Cumhuriyet egemenliğin kaynağını halka bağlarken eşit yurttaşlığı sağlamada başarısız oldu. Demokrasi boyutunun eksikliği ise rasyonel düşünen özerk bireyi var edemedi. Devlet, toplulukların bir uzlaşı temelinde barış ve hukuk güvenliği içinde yaşama ve “biz” (toplum) olma imkanını da engelledi.
Merkezdeki güç ve yetkinin, kolonyal idari vesayet mekanizmasıyla (valilik, kaymakamlık) merkezden yerele taşması devletin topluma tasallutuyla sonuçlanmış oldu. Tek partiye ve tek kişinin hükümranlığına dayalı genç Cumhuriyet çok partili hayata geçildiğinde de çok kısa süren yalancı baharlar dışında hukukun askıya alındığı istisnai rejimler altında yaşamaya devam etti.
Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi ise cumhuriyeti demokrasi hedefinden iyice uzaklaştırarak otokratik bir karaktere evrilmesine neden oldu. Getirilen modelle yasama ve yargı organları işlevsizleştirilip yürütmenin bir aracı haline getirilirken (yatay güçler ayrılığının yok edilmesi), merkezin yerel üzerindeki vesayeti daha da derinleştirildi. (dikey güçler ayrılığının bulunmayışı)
Çoğulcu, katılımcı, özgürlükçü ve hukuk devletini de kapsayan“hukukun üstünlüğü”ne dayalı bir demokrasinin inşa edilemeyişi ülkenin önünde bekleyen en önemli mesele olarak durmakta. Muhalefet partilerinin kısır çekişmelerin dışına çıkarak uzlaşının tüm taraflarını bir araya getirecek kuşatıcı ve kapsayıcı bir dil ve programla halkın önüne çıkmaları gerekmekte.
Hukukun üstünlüğüne dayalı bir demokrasinin en belirgin vasfı ise “kanun önünde eşitlik” ilkesi gereği hukuk güvenliğini diğer bir deyişle adil yargılanma hakkını herkes için sağlayabilmiş olmasıdır.
Adil yargılanma hakkının varlığı, insanlığın ortak aklının ve değerlerinin ve evrensel nitelikteki temel hukuk ilkelerinin bir gereği olarak ortaya çıkmakta. Bu hakkı düzenleyen AİHS maddeleri ve sözleşmenin uygulanmasına yönelik AİHM kararları bir isteme ve başka bir hukuk işlemine gerek kalmaksızın esasa ya da usule ilişkin olarak her konuda ve her aşamada uygulanmak zorunda.
Adil yargılanma hakkı bakımından ana unsur yargılama organıdır. Bu nedenle adil yargılanma hakkını daha net olarak “tarafların eşit koşullarda olduğu, savunma hakkının üstün bir değer olarak kabul edildiği yargılama ortamında, evrensel insan haklarını ölçüt alan tarafsız, bağımsız, güvenceli olma niteliklerini tam anlamıyla bünyesinde barındıran tabii hakim tarafından makul sürede, aleni biçimde yargılanma” olarak tanımlayabiliriz.
Bu tanımdan hareket ettiğimizde Türkiye’de adil yargılanma hakkının unsurlarının hayat bulmadığı ve hukuk güvenliğinin kimse için var olmadığı açık.
Hakim teminatının olmadığı ve siyasi güçten etkilenme mekanizmalarının açıkça görüldüğü yerde bağımsız ve tarafsız hakimden söz etme imkanı bulunmamakta. Hakimlere tanınan teminatın aslında yargılanan kişilere tanınan bir güvence olduğu da bilinen bir gerçek.
Ülkemizde ceza yargılamasında taraflar eşit koşullarda bulunmamakta. Toplumsal iddia makamı ( savcı) savunmaya (müdafi) göre daha ağırlıklı durumda olup mahkemeyi etkileme olanağına sahip.
Savcı, mahkeme salonunda savunmanın eşiti olarak aynı düzeyde durmamakta, kürsüde yargıca en yakın noktada oturmakta. Ayrıca savcının kanıt toplamaktaki olanakları ile savunmanın olanakları eşit durumda bulunmamakta.
“Tabii hakim” ilkesine aykırı olarak suç işlendikten sonra kurulan mahkemelerde yapılan yargılamalar çok uzamakta, davalar makul sürede bitirilememekte. Uygulamada evrensel insan hakları ölçüt olarak alınmamakta.
En önemlisi tutukluluk süreleri koruma tedbiri olmaktan çok bir infaz şekline dönüştürülerek basmakalıp ve klişe gerekçelerle uzatılmakta.
AİHM kararlarında da belirtildiği üzere adil yargılanma hakkının ihlalini oluşturan yargısal sürecin Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş bakımından devam etmesi de hukukun askıya alındığının bir göstergesi.
Adil yargılanma hakkının en önemli unsurlarından olan hakimlerin bağımsızlığı kavramından anlaşılması gereken, hakimlerin karar verirken özgür olmaları, hiçbir baskı ve etki altında bulunmamalarıdır.
Hakim taraflar, medya ve yasama organı karşısında bağımsız olmalıdır. Ancak asıl önemli olan hakimlerin yürütme organı karşısında bağımsızlıklarının sağlanmasıdır. Hakimlerin bağımsızlığına karşı en büyük tehdit daima yürütme organından gelmiştir.
Hukuk devleti anlayışının gelişmediği ve yasalarda yer almadığı dönemlerde yürütme gücünün hakimler üzerindeki baskısını önleyebilecek bir engel yoktu. Hakimin bağımsız olmasının güvencesi ya yürütme gücünün başında bulunan kimsenin adalet severliğine veya hakimin cesaretine bağlı idi. Bugün ise hakim bağımsızlığı ve tarafsızlığı “Hakim güvencesi” adı altında toplanan kurumlarla korunmakta.
Hakimin yüksek ahlak ve erdem sahibi olması kuşkusuz zorunlu. Ancak bu nitelikler hakimin yürütme gücü karşısında bağımsızlığını sağlamaya yeterli değildir. Çünkü hakim de bir insandır ve yürütme gücü hakimin özlük işleri üzerinde dilediği gibi oynama yetkisine sahip olduğu sürece onun bağımsızlığından söz etmeye olanak yoktur. Bu nedenle hakimin gerçekten özgür ve bağımsız olması için kendisine güvence tanınması gerekmekte.
Hakim güvencesi dar anlamda yargıçların görevlerinden ayırılmamalarıdır. Geniş anlamda ise bununla birlikte yasada gösterilen durum ve yöntemler dışında görevlerinden geçici de olsa alınmamaları, rızaları olmaksızın yerlerinin değiştirilmemesi, emekliye sevk edilmemeleri, aylıklarından yoksun edilmemeleri, yükselmelerinin ve atanmalarının idareye bağlı olmaması gibi güvenceleri de içerir. Özetle güvence hakimin yürütme gücü karşısında tam bir güven duymasını ve kararlarını her türlü korku ve endişeden uzak verebilmesini sağlar.
Adil yargılanma hakkının hakim bağımsızlığı ilkesi kadar önemli olan diğer bir ilkesi hakimin tarafsızlığıdır. Hakimin tarafsızlığı da onun nitelikli, bilgili, adalet sever, donanımlı, vicdanlı olmasıyla ve bu niteliklerini koruyan anayasal ve yasal güvencelerle doğrudan ilgisi bulunmakta.
insanlar hakimin kararlarında sübjektif veya siyasi bir eğilimin değil, objektif hukukun belirginleşmesini isterler. Hukukun ölçülü, sürekli ve eşit uygulanması hak duygusunu besleyen büyük etkendir.
Hakim, bilgi edinmedeki ahlaki yükümlülüğünün yanı sıra adaletin toplumsal yaşamda gerçekleştirilmesinden, hukukun uygulanmasından da sorumlu olup, bu görevi yaparken de erdemli davranmak zorundadır. Hukuku uygulayan hukukçunun ahlaki bir alan içinde olduğu açıktır.
Hakim, hukuk biliminin uygulamaya yönelik alanı içinde hukuk normlarını somutlaştırırken mantığa uygun bir sonuç çıkarmaya çalışır. Ancak hakim için bu mantıki süreç yeterli değildir. Bu nedenle hakim adaleti gerçekleştirmek üzere olası kararını vicdanında değerlendirecektir.
Adalet sever olması gereken hakimin kararını vicdanında onarken etik bir değerlendirme yapması gerekmekte. Çünkü hukukun bağlayıcılığı insanların vicdanında yer alan adalet duygusundan ileri gelmekte. Bu nedenle iyi hukukçunun iyi yasalardan önemli olduğu söylenmiştir.
Birleşmiş Milletler Bangolare Yargı Etiği İlkeleri’ de “tarafsızlık” değeri şöyle ifade edilmekte : “Tarafsızlık yargı görevinin tam ve doğru bir şekilde yerine getirilmesinin esasıdır. Bu prensip, sadece bizâtihî karar için değil aynı zamanda kararın oluşturulduğu süreç açısından da geçerlidir. Bu değerin hayata geçirilmesine ilişkin ilkelerden biri şöyle ifade edilmekte “Hâkim, mahkemede ve mahkeme dışında, yargı ve yargıç tarafsızlığı açısından kamuoyu, hukuk mesleği ve dava taraflarının güvenini sağlayacak ve artıracak davranışlar içerisinde olmalıdır.”
Bu değerler ve ilkeler adil ve dürüst yargılanma hakkı bakımından insanın insan olması nedeniyle muhatabı olması beklenen yargı sistemini betimlemekte. Bu ilkeleri hakim ve savcılar ile hukukla ilgili meslek mensuplarının bilmeleri ve özümsemeleri gerekmekte.
Ancak bunun yanında söz konusu değer ve ilkelerin toplumun kültüründe yaygın bir şekilde yer etmesi de zorunlu. Bunun için insanların eğitim süreci içinde çocukluktan başlanarak bu değer ve ilkeleri içselleştirmeleri sağlanmalı.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***