Kaynağını bilmediğim güzel bir söz var: “Geri kalmışlık bir bütündür parçalanamaz”. Bu bütünün en can alıcı parçalarından biri kadın kıyımıdır. Gün geçmiyor ki bir kadın cinayeti ile uyanmayalım. Ölen kadınların anısını yaşatmak için kurulan Anıt Sayaç, web sayfasını güncellemeye yetişemiyor. Kadın cinayetleri her gün, her yıl artarak devam ediyor. Bugün itibariyle 2021’de öldürülen 353 kadının adı anılmış; her gün en az bir kadının öldürüldüğünü görüyoruz. Kadın cinayetlerinin sayısı Türkiye’de, 2000’li yıllarda, geçmiş yıllara göre büyük artış gösterdi. 2010-2020 yılları arasında toplam 2296 kadın cinayeti tespit edilmiş. Bir de intihar süsü verilen kadın cinayetleri var, yani sayı aslında çok daha fazla. Failler listesinin en başında, öldürülen kadının kocası yer alıyor. Onu sevgili, eski koca ve tanıdıklar izliyor. Hırsızlık vakaları daha sonra geliyor.
Bu bir kadın kıyımı, cins kırımıdır (femicide) yani kadınlar, kadın oldukları için öldürülmektedirler. Son olarak Başak Cengiz cinayeti ile bir kadının sokakta yürürken “sadece kadın olduğu ve karşı koyamayacağı için” hedef seçildiğini gördük. Bu cinayetle birlikte bütün kadınların ve kız çocuklarının özgürce sokaklarda dolaşma hakları da bir kere daha tehdit edildi. Yıllardır arkasını kollamadan yürüyebilen tek bir kadın yok. Savcı Fatmagül Yörük’ün, Kadıköy metrosundaki saldırganın tutuklama talebinde yazdığı gibi “Bu saldırı tüm kadınların özgürce yaşama, sokakta bulunma ve hayatlarına devam etme haklarına saldırıdır.” Tıpkı bir efsane gibi anlatılan gerçekliğinden kuşku duyduğum ama haklılığına yüzde yüz inandığım İngiliz yargıcın kararı gibi bir kararlara ihtiyaç var: “Kızı korkutmanın karşılığı 7 gündür. 7 yıl, İngiliz kızlarının gece yarısı parkta dolaşma özgürlüklerine saldırmanın cezasıdır.”
Türkiye’de sembol niteliği kazanan cinayetler oldu. 3 Mart 2009’da işlenen Münevver Karabulut cinayeti bunlardan ilkiydi. Ayşe Paşalı (2010), Özgecan Aslan (2015), Emine Bulut (2019), Pınar Gültekin (2020) cinayetleri yine bütün Türkiye’yi sarsan vahşi cinayetlerdi. 29 Mayıs 2018’de işlenen Şule Çet cinayeti, soruşturması aşamasında, soruşturmanın üstünün kapatılması kadınların itirazı sayesinde önlendiği için, Türkiye’de kadın cinayetlerine yönelik dayanışmanın sembolü haline geldi. Münevver Karabulut davası ile ilgili kimi haberlerin durumu magazinleştirerek aileyi mağdur ettiğini düşünen 30 kadın, “Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu”nu kurdu. Platformun Genel Temsilcisi Dr. Gülsüm Kav bir röportajda kadın cinayetlerinin üstü örtülerek, magazinleştirilip ele alındığından şikayet ederek gerçeğin üzerini örten bir terminoloji yerine “kadın cinayetleri” ifadesini kullanarak platformu kurduklarını söylemişti. Platformun çabaları gerçekten de devam eden pek çok kadın cinayeti davasına kamuoyu desteği ve farkındalık oluşmasını sağladı. Maalesef kadına yönelik şiddete dair olayların medyada yer alışı hâlâ sorunlu. Erkeği bir şekilde haklı çıkarma çabası haber dilinde alenen görünüyor. Maktulün resimleri, özel hayatı, hatta şiddet görüntüleri hiçbir mahremiyeti gözetilmeden paylaşılırken katil erkeğin adı, fotoğrafı haberde neredeyse yer almıyor bile.
Öte yandan nefsi müdafaa yapıp hayatta kalabilen kadınlar ise haklılıklarını ispatlayamıyorlar. Çilem Doğan buna güzel bir örnek. Kravat takıp takım elbise giydikleri için iyi halden ceza indirimi alan erkeklerin tersine, fiziksel, cinsel, ekonomik her türlü şiddeti gören bir kadın olan Çilem Doğan öz savunma sonucunda kocasını öldürdüğü için tutuklandı. Ölseydi ardından ağlanacak ve anıt sayaca adı eklenecekti, ancak sanki hayatta kaldığı için cezalandırıldı. Birkaç gündür yine kamuoyunca infiale neden olan cinayette, Müslüme’nin katilinin de biyolojik babasının da dedesi olduğu anlaşılınca, bazıları tarafından hemen Müslüme’nin annesi suçlandı. Sanki bir kadın tecavüze uğradığında sistem içerisinde hemen onu destekleyecek, ona ve çocuklarına destek olacak kurumlar varmış gibi neden bu duruma sessiz kaldığı, göz yumduğu konuşuldu ve yine aslında mağdur olan kadın suçlandı. İkiyüzlü ahlakın, yozlaşmanın değil artık çürümenin, kokuşmanın her yanı sardığı bilhassa kadınları ve kız çocuklarını tehdit ettiği bir durumla karşı karşıyayız. Geçen yıl kayınbiraderi tarafından tecavüze uğrayan, Kürtçe tercüman bulundurulmadığı için başına gelenleri doğru düzgün anlatamayan Fatma Altınmakas, başvurusundan iki gün sonra, kocası Kazım Altınmakas tarafından tabancayla vurularak öldürülmüştü. Daha önce de öz kardeşini öldürmüş olan tecavüzcü Sinan Altınmakas ise adli kontrol kararıyla serbest bırakılmış, cinayetin ise aile büyüklerinden alınan emirle işlendiğini anlatmıştı. Durum böyleyken başına gelenleri anlatmaktan korkan, tecavüzcünün ceza almayacağını bilen kadınları sustukları için suçlamak yerine sistemi sorgulamak gerek.
Tecavüzün, tacizin bir kadın için ne kadar yıpratıcı olduğunu, bir de iddiasını kanıtlamak kendisini savunmak durumunda kalmanın ne kadar güç olduğunu anlamak isteyenler Netflix’in 2019’un en iyi yapımlarından “Unbelievable”ı izlesinler. Dizide genç bir kadın tecavüze uğradığına dair yalan söylemekle suçlanıyor ve yaşadıklarını defalarca anlatmak ve başkalarını kendisine inandırmaya çalışmak zorunda kalıyordu. Bu yılın parlayan dizisi “Maid” ise kadına yönelik şiddetin psikolojik boyutuna da dikkate çeken, küçük kızıyla evini terk eden genç bir annenin bir yandan temizlikçilik yaparak geçimini sağlamaya çalışırken öte yandan verdiği mücadeleyi konu alan, izleyicisini de kendisiyle birlikte geliştirip eğiten bir diziydi; çünkü birçok kadın psikolojik şiddetin ne olduğunun farkında değil. Psikolojik şiddet fiziksel şiddetten daha yaygındır ve birçok kadının günlük hayatının bir parçasıdır. Aşağılama, alay ve tehdit etme, küçümseme, emir verme, küfretme, hakaret etme psikolojik şiddettir. Fiziksel şiddetten önce başlar ve çoğunlukla fiziksel şiddeti de beraberinde getirir. Hatice Meryem, 2019’da yayımlanan Bir Kadını Öldürmeye Nereden Başlamalı? adlı kitabında “Bir kadını öldürmenin en kesin yolu onu anneliğinden vurmaktır. Onu iyi anne olmamakla suçlayın. Sütü az geldiği için, kilo aldığı için, çocuk hasta olduğu için kızın” diyerek aslında psikolojik şiddetin ne kadar yaygın olduğuna, hayatın içinde ne kadar yerleştiğine dikkat çeker.
Hatice Meryem’in, bu kitabı Türkiye’de kadına yönelik şiddete dikkat çekmek, “toplumsal duyarlılığa mütevazi bir katkı sunmak için” yazılan dokuz kısa öykü ve bir şiirden oluşan bir kitap. Öyküler feminist edebiyat eleştirisi bağlamında okunduğunda, meseleyi erkeğin bakış açısından aktardığı için sorunlu tabii. Kitabın yeterince tartışılmamasının sebebi de bu diye düşünüyorum. Zira yazar da böyle bir yanlış anlaşılma tehlikesine karşı, kitabın sonuna “metnin niyeti”ni anlatan “Ben bu kitabı ne için yazdım?” başlığı ile açıklayıcı bir yazı eklemek zorunda kalmış. Bu yazıda feminist bir edebiyat eleştiri yapmak gibi bir niyetim yok. Kitap da Meryem’in diğer kitapları gibi edebi kaygılarla yazılan bir kitap değil, kitabın sonuna eklenen kısımlar da bunu gösteriyor. Kendisi de ebeveyni sürekli kavga eden aile içi şiddetin yüksek olduğu bir evde büyüdüğünü söyleyen Meryem, bu kitabı kadın cinayetleri hakkında, ayağa kalkmak, gerekirse tartışma yaratmak, gerçeğe gözümüzü kırpmadan bakabilelim, katillerin, suçluların zihin yapısını anlamaya çalışalım diye yazdığını ifade ediyor. “Tarih önünde erkekliğin yargılanmasını öneriyorum” diyen Hatice Meryem, “Emniyet birimlerinde, cinayet bürolarında ‘erkek cinayetleri masası’ kurulsun diye yazdım ben bu kitabı. ‘Erkek suçlu’ların psikolojisi üzerine çalışılsın diye. Son on yılın kadın katili erkekleriyle söyleşiler yapılsın, onları bu cinayetlere sürükleyen nedenler konuşulsun diye” diyor.
Hatice Meryem’in tezi sosyolojik ve psikolojik bakımdan çok yönlü bir değerlendirmeye tabi tutulabilir. Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun (2002), İnsan Kısım Kısım Yer Damar Damar (2008), Aklımdaki Yılan (2010), Beyefendi (2013) ve burada sözünü ettiğim Bir Kadını Öldürmeye Nereden Başlamalı? (2019) adlı roman ve öykülerle kadının toplumsal konumu, sorunları, annelik, erkeklik gibi meseleler üzerine düşünen, kadın meseleleri üzerine kafa yoran Hatice Meryem’in Bir Kadını Öldürmeye Nereden Başlamalı? adlı kitabında, derdi elbette erkeklere hak vermeye değil, problemi çözmeye yönelik bir anlamaya çalışma çabası. Erkeklerin, nasıl bir anda cinayet işleyebildiğini, işleyebileceğini, bir katile dönüşmelerini anlattığı bir kitap. Her gün sokakta karşılaştığımız, iş yerinde sohbet ettiğimiz, hatta evimizde misafir ettiğimiz akrabamız, arkadaşımız, tanıdıklarımız bu erkekler. Savunmalarında işledikleri cinayetleri kendilerince gerekçelerle savunan, çok azı yaptığından pişman, hatta avukatları da çoğu zaman bu “gerekçeleri” kullanarak savunma metinlerini hazırladıkları erkekler. Meryem’in çabası şiddet olaylarını öngörebilip önlem alabilirmiyize yönelik.
Kitaptaki öykülerde cinayeti işleyen erkekler, sıradan insanlarken nasıl bir katile dönüşüyor onu görüyoruz. Kötülüğün sıradanlığı bir kez daha yüzümüze çarpıyor. “De ki yeşil bir eşofmandan” adlı öyküde, oğlu ve gelini ile yaşayan, gelininin giydiği eşofmanı bir fetiş objesi haline getirerek onun üzerinden sapıkça düşüncelerle gelinini öldüren yaşlı bir adam anlatılır. Tabii bu ilk öyküyle Müslime’yi hatırlıyorsunuz hemen. Oya Baydar’ın Çöplüğün Generali’nde dediği gibi gerçeğin kendisi kurgulardan daha az inandırıcı olabiliyor: “Gerçeği inanılmaz kılan; bizi ürküten sertliği, acımasızlığı, dehşeti mi acaba?” Hatice Meryem kitaptaki diğer öykülerde de yine “de ki” ile başlayan başka “sebep”lerden yola çıkarak annesini, karısını ya da herhangi bir kadını öldüren erkekleri anlatıyor.
Kitaptaki öykülerden birinde 74 yaşında bir adama üçüncü eş olarak satılan mülteci kızın zorla evlendirildiği için kendini asması bağlamında, kadını intihara yönelterek onu ölüme göndermenin de kadına yönelik bir başka şiddet olduğuna dikkat çekilmiş. “De ki bir otobüs biletinden” öyküsü bir ısrarlı takip öyküsü. “Seninle hiç konuşmadı. Mecburen, sana da artık, kaza kader işaretlerini okuma işi kaldı” cümleleri, genç adamın otobüste kendisine bilet veren kızın her hareketinden istediği anlamları çıkararak kızı bir saplantıya dönüştürmesi ve ısrarlı takip sonucunda öldürmesini konu ediniyor. Maalesef Türk hukukunda ısrarlı takip bir suç teşkil etmiyor. Yürürlükten kaldırılan İstanbul Sözleşmesi ise fiziksel şiddet, taciz ve tecavüz de dahil olmak üzere her türlü cinsel şiddet, ekonomik ve psikolojik şiddet gibi ısrarlı takip ve dijital şiddeti de sözleşme kapsamına alarak kadınları koruyordu. Kadınları ve kız çocuklarını her türlü şiddete karşı koruyan sözleşmenin yeniden hayata geçirilmesinin ne kadar hayati olduğunu her gün yaşanan vakalarla bir kez daha görüyoruz.
Kadınların kadın oldukları için kolayca öldürülmelerinin siyasi, sosyal, kültürel, ahlaki boyutlarını görmek zorundayız. Erkeklerin kadın muhatapları ile medeni düzeyde ilişkiler geliştirmelerinin eğitimini de annelere ya da diğer kadınlara yükleyen anlayışın karşısına, hayatın her alanında ve anında kadın ve erkeğin eşitler olduklarını anlatan bir örgün eğitim ve medya dili kurmak gerekiyor. En eğitimli erkeklerin bile bilinç altında daha değerli ve hep haklı olduklarına yönelik yanlış algıların önüne başka türlü geçmek zor. Üstelik eril dili kullanan medya, sabah kuşağı programları ve yerli yapım diziler ve bunlara maruz kalan büyük kitleyi düşünürsek. Doğan Cüceloğlu bir röportajında, yıllar önce doktora için Amerika’ya gittiğinde gözlerinin içine çekinmeden bakan ve gülümseyen her kızın kendisinden hoşlandığını düşündüğünü anlatmıştı utanarak. Yetiştiği kültürün erkeklik anlayışını eleştirmiş, Amerikalı olan ilk eşini de benzer sebeplerle çok üzdüğünü “Bir kadının kocasından farklı düşünmesi gücüme gidiyordu; erkekliğime dokunuyordu” şeklinde ifade etmişti.
İşimiz zor, yol çok uzun ama mücadele gerekli!
FİRDEVS CANBAZ YUMUŞAK
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***