamayanlar için not düşeyim: Türkiye “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk Dünyası” hayalleriyle 1990’lara girdiğinde, Turgut Özal’ın AB tipi bir “Türk Birliği” bütünleşmesine karşı çıkanların başında Nazarbayev vardı. Nazarbayev reel politik bilen eski bir komünist olarak ülkesinde Rusya ile Çin arasında bir denge kurmaya özen gösterdi. Bu denge politikasında Türkiye’ye yer yoktu. Zaten maddi imkânları sınırlı ve coğrafi olarak binlerce kilometre uzakta olan bir Türkiye ile ekonomik işbirliğinin mahkûm olduğu sınırlar bir tarafa, Türkiye’de hâkim emperyal, neo Osmanlıcı, Pantürkist siyasi bakiye ve bagaj da Nazarbayev’i – itiraf edelim haklı olarak – rahatsız etmişti. Yıllar böyle geçti. Kazakistan diğer Sovyet ardılı Orta Asya cumhuriyetlerinin aksine, otoriter-istikrarlı, yer altı zenginlikleri nedeniyle dünya ekonomisine ve uluslararası işbölümüne oldukça entegre bir görünüm sergiledi. Görece zenginliğiyle de bir çekim merkezi oldu. Elbette bu zenginliği tabana eşitçe dağıtamadığından da sınıfsal gerilimleri daima bünyesinde barındırdı.
Bu gerilimin dışında, elbette bir diğer çatışma potansiyeli Kazakistan’ın modern tarihine damgasını vurdu: etnik yapı. 1991’de bağımsız olduğunda etnik Kazaklarla etnik Ruslar arasında Kazaklar lehine birkaç puanlık bir üstünlük vardı, hepsi bu. Nüfusunun yarısı Kazak yarısı ise Rusofon olan (Rus, Ukraynalı, Koreli, vs. Rusça konuşan) bir ülkeydi. Dahası, büyük kentlerde yaşayan Kazakların da büyük bölümü günlük iletişimlerinde Rusça konuşmaktaydı. Ancak 1991 sonrası giderek ulusal tarih yazımına, ulus inşasına, Kazak milliyetçiliğine yönelen Kazak devleti, her ne kadar iki dillilik ilkesini uygulasa da, giderek Rusofonları küstürdü. Rus nüfus yüzde 40’a yakın rakamlardan yüzde 18’lere geriledi. Yine de özellikle metropoliten yerleşim birimlerinde kozmopolit yapı devam etti.
Rusya daima Kazakistan üzerinde belirleyici oldu. Çin giderek nüfuz arttırdı. Kırsal kesim ve merkez arasında ciddi sosyokültürel farklılıklar belirleyiciydi. Sonradan Kazakistan’a göç eden Çin, Türkiye ve diğer Orta Asya ülkelerinin etnik Kazakları Sovyet ardılı Kazak kent kültürüne genel olarak uyum sağlayamadı. Kazakların kendi arasında statü farklılıklarına sebep oldu. Dahası Küçük Cüz, Orta Cüz ve Ulu Cüz klanları arasında ayrım etkisini azaltsa da sürdü. Yeni zenginlerin ulaştığı astronomik zenginlikle alt sınıfların acınası fakirliği arasına sıkışan ve sürekli eriyen bir orta sınıf, çatışma potansiyeli olmaya devam etti. Oldukça seküler olan merkezle, daha muhafazakâr çevre, kuzey-güney hattında bir diğer kültürel fay hattı oluşturdu.
Ben muhteşem dağlar, rengârenk ovalar, mistik bir çöl arasında kurulmuş, konuksever ve iyi insanlarla bezenmiş bu ulu ve güzel ülkeyi çok sevdim. Belki bunda karımın Kazakistanlı olması önemli bir rol oynadı. Onlarca kez Kazakistan’a, akrabalarımızı ziyarete gittik. Etnik Kazak olmayan eşimin Kazakistan’a karşı duyduğu vatanseverlik, benim etnik Kazak milliyetçiliğine her zaman mesafeli olmama neden oldu. Fakat 2010’da Türkiye Cumhuriyeti tarafından Ahmet Yesevi Üniversitesi’ne ait olan Almatı Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü’nün müdürü olarak atanmam bir yıl Kazakistan’da görev yapmam sayesinde her kesimden sayısız Kazakistanlı (etnik Kazak veya Rusofon) arkadaşım, meslektaşım, öğrencim ve tanıdığım oldu. Kazakçayı öğrendim. Ülkeyi tanıma fırsatını elde ettim.
Orada görev yaparken, Türkiye demokratikleşmesiyle ve istikrarıyla örnek alınan bir ülkeydi. Kazakistan’da tüm muhataplarıma liberal demokrasinin, insan haklarının, hukuk devletinin ne olduğunu ve neden gerekli olduğunu anlatmaya çalıştım. O zaman fark ettim ki, tim diğer Sovyet ardılı ülkelerde olduğu gibi, Kazakistan’da da bahsedilen konularda ciddi bir politik kültür eksikliği vardı. Otoriter kleptokrasi, ülkeyi bir kanser gibi içten içe kemiriyordu. Rüşvet ve yolsuzluk inanılmaz yaygındı. Gençler arasında – özellikle iyi yetişmiş parlak öğrenciler başta olmak üzere – ülkeyi terk etme eğilimi hat safhadaydı. Otoriter rejim hem sosyal mobiliteye, hem meritokrasinin yerleşmesine, hem etnik ve sosyoekonomik çatışma potansiyellerinin çözümüne engel oluyordu.
Tüm bu olumsuzluklara rağmen ben hep Kazakistan’ın bir gün demokratikleşmesini ve hukuk devletine dönüşmesini umdum. Tıpkı Türkiye gibi olsun istedim. İroniktir, önce Türkiye demokrasisinin çöküşüne tanık oldum. Şimdi de otoriter ve yolsuz Kazakistan rejiminin çöküşüne! Bir sabah uyandığımızda Türkiye artık demokrasi değildi. Yine başka bir sabah uyandığımızda Kazakistan bir yangın yerine dönmüştü. Ülkelerin kaderinin – hayır düzeltiyorum, halkların kaderinin! – ne denli politik sistemlerine bağlı olduğunu yaşayarak ve deneyimleyerek, apaçık bir kez daha görecektik. Türkiye 2016-2022 arası bir Kazakistan’a dönüşürken, Kazakistan’ın otoriter rejiminin ülkeyi bir felakete götürdüğü, tıpkı bir film izler gibi izledik. Bir zamanların AB tam üye adayı, Kopenhag demokrasi ölçütlerini asgari olarak sağlamayı başarmış, ilerleyen ve gelişen Türkiye, 1991-2021 arası yolsuz, hukuksuz bir Kazakistan gibi olmuştu. Kazakistan’sa bu dönem tüm çatışma potansiyellerini en son raddeye kadar gererek, birkaç gün içinde “failing state” durumuna düşmüştü. Doğduğum ve asla toz konduramadığım ülkem Türkiye bir karadeliğe kapılmış, kendi evlatlarını hain ve terörist ilan ederek onları küstürmüştü. Ve şimdi de çok sevdiğim, sayısız anımın olduğu, ihtişamlı dağlarıyla, eşsiz vahşi doğasıyla, güzel insanlarıyla karımın memleketi Kazakistan’ın acılarına tanıklık ediyorum. Çok acı!
Bir sabah uyandığınızda koskoca ülkeyi yıkılıyor buluyorsunuz ve milyonlarca insanın o yıkımın enkazından kurtulma çabalarına uzaklardan, sosyal medya üzerinden tanıklık ediyorsunuz. Oysa hayatın temelleri ne kadar da basit! Herkes evine ekmek götürmek ve onurlu bir hayat yaşamak istiyor. Herkes çocuklarına iyi bir gelecek vermek, özgür ve huzurlu olmak peşinde. Eğer siyasetin görevi – Max Weber’in işaret ettiği gibi – bu özlemlerin ve meşru arzuların gereğini yerine getirmek değilse, başka ne olabilir? Bunu insanlara öğretmek mümkün değilse eğer, o halde siyaset bilimi okumaya ne gerek var?
Umarım Türkiye ve Kazakistan insanları en yakın gelecekte özgürlüğe, huzura ve barışa kavuşurlar. Umarım o “en beklenmedik an” bir an önce gelir ve baskıcı politik sistemlerin sonunu getirir, demokrasiye, hukuk devletine, insan haklarına ve onurlu bir yaşama kapı aralanır.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***