Gelecek yıl, ülkedeki gerilimi yükselten ve ekonomiye her geçen gün daha fazla zarar veren bir pandeminin dördüncü yılında, ülkenin iç sınırları konusunda aylarca süren tartışmalardan ve eyalet başbakanlarının itibarının başbakanın itibarının aleyhine belirgin bir yükselişinden sonra Yeni Güney Galler, Victoria ve Güney Avustralya eyaletlerinin başbakanlarının gizlice bir araya gelip Avustralya Milletler Topluluğu’nun varlığının fiilen sona erdiğini ve eyaletlerin bundan böyle bağımsız ülkeler olacağını ilan ettiklerini hayal edin.
(Farz edelim ki Batı Avustralya, Tazmanya ve Queensland, bundan kısa bir süre önce egemenliklerini ilan etmiş olsunlar.) Öyle ki, ABD büyükelçisi, eyalet başbakanlarının hareketi hakkında önceden uyarıda bulunurken, Avustralya başbakanı bunu yapmıyor olsun. Üstelik bundan birkaç hafta sonra, başbakanın istifaya zorlandığı Canberra’da Avustralya bayrağı son kez çekilsin.
Bu senaryo, 8 Aralık 1991’de Belarus’ta devlete ait bir dacha’da (rus kır evi ya da villa, ç.n.) üç Sovyet cumhuriyetinin liderleri tarafından imzalanan Belovej Anlaşmaları sonucunda Sovyetler Birliği’nde yaşananlarla büyük oranda benzerlik gösteriyor.
Sovyetler Birliği’nin, 1985’te Komünist Parti genel sekreterliğine seçilen Mihail Gorbaçov’un başarısız reform çabaları sonrasında dağılmasının üzerinden 30 sene geçti.
1991 Sovyet krizi
1917 Ekim Devrimi sonucunda Bolşevikler tarafından kurulan Sovyetler Birliği, içlerinde barındırdıkları en büyük ulusa göre adlandırılan 16 kurucu cumhuriyetten (Rusya, Ukrayna, Gürcistan vb.) meydana geliyordu.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Çeçenlerin Kafkasya’dan sürülmesi gibi bazı talihsiz olaylar haricinde, birlik içerisinde etnik ayrımcılık genellikle hoş karşılanmıyordu.
Sovyet sisteminin methedilen merkezi yönetim anlayışına rağmen, pratikte cumhuriyetlerin atanmış yöneticilerine önemli yetkiler tanıyordu -Sovyetler Birliği, ülkenin tek siyasi partisi olan Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin Politbürosu tarafından başkent Moskova’dan yönetiliyor, partinin kökleri ise cumhuriyetlerden işyerlerine kadar uzanıyordu. Elbette ki Moskova’nın onları görevden alma gücü vardı, ancak bu gücü 1970’li yıllardan itibaren tedbirli şekilde kullanmaya başlamışlardı.
Gelgelelim, 1991 Sovyet krizine yol açan şey bir pandemi değil, Gorbaçov’un, demokratik açıklık (glasnost) ve ekonomik yeniden yapılanma (perestroyka) vaadiyle yürürlüğe koyduğu “yukarıdan devrimi” idi.
Ne yazık ki, Gorbaçov’un ekonomiyi geri plana atarak ülkedeki otoriteyi ve güveni sarsacak bir eleştiri dalgasıyla karşı karşıya kalmasına sebebiyet veren demokratikleşme hamlelerine ağırlık vermesiyle işler hızla sarpa sardı.
1991 yılının ortalarına gelindiğinde, Komünist Parti’yi bir arada tutan unsurların ortadan kalkmasıyla birlikte, Sovyetler Birliği’nin birer parçası olan cumhuriyetleri yönetenlerin birçoğu Moskova’nın sözünü dinlemeyi bırakarak, unvanlarını ”parti birinci sekreterliği”nden cumhurbaşkanına çevirdiler.
Öyle ki, Rusya, Ukrayna ve Belarus cumhurbaşkanları, Belovej ormanında bir araya gelerek (Gorbaçov bu toplantıya davet edilmemişti) cumhuriyetlerinin bağımsızlık kazanmasına ve Sovyetler Birliği’nin sona ermesine yönelik bir karar aldıklarında, Baltık ülkeleri ve Ermenistan egemenlik iddialarını çoktan beyan etmişlerdi. 25 Aralık’ta Gorbaçov’un Sovyetler Birliği devlet başkanlığından istifa etmesiyle birlikte, Kremlin Sarayı üzerindeki Sovyet bayrağı da son defa çekilmiş oldu.
Bir “imparatorluğun” düşüşü
Birlik içerisinde, halkları tarafından hiçbir zaman kabul görmeyen Sovyetler Birliği’ne sonradan dâhil olan üç Baltık devleti dışında, olgunlaşmış ve halk temelli bağımsızlık hareketlerine sahip bir cumhuriyet yoktu. Bu nedenle, yeni kurulacak devletlerin büyük çaplı atılımlar yapması gerekiyordu. ‘’Halk milliyetçiliği’’ körüklenmeli ve ulusal tarih anlatısı, çoğunlukla Sovyet (Rus) yönetimi altında yaşanan sömürge baskısı ekseninde yeniden kaleme alınmalıydı.
Bu süreçte, geçmişte Sovyetler Birliği’ni bir “imparatorluk” olarak tanımlamayan Batılı tarihçiler, terminolojilerini değiştirmek için fazla aceleci davrandılar: Çok uluslu bir devlet, ulus temelli birimlere ayrıldığında, ortaya sömürgelerin emperyal yönetime karşı isyanından başka ne çıkabilirdi?
Aslında kullanılan terim tümüyle hatalı değildi: Rusya, Sovyet-sonrası ülkeler arasındaki en büyük ve en kalabalık cumhuriyetti, Moskova, Sovyetler Birliği’nin başkentiydi ve Rusça oranın lingua franca’sı, ya da ortak diliydi.
Sovyet tarihinin bazı dönemlerinde, kaynakların akışı (“ekonomik sömürü”) esasen çevreden merkeze doğru olmuştur. Ancak son dönemlerde genellikle bunun tam tersi geçerliydi.
Gelgelelim, eğer Sovyetler Birliği bir imparatorluk idiyse, kuşkusuz ki sıra dışı bir imparatorluktu. Sovyetler, devrimci kurucularının anti-emperyal ideolojisi bir yana, Rusların Birlik üzerinde aşırı miktarda hâkimiyet kurmasından endişe duydukları için Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne diğer cumhuriyetlerden daha az yetki ve ayrıcalık tanıyarak genel anlamda Rus milliyetçiliğine karşı caydırıcı bir tavır izlemişlerdi.
Rus cumhuriyeti
Rus ”kariyer siyasetçisi” Boris Yeltsin, Gorbaçov’la ters düşüp Moskova’da bir güç merkezi oluşturana kadar, Rus cumhuriyeti Sovyet yüksek siyasetinde hiçbir zaman önemli bir rol oynamamıştı.
Ancak Yeltsin, Rusya Cumhuriyeti’nin devlet başkanı seçildiğinde, Moskova aynı anda iki cumhurbaşkanına ev sahipliği yapacaktı. Ne var ki Moskova’ya iki cumhurbaşkanı fazlaydı. Gorbaçov, bu mücadelede kaybeden taraf oldu, Sovyetler Birliği’nin çöküşü ise bunun neredeyse istenmeyen bir sonucundan ibaretti.
Cumhuriyetlerin Sovyetler Birliği’nden art arda çıkışı, halk ayaklanmalarının değil, ”emperyal” olduğu kabul edilen ulusun başındaki Yeltsin’in önderliğindeki cumhuriyetlerin (Sovyet) patronlarının aldığı kararların bir sonucuydu.
Sarsıntı ve keder
Eğer hayal ettiğim senaryo kendi ülkemde (Avusturalya) gerçekleşseydi, vatandaşlarım sarsıntı, şaşkınlık ve kafa karışıklığı içerisinde boğuluyor olurdu. 1991’e kadar, iyi ya da kötü, SSCB’nin hayatlarının değişmez bir gerçeği olduğunu varsayan Sovyet vatandaşlarının başına gelen de tam olarak buydu.
Sarsıntı, 1990’ların Rusya’sını en iyi anlatan kelimedir. Üstelik buna ülkenin süper güç statüsünü ve dünya nezdindeki saygınlığını yitirmenin beraberinde getirdiği üzüntü de eşlik ediyordu. Vladimir Putin’in dediği gibi, Sovyetler Birliği’nin özlemini çekmeyenlerin ”kalbi yoktu” (aynı konuşmasında, onu diriltmek isteyenlerin “beyni olmadığını” da eklemişti). Rus kamuoyu araştırmaları, uzun yıllardır bu iddianın gerçekliğini doğruluyor.
Aslında, askeri yapısı ve güvenlik hizmetleri son ana kadar bozulmayan Sovyetler Birliği, değişime karşı gayet dirençli ve neredeyse sıkıcı biçimde sağlam görünüyordu. Son sözü Putin’e vermek gerekirse; “böylece çökeceğini kim hayal edebilirdi ki?”
Çeviren: Deniz Karakullukcu
Makalenin orijinali:
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***