İlkokul öğrencilerinin tahtaya kaldırılıp anne-babası terörist diye teşhir edildiği, bebeklerin ve küçük çocukların anneleriyle birlikte hapsedildiği, çocuklara karşı işlenen suçların son yılların en vahim noktasına geldiği bir ülkede Diyanet İşleri Başkanı’nın “Her çocuk Müslümandır” sözü yeni bir tartışma başlattı. İslam akaidinin temel ilkelerine aykırı bu sözün Uluslararası Hidayet Kongresinde söylenmiş olması da içeriğini ve amacını daha da tartışmalı hale getirdi.
Bazı inanç gruplarına göre insanların yaratıldıkları toprak (tiyneti) itibarıyla daha doğuştan hangi dinden hatta hangi mezhepten olacağı belirlenmiştir. Tanrı başlangıçta bazı kişileri farklı bir nesneden diğer bir kısmını da daha farklı bir nesneden yaratmıştır. İşte bu yaratılış hamurundaki fark, kişinin cennete mi cehenneme mi gideceğini de önceden belirler. Bazı dinlere göre ise her doğan ilk insan Hz. Adem ve Havva’dan tevarüsle nesilden nesile intikal eden günahla doğar. Hz. Peygamber İslam dininin bütün bu inançlardan farkını “Her doğan fıtrat üzerine doğar” hadisiyle açıklamıştır. Doğuşta mahiyet farkı yoktur, ilk atadan ya da anne-babadan miras kalan bir günah, kusur ya da leke de yoktur. Peki ne vardır, çocuk doğarken ne getirir? Yüce yaratıcının yarattığı insan vardır. İlahi sanat, her doğan bebeği varlıkların en değerlisi (Eşref-i mahlukat) ve en güzel surette (Ahsen-i takvim) yaratmıştır. Ontolojik açıdan doğan çocuklar arasında hiçbir fark yoktur. Mahiyeti itibarıyla her doğan yalnızca insandır; işte buna fıtrat yani ilk yaratılış diyoruz.
İlk yaratılıştaki mahiyeti itibarıyla her çocuk lekesiz, tertemiz boş bir levha gibidir. Metafizik açıdan çocuğa baktığımızda, her doğanın ayrıca bir ruhu vardır. Bütün ruhlar ilk yaratıldıklarında Rabbine iman etme sözü vermiştir. Çocuk bu sözleşmeyi henüz okuyacak ve dile getirecek bir idrak yetisine sahip değildir ancak farkındadır; işte bu sözleşme her çocukta adeta manyetik bir alan oluşturur. İnsanın metafizik buuduyla fiziki tabiatının oluşturduğu bu vakum, zamanla idrak kabiliyetlerinin gelişimiyle birlikte ahlakın ve insani değerlerin kaynağını oluşturan vicdan mekanizması olarak karşımıza çıkar. Fıtrat kirletilmediği takdirde vicdan mekanizması her insan için hayat boyu en iyi yol gösterici olur.
İnsan genetik olarak göz rengi, saç şekli gibi fiziksel birtakım özellikler tevarüs eder. Ayrıca insanın anlama, konuşma, idrak etme gibi akli ve ruhi özellikleri de inkişaf etmeye uygun temel yapıları itibarıyla yaratılıştan sahip olunan niteliklerdir. Bu yönleri itibarıyla insan doğuştan tabula rasa/boş bir levha olarak doğmuş değildir. Ancak bu nüve şeklindeki nitelikler, insandan insana farklılık arz etse de insanlık mahiyetini değiştirecek ve iman ya da inkârı doğrudan etkileyecek özellikler değildir. Ancak bu temel yapılar, belirli kültür ortamlarında şekillenerek gelişir. Her çocukta zaman algısı ve sebep sonuç ilişkisi kurabilme donanımı vardır. Bu yapılar çocuğun yetiştiği çevre içinde zamanla gelişir ve şekillenir. Materyalist bir çevrede yetişen bir çocuğun determinizm algısıyla inançlı bir çevrede yetişen çocuğun algısı şüphesiz daha farklıdır.
İnsanın fiziksel ve ahlaki gelişimi çocukluk boyunca olumlu ya da olumsuz devam etse de fıtrat, adeta bir vakum gibi cezbederek çocuğu olgunluk yaşlarına kadar hatta hayat boyu korur. İşte fıtrata yerleştirilmiş her doğana verilmiş bir ön avantaj gibi masumiyet, saffet, acıma duygusu gibi nitelikler, çocuğa olgunluk yaşına kadar eşlik ederek adeta bir melek gibi bir ölçüde onu korur.
Olgunluk yaşına geldiğinde her birey özgür iradesi ile iman konusunda karar verebilme konumuna gelmiş demektir. İşte bu dönemde bireyler yükümlülüklere muhatap olurlar. Kimi kişiler özgür iradesi ile iman eder, kimileri de inkâr eder. Olgunluk yaşına gelmeden önce bütün çocuklar, fıtratın sağladığı masumiyetle zaten koruma altındadır. Ebu Hanife, her doğanın bir şahıs/birey olarak doğduğunu, doğum esnasında çocuğun kafir ya da mümin olmak gibi niteliklere sahip olmadığını söyler. İman ve inkâr hükümlerinin olgunluk yaşına girdiğinde özgür irade ile gerçekleşeceğini söyler.
Bebek doğduğunda her çocuğun Müslüman olduğu varsayımını kabul etmek, iradi mükellefiyeti ortadan kaldırır. İrade ve akli olgunluğa bağlanmış sorumluluğun doğuştan itibaren var olması gerektiği kabul edilmiş olur. Bu da kelamcıların ifadesiyle insanın güç yetiremeyeceği hususlarla sorumlu tutulması (teklif-i mâ lâ yûtak) anlamına gelir.
Fıtrat konusu Kur’an- ı Kerim de şöyle anlatılır: “O halde sen, batıl dinlerden uzaklaşarak yüzünü ve özünü, hak dine yönelt. Yani Allah’ın insanları yaratmasında esas kıldığı o fıtrata uygun hareket et. Allah’ın bu hilkatini kimse değiştiremez. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların ekserisi bunu bilmezler.” (Rum suresi 30) İmam Maturidî’ye göre ayette geçen fıtrat kavramı bebeklerin doğuştan itibaren Allah’ın varlığını birliğini ve rububiyetini bilmeleri anlamına gelir. Süt emmeyi bildikleri gibi bebekler Allah’ın varlığını bilme donanımına sahip olarak yaratılmıştır. Bu bilme dağların yaratılışına Allah’ı tesbih etmek özelliğinin yerleştirilmesine benzetilebilir. Yani fıtratın Allah’ı bilmesi iradi değildir; fıtrata yerleştirilmiş inanma kabiliyetidir. Bu inanma kabiliyeti ilk donanım gibidir, daha sonra bu kabiliyet içinde yetişilen kültürle şekillenir. Ona göre fıtratın ikinci yorumu ise insanın aklıyla fıtratı arasında bir engel bulunmadığında aklın fıtrata dayanarak Allah’ın varlığını bilmesi, şeklindedir. Bu durumda akıl söz konusu olduğu için aklın ideal olarak kullanılabileceği buluğ çağında aklın fıtratın yardımıyla hakikati bulabileceği ifade edilmiş olmaktadır. Maturidî, ‘’Her çocuk fıtrat üzere doğar’’ hadisinin her iki anlama uygun yorumlanabileceğini ifade eder. Maturidî’ye göre fıtratın üçüncü anlamı ise insanın imtihan edilmeye uygun bir donanımla yaratılmış olmasıdır.
Görüldüğü üzere Maturidî’nin yaklaşımı hem ontolojik hem de epistemolojiktir. Ebu Hanife ise tamamen hukuki sorumluluk açısından fıtrat konusuna yaklaşır. İslam akidesine göre doğuştan bütün çocukların eşit olduğunu, çocukların belirli bir inanç akdiyle doğmadığını, ancak inanma kabiliyetine ya da inanmaya meyilli bir yaratılışa sahip olduklarını hukuki sorumluluğun ise olgunluk yaşıyla başlayacağını söyleyebiliriz.
Bütün çocukların masumiyeti fikri üzerine kurulu fıtrat kavramını ‘çocuklar aslında bizim dinimizdendi siz anne-babaları onları aldattınız ve kendi dininize çevirdiniz’ şeklinde bir anlayışa dönüştürmek masumiyeti ortadan kaldırır. Ayrıca bu anlayışa dayanarak zorba ve despot devletler, çocuklar devlete aittir, diyerek çocuklar üzerinde ailelerine rağmen tasarruf hakkı bulunduğunu iddia eder.
DİB Ali Erbaş’ın birleştirici gibi görünen ancak gerçekte ayrıştırıcı sözleri hepimizi derin bir endişeye sevk etti. Siyasi İslamcıların, ayrımcı ve ötekileştirici yaklaşımlarını çocuklar üzerinden bile dile getirmesi her kesimi ciddi rahatsız etti. Diyanet’in endoktrinasyonu ilk okul çocuklarına kadar yaymaya çalışması ile birlikte düşünülünce Erbaş’ın söylemi gelecek adına da doğrusu pek çok insanı kaygılandırdı.
Çocuklar hepimizin; tüm çocukları ayırım yapmadan korumak bize düşen en önemli ve öncelikli görev. Onları siyasi ve ideolojik çekişmelerin ve kavgaların uzağında tutmamız, asla çocukları ebeveynlerinin inançlarına ve görüşlerine göre tasnif etmememiz gerekir. Çocuklar üzerinden siyasi tartışma üretmek ve ‘’Hidayet’’e erdirileceklerle alakalı bir kongrede gündeme taşımak Diyanet’teki ideolojik zehirlenmenin ne derece ileri boyutlara ulaştığını da gözler önüne serdi. Bu zihniyet, zulüm altında inleyen binlerce çocuğa sahip çıkmazken, çok kolayca çocukların dini yükümlülükleri üzerinden propaganda yapabilmekte ve Sevgili Peygamberimiz’in insanların eşitliğini, kıymetini anlatmak için söylediği sözünü de kendi arzularına uygun bir şekilde çarpıtmaktan kaçınmamaktadır.
AYHAN TEKİNEŞ
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***