İktisat kelimesi Osmanlıca’da “dengeli olmak, aşırıya gitmemek” kökeninden geliyor. Bu temel üzerine inşa edilen iktisat bilimi ise toplumdaki kıt kaynakların en etkin şekilde kullanılacağı sağlıklı dengelere ulaşmanın rehberliğini yapıyor.
İçinde bulunduğumuz durum, denenmiş ve etkinliği ispatlanmış iktisat politikalarından uzaklaşmaktan kaynaklanan bir panik durumu. İktisat, çizdiği çerçeve takip edilirse nasıl sonuçlar doğuracağını, test edilen hipotezlerle bizlere sunuyor. Bizler de bu denenmiş ölçülmüş teoriler ışığında değerlendirme yapıyoruz. Şu anda ise o iktisadi çerçeveden ayrılma durumunda yaşanacak “dengesizlik ve aşırılıkları” tecrübe ediyoruz.
Kriz, paniğin ve öngörü eksikliğinin tezahürü
Şu anda döviz piyasasında yaşanan kriz, geleneksel iktisat politikalarını zorlayan bir düşünce yapısının ısrarla uygulanmaya çalışılması sonucunda oluşan paniğin ve öngörü eksikliğinin bir tezahürü.
Yaşanan panik bir yandan döviz talebini artırarak, diğer yandan da yabancı sermaye girişini sınırlayarak döviz fiyatını artırıyor. İçeride uygulanan politikalara olan güvensizliğe bir de ABD Merkez Bankası’nın (Fed) giderek para musluklarını kısması eklenince arz etkisi besleniyor. Çünkü emsallerimiz faiz artırıp Fed kararlarına karşı sermaye çıkışını sınırlamaya çalışırken biz faiz düşürerek TL varlıkların yabancı yatırımcı gözündeki cazibesini daha da fazla azaltmış oluyoruz.
Güvensizliğin nedeni ne?
Temel iktisadi prensipler, enflasyon beklentilerinin artması durumunda, fiyat istikrarından sorumlu olan Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın (TCMB) politika faizini artırması gerektiğini söyler. Çünkü politika faizinin artması borçlanma maliyetini artırır. Daha az borç, daha az harcama ve daha az talep anlamına geldiğinden fiyatlar üzerindeki artış baskısı azalır.
İlave olarak, ithal ara malına dayalı bir üretim yapınız varsa, faiz artışı TL’yi değerlendirerek kur üzerinden gelen enflasyonist baskıları azaltır. Tüm dünya merkez bankalarınca benimsenmiş olan uygulama budur. Kredibilitesi olan bir merkez bankası daha az faiz artışı ile de enflasyonu kontrol edebilir. Ama günün sonunda faiz artırmadan ve gerekli sabrı göstermeden enflasyonu düşürmüş bir merkez bankası yoktur.
Durum böyle iken TCMB, Eylül ayından beri enflasyonu düşürmek için faizlerin de düşürülmesi gerektiğini ve bu şekilde cari fazlaya geçerek enflasyonist baskıları bertaraf edeceğini savunan, iktisadi anlayışa ters bir modeli uygulamaya çalışıyor. Cari açığın makul seviyelere inmesine kimsenin itiraz olmaz. Ancak bunun yolu para politikası değildir. Ortaya konulan bu yeni modelin iktisat yazınında karşılığı yoktur.
Son 10 yıllık döneme baktığımızda hükümetin enflasyon pahasına düşük faiz tercihinin farklı ekonomik modellerle uygulamaya konulmaya çalışıldığını ancak bu modellerin hiçbirinin uzun ömürlü olmadığını, bir noktada patlayınca terk edilerek yeni bir model arandığını gözlemliyoruz. Tahminim bu modelin de iktisat yazınında karşılığı olmayan diğer modeller gibi bir kenara bırakılacağıdır. O nedenle “Model neden çalışmaz?” sorusundan ziyade etkileri ne olur sorusuna odaklanmak daha anlamlı olabilir.
Faiz indiriminin sonuçları ne olur?
Faiz indirimlerinin devamı durumuna TL’deki değer kaybının da devam etmesi, enflasyonun orta vadede yüzde 30’lar seviyelerini zorlaması kaçınılmaz olur. Enflasyona sebep olan düşük faiz politikası terk edilmeyip enflasyona karşı hızla eriyen ücretlerde yüklü zamlara gidilmesi sadece daha yüksek enflasyon olarak geri döner. Bu noktada sorulacak soru TL’deki değer kaybının hangi hızda devam edeceği ve ekonominin buna ne kadar dayanabileceği sorusudur.
Kurdaki değer kaybını artık neredeyse günlük zamlarla hissedilir hale geldi. Üreticiler, değil bir ay, bir hafta sonra kurun geleceği seviyeyi bilemediklerinden fiyatlama yapamıyorlar. Bu durum bir yandan üretimi yavaşlatırken bir yandan da mevcut üretimin piyasaya sürülmesini zorlaştırıyor. Giderek ders kitaplarında “hiperenflasyon” ortamında betimlenen ağır tabloya doğru yaklaşıyoruz.
Uygulanan politikaların sonucunda karşı karşıya kaldığımız yüksek enflasyon, toplumun tüm kesimlerinde derin yaralar açıyor. Sabit gelir grupları reel ücretlerin günden güne azalması karşısında ayakta kalabilmek için mücadele verirken emekliler yıllarca biriktirdikleri sınırlı birikimlerinin enflasyon karşısında erimesini çaresizlikle izliyorlar. En büyük hazinemiz olan beşeri sermaye, maaşlarda oluşan uçurum ve alım gücündeki ani düşüş nedeni ile hızla yurt dışına kaçıyor.
İktisatçılar açısından ise tüm bu sorunlara ilave olarak hatalı politikalarda ısrar edilmesinin öngörülebilir bedellerini gözlemlemek ve bilgi birikimimizi politika yapıcılarla paylaşamamanın getirdiği derin bir hüzün duygusu hakim.
Hükümet hangi yollara başvurabilir?
Düşük faize dayalı yeni ekonomi modelini uygulamaktan vazgeçmek istemeyen hükümet, ilk olarak yerlilerin döviz talebini hafif sermaye kontrolleri ile sınırlamaya çalışabilir. Döviz alımına gelebilecek günlük sınırlamalar, banka kredilerinin döviz alımında kullanılmasının engellenmesi, vergi artışları gibi. Bu yönde gelecek adımların sinyalleri verilmeye başlandı.
Faiz indirimlerine ara ya da son verilmesi durumunda bu tür hafif sermaye kontrolleri belki kurda yeni atakların önüne geçebilir. Ancak bu önlemler hâlihazırda altında ezildiğimiz yoksulluğun ve ekonomik yavaşlamanın ilacı olmaz. Çünkü sermaye kontrolleri iyileştirici bir politika olmayıp sadece mevcut uygulamanın yan etkilerini gidermeyi ve zaman kazanmayı amaçlar.
Faiz indirimlerine devam edilmesi durumunda kur ve enflasyonda dalga boyu da artacağı için hafif sermaye kontrolleri etkisiz kalabilir. Bu durumda sert sermaye kontrolleri dediğimiz daha radikal önlemlerle döviz talebi sınırlanmaya çalışılabilir.
Bu tür uygulamaları deneyen ülke örneklerinde döviz mevduatın yurtdışına çıkarılmasına gelecek sınırlamalar, bankadan günlük döviz çekme limitleri ya da kurun değerinin sabitlenerek döviz mevduatın yerli para olarak geri ödenmesi gibi önlemler görüyoruz.
Ancak hemen hatırlatmak gerekir ki bu sert önlemler ciddi yan etkiler barındırmaktadır. Türkiye gibi dış borcu Gayrisafi Yurt İçi Hasıla’nın (GSYH) yüzde 60’ına dayanmış bir ülkede bu tür sert önlemler önemli bir ödemeler dengesi krizi yaratabileceği gibi toplumda genel bir tedirginliği tetikleyerek bankacılık krizine de sebep olma riski taşımaktadır.
Kurdaki değer kaybının bu hızla devam etmesi durumunda en kötü senaryo ekonominin giderek yavaşlayan çarklarının durma noktasına gelmesi olacaktır. Bu durumda son çare olarak geleneksel politikalara dönüş yapılarak yüklü bir faiz artırımına gidilir. Bu politika TL talebini artırıp döviz talebini azaltarak kuru ve dolayısıyla finansal krizi kontrol altına almaya çalışır.
Yüklü bir faiz artışı muhtemelen ciddi bir resesyonu da beraberinde getirecek, ancak karşılığında durma noktasına gelen çarklar tekrar işler hale getirilmeye çalışılacaktır. Bana kaçınılmaz gelen bu nihai senaryonun etkili olup olmayacağı, o noktaya gelene kadar ekonomide oluşacak hasarın büyüklüğüne bağlı olacaktır.
Dileğim ve bir iktisatçı olarak görüşüm uygulanan bu politikadan ekonomimizde daha fazla hasar yaratmadan vazgeçilmesi, hızla uzaklaşmakta olduğumuz “iktisat” kavramına geri dönülerek sağlıklı bir dengeye ulaşılmasıdır.
KAYNAK: BBC TÜRKÇE – PROF. DR. SELVA DEMİRALP
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***