(Nübüvvet ve Devlet Yazıları- 34)
YORUM | VEYSEL AYHAN
Geçen yazıda İslam’ın Altın Çağ’ını incelemiştik. Peki o dönemde farklı olan neydi de bu başarılar kazanılmıştı? Şimdi onu inceleyelim.
Yakın dönemde yayınlanan ve bu çağları ele alan önemli bir eser: “Islam, Authoritarianism, and Underdevelopment”. Yazarı Prof. Dr. Ahmet T. Kuru. Okumaya değer bir eser. Bir diğer esere Kuru’nun referansıyla ulaştım. Yazarı Hayyim J. Cohen. İnternetten ulaşabilirsiniz. Makalesinin adı: The Economic Background and the Secular Occupations of Muslim Jurisprudents and Traditionists in the Classical Period of Islam.
Her iki kaynaktan derlediğim bilgileri size sunacağım.
Hayyim J. Cohen, başta 1003 biyografi içeren İbn-i Sa’d’ın Tabakatü’l Kübra’sı olmak üzere onlarca Tabakat kitabından yararlanmış. O dönem yaşamış 4194 islam aliminin hayatını incelemiş.
Cohen, daha ilk sayfada Müslüman ulemanın Hristiyanlardan farklılığını vurguluyor:
“Müslüman ulema, Hıristiyan din sınıfından bir hayli farklıydı, kadılar ve âlimlerin bir kısmını saymazsak, ‘tamamen hususi gayretleriyle, otoriteler ya da herhangi dini bir kurumun ataması olmadan iş görüyor … hiçbir menfaat temin etmiyor ve çeşitli yollarla yapageldikleri üzere kendi kendilerini ayakta tutuyorlardı…”
Şu sonuç ortaya çıkıyor: Bu yüzyıllarda yaşayan bilim adamlar ve İslami ilimlerle meşgul insanların neredeyse yüzde 90’ı devlet görevinde çalışmıyor. Ne ilmi araştırma yapan bilim insanları de de medreselerde İslami ilimleri tetkik eden ulema devletten destek almıyor. Hepsi geçimlerini ya kendileri veya aileleri aracılığıyla temin ediyor.
Sektör olarak analiz edildiğinde şu tablo ortaya çıkıyor:
Ulema ve bilim insanlarının;
Yüzde 22’si tüccar ve zanaatkar olarak tekstil sektöründe;
Yüzde 13’ü gıda üretimi ve satışında;
Yüzde 9’u deri, metal, ahşap, tuğla işlerinde;
Yüzde 11’i çeşitli ticaret;
Yüzde 8’i süs eşyası ve parfüm;
Yüzde 5’i para ve komisyon;
Yüzde 5’den fazlası kitapçılık, hattatlık, kâğıt imalatı ve satımı;
Yüzde 8’i öğretmen, müderris, müstemli, muallim, mukattib;
Yüzde 3’ü, hukuki savunma, yargı işler(Mu’addil).
Sadece yüzde 8,5 devlet memuru: Vezir, vali, muhtesip, âmil (vergi memuru)
Geri kalan kısım küçük oranlarda şu meslekleri yapıyor: Çiftçilik, Un öğütme. (Yel değirmenleri Avrupa’ya burada gidiyor), sabun imalatı, kumaş boyama, tuğla, kerpiç, Rezzaz (Pirinç tüccarı), Yağ ticareti, Temmar (hurma satıcısı) ve kristal şeker imalatı ve hamallık.
Ortadoğu ticari olarak dünyanın en canlı bölgesiydi. Müslümanlar dünyaya ticari ahlak ve dürüstlük açısında misal olarak gösteriliyordu. Bir defasında Ebu Hanife içinde defolu bir ürün de bulunan malları Bağdat’ta bulunan ortağına gönderdi. Defolu olanı haber verdiyse de ortağı Hafs b. Abdurrahman bunu unutup hepsini sağlam olarak satmıştı. Ebu Hanife kimin satın aldığını bulduramayınca tüm malların parasını sadaka olarak dağıttı.
O çağlarda “doğruluk ve dürüstlük” bir Müslüman vasfı idi.
“Ebu Hanife’nin önemli bir talebesi olan Şeybâni şunu vurgular: Ticareti dürüstçe yapmak, devlet hizmetinden daha çok Allah rızasını kazandırır. Bu dönemde tüccarlar Ebu Hanife gibi dini ilimleri öğretisinde öncülük ediyorlardı…
Erken ulema da siyasi otoritelerden mali olarak bağımsız olmaya önem verdi. 8. ve 11. yüzyıllar arasındaki ulemayı analiz ederken Munir-ud Din Ahmed şöyle diyor ‘Çok sayıda ulema devletten gelen mali yardım talebini reddetmişti. Bu, onlara göre hükümet baskısından kurtulmanın ilk adımıydı. Aralarında bazı Hanefi âlimleri Ahmed bin Hanbel ve Süfyan-ı Sevri’nin de bulunduğu birçok ulema, İslam alimlerinin kamu otoritelerinden para almasının haram olduğunu ifade ediyordu. Dahası, devlet adamlarının güvenilmez ve hadis rivayet edilemez nitelikte olduğunu ifade ediyorlardı.’
Andrew Watson’a göre 700-1100 yılları arası Müslümanlar çeşitli tahıl ürünlerinin üretimi için sayısız teknikler geliştirmişlerdi. Pamuk, pirinç, sorgum ve şeker kamışı yanı sıra enginar, patlıcan ıspanak, karpuz, muz, hindistan cevizi, mango, limon, kireç, ekşi portakal… Müslümanlar bu ürünleri Çin, Hindistan ve Afrika’dan getirip yetiştirmişlerdi. Bunların çoğu Avrupa’ya Müslüman coğrafyadan yayıldı. Benzer şekilde, temizlik, tuvalet hijyeni, diş fırçalama (misvak ağacı kökleri ile), namazdan önce günlük abdestler gibi İslami kurallar… O zamanlar, Batı Avrupalılar genellikle görgü ve hijyene daha az önem vermişlerdir.” (Islam, Authoritarianism, and Underdevelopment, Kuru, Ahmet T.)
Büyük sahabi Said b. Müseyyeb, zeytinyağı ticareti yapar ve şöyle derdi: “Bu ticarette şu zâlim sultanlardan müstağni olmam vardır!”
Ulema, güç ile arasına mesafe koymuştu. Sırtlarını devlete dayamadıkları için de cesurca devlet yöneticilerini ikaz ediyorlardı. Tabiinin büyüklerinden Hasan-ı Basrî zulümden vazgeçmesini istediği Irak valisine şöyle der:
“Yezid hakkında Allah’tan kork, Allah hakkında Yezid’den korkma. Allah seni Yezid’den korur, ama Yezid seni asla Allah’tan koruyamaz. Ey Hebîre’nin oğlu! Yaratana isyan konusunda yaratılana itaat yoktur.”
İmam Mâlik halifenin meşruiyetini sorgular. Zorla alınan biatın geçersiz olduğunu söyler. Bunun üzerine Medine valisinin emriyle tutuklanıp kırbaçlanır ve omuzu sakatlanır. Bugünün ulemasının neredeyse tamamının Yezitlerin yanında saf tuttuğunu, yapılan mezalime ses etmediğini düşünürsek o devrin cesur alimlerinin kıymetini biraz anlayabiliriz.
O dönem devlet malı ve sultan yakınlıktan abartılı ölçüde uzak durulur. Ahmed b. Hanbel’e bir kadın gelir ve sultanın sarayının ışığından istifade ile yün eğirmenin hükmünü sorar. İmam, kadına, “Sen kimsin?” diye sorar. Kadın, kendisinin, (zamanın büyük velilerinden) Bişr-i Hafî’nin kızkardeşi olduğunu söyler. Bunun üzerine İmam şu cevabı verir: “Bişr-i Hafî’nin kız kardeşine, sultanın sarayının ışığı altında yün eğirmek caiz değildir.”
Ulema, devletin gölgesine bile ayak basmaktan kaçınıyordu.
Harun Reşit, ulemayı yanına çekmek ister. İmam-ı Malik’in ahkam hadislerini topladığı “Muvatta” isimli eserin çoğaltılarak bütün şehirlere gönderilmesi ve herkesin onunla amel etmesi” teklifinde bulunur. İmamın cevabı şudur:
“Hukukî ve dinî hayatın tek bir mezhebe inhisar edilmesini istemem.”
Halife Me’mun, İmam-ı Şafiî’yi ısrarla Mısır başkadısı yapmak ister. İmam, devletten uzak durmak, zulme payanda olmak istemez. Zorda kalınca gözyaşlarıyla şöyle dua eder:
“Allahım! Dinim, dünyam ve akıbetim için bu görev hayırlı olacaksa nasip eyle, değilse canımı al!”.
Aradan üç gün geçmeden İmam-ı Şâfiî vefat eder.
Altın çağın üzerinde yükseldiği sütunlar bunlardı. Devletten müstağni kalmak güç ve iktidardan kaçmak, geçimini kendi elinin ekmeğiyle temin etmek ve hakperest olmak.
Amerikalı tarihçi Martin Kramer’in “Eğer 1000 yılında Nobel ödülleri veriliyor olsaydı hemen hepsi Müslümanlara verilirdi.” cümlesinin sırrı bundaydı.
İbni Sina, Biruni, Razi; Farabi, İbn-i Rüşt, İbn-i Haldun gibi müspet ilimlerin dev isimleri; İbrahim B. Edhem, Süfyân B. Uyeyne, Esved, Alkame, Mesruk gibi mana aleminin kutup yıldızları iktidardan uzak kalmayı başarmışlardı. Devlet menfaatlerinden yararlanmayarak güç zehirlenmesinden korundukları için bu burçlara tırmanabilmişlerdi.
Bu dönem şöyle özetlenebilir:
“Ümmetin uleması, dinî ilimlerin tedvini, ders ve fetva verme gibi işleri, hükûmetten ayrı ve ondan yardımsız yürütmüşlerdir. Hattâ çoğu kez hükûmete rağmen ve bu işi yapmaktan alıkoymadaki gayrımeşrû müdahalesine meydan okurcasına yürütmüşlerdir… Müslümanların çoğu nazarında, dinî liderliğin ehliyet ve salâhiyetinin ölçüsü, yöneticilerden uzak duruş, onların öfke ve baskılarına karşı direnme olagelmiştir. Herhangi bir mensubu bu tavırdan uzaklaşırsa, insanlar ona şüpheyle bakmışlardır. Bu, Raşid Halifeliğin dünyevî saltanata dönüşmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmış… Siyasete girmeme ve iktidarla herhangi bir ilişki içinde olmama, fukahanın tercih ettiği tutum olagelmiştir.” (İslam Düşüncesinde Muhalefet, Dr. Nevin Abdülhâlık Mustafa)
Peki gelelim Müslümanların şimdiki haline…
Sonraki yazı: En acı gerçekler
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***