Birinci bölümde, Kafkaslar’daki dengeleri, ikili ilişkilerdeki parametre değişikliklerini ve Rusya ve Batı dengesinden bahseden Çeviköz, ikinci ve son bölümde, Türkiye’nin bu adımı atmasını gerektiren motivasyonu hakkında detaylar verirken, gelecek süreç ve aktörler hakkında tahminlerde bulunuyor.
———-
“Neden şimdi sorusuna gelince, Türkiye’nin dış politikasındaki sıkışıklıktan kaynaklanıyor diyebiliriz, Türkiye şu sıralar her köşede sıkışmış vaziyette. Gerek Suriye’de olsun, gerek Doğu Akdeniz’de, gerek Libya, gerek Mısır, İsrail ile ilişkiler, gerekse Batı ile ilişkiler, Avrupa Birliği ile ilişkiler ve tabi hepsinden önce Amerika Birleşik Devletleri ile ilişkiler; bunların hepsinde belli açmazlarla karşı karşıya. Bunların bir şekilde önünün açılabilmesi için olumlu bir hikayeye ihtiyaç var… ”
——–
Madem Kafkasya’daki denklemlerin denklemden bahsettiniz, o zaman bölgeye gelelim. Bölgeyi ve dış politikayı çok iyi bilen bir diplomata bence bu soruyu sormam gerekiyor – Rusya’nın desteklediği bir süreci Batı’nın da aynı derecede, hem de hevesli olarak desteklemesi biraz tuhaf değil mi bölge için? Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? İki taraf da olumlu bakıyor bu bahsettiğiniz projelere ama buradan büyük ihtimalle kazanacak olan bölgedeki ülkeler. Batının bu süreci desteklemesindeki ana motivasyonu ne?
Ünal Çeviköz: Şimdi küresel düzeyde baktığımızda tabi başka üst dengeler var. Biz Kafkasya bölgesine baktığımızda bunu bir alt denge olarak ve küresel dengelerin içindeki unsurlardan biri olarak okumalıyız ve öyle değerlendirmeliyiz. Daha üst düzeydeki küresel dengelere baktığımızda ise, Batı ile Rusya veya Amerika Birleşik Devletleri ile Rusya arasındaki dengelerden söz etmek gerekir.
Sanırım Rusya, özellikle Ukrayna’daki gelişmeler nedeniyle, Kırım’ın işgali ve ilhakı nedeniyle Batı nezdinde kaybetmiş olduğu prestiji bir şekilde dengelemek maksadıyla bir olumlu adım atabilmek ve sadece sorun yaratmadığını, bir takım konularda olumlu gelişmelere de aracı veya kolaylaştırıcı bir rol ile katkıda bulunacağını göstermek istiyor. Kafkasya o açıdan bakıldığında üst büyük küresel dengeler içinde alt bölgesel bir dengeyi bir şekilde mümkün kılıyor.
Batı her halükarda Ermeni diasporasının etkisiyle çünkü sadece Amerika Birleşik Devletleri’nde değil, aynı zamanda Fransa’da ve Latin Amerika’da, dünyanın bir çok yerinde Ermenistan kökenli , Ermeni milliyetine ait olan bir çok insan yaşıyor — onların yaratmış oldukları baskı grupları da Batı ülkelerinde bir şekilde Ermenistan’ın en kısa zamanda Batı ile bir şekilde yakınlaşmasına imkan sağlayacak gelişmeleri arzu etmelerine yol açıyor. O yüzden Batı’dan bakıldığında böyle bir dinamik var. Rusya’dan bakıldığında ise, o biraz evvel söylediğim, küresel dengelerde ve Rusya’nın imajının belki de düzeltilmesi maksadıyla atılabilecek bir adım olarak değerlendiriliyor olabilir.
Türkiye tarafına gelelim. AKP hükümeti için neden şimdi? Ermenistan ile ilişkilere başlamak için neden bu dönemi seçiyor? Buna ek olarak şunları da hatırlatmak istiyorum: biliyorsunuz bu “normalleşme” haberi düştükten sonra Bloomberg bir haber yaptı: “Aslında Erdoğan’ın bu adımı Biden’i mutlu etmek için yapılmış bir adımdır.” gibi bir yorum geldi. Bunun dışında Türkiye’nin ekonomik olarak zor bir süreçten geçtiğini de biliyoruz. Bazı uzmanlar Ermenistan’ın yeni bir pazar olabileceğini de konuşuyorlar Türkiye’ye? Makul mu bu?
Ünal Çeviköz: Bir kere öncelikle pazar konusundan başlayayı, zannediyorum Ermenistan Türkiye için öyle çok büyük bir pazar değil. Zaten diplomatik ilişkilerin olmamasına rağmen, dolaylı yollardan bir şekilde Türk ürünleri Ermenistan pazarına gidebiliyor. Gürcistan üzerinden gidiyor, İran üzerinden gidiyor. Yani Türkiye’nin aslında normalleşmeden sonra önemli bir pazar kazanımı olacağını beklememek gerekir. Ermenistan’ın nüfusu itibariyle de, ekonomisi itibariyle de Türkiye’ye çok da önemli bir pazar sunma imkanı sınırlı.
Neden şimdi sorusuna gelince, Türkiye’nin dış politikasındaki sıkışıklıktan kaynaklanıyor diyebiliriz, Türkiye şu sıralar her köşede sıkışmış vaziyette. Gerek Suriye’de olsun, gerek Doğu Akdeniz’de, gerek Libya, gerek Mısır, İsrail ile ilişkiler, gerekse Batı ile ilişkiler, Avrupa Birliği ile ilişkiler ve tabi hepsinden önce Amerika Birleşik Devletleri ile ilişkiler; bunların hepsinde belli açmazlarla karşı karşıya. Bunların bir şekilde önünün açılabilmesi için olumlu bir hikayeye ihtiyaç var. Bu olumlu hikayenin de pekala Kafkasya’da barışa yönelik çabaların ilerlemesi ve bunun önemli unsurlarından biri olarak Türkiye-Ermenistan normalleşmesinin belki de başlatılabilmesi görülüyor olabilir.
Bu işe yarayacak mı? Bu birdenbire Türkiye-Amerika Birleşik Devletleri ilişkilerinde önemli bir köklü dönüşüm sağlamayacaktır ama en azından Türkiye’ye karşı kuşkuyla bakan veya Türkiye hakkındaki algıları olumsuz olan bazı çevrelerin “Nihayet olumlu bir adım Türkiye’den” demelerine yol açacaktır.
Öte yandan Amerika Birleşik Devletleri’nin Türkiye-Ermenistan normalleşmesini destekliyor olması aslında yeni bir şey değil. Biden dava evvel, Obama döneminde de benzer dosyayı bir şekilde takip etmiş olmalı. Çünkü 2009 yılının Mayıs ayının başlarındaydı zannediyorum — Obama’nın Türkiye’ye yapmış olduğu ziyaret sırasında, Nisan ya da Mayıs olması lazım — Obama’nın Türkiye-Ermenistan normalleşmesine ne kadar önem verdiğini biliyoruz, aslında bunlar hep daha evvelki arka planı izah ediyor. Ama o beklenti, Amerika Birleşik Devletleri ve Obama’nın o beklentisi 2009’da protokollerin imzalanasından sonra birdenbire çok hızlı bir şekilde yok oldu.
Benzer bir durumu elbette yaşamak istemeyecektir Biden. Çok da güvendiği kanaatinde değilim. “En azından böyle bir girişim başlasın, hele bir gitsin bakalım ne kadar ilerleme sağlanacak?” diye düşünebilir. Bir şekilde o da bir deneme-yanılmayla konunun nereye varacağını izleyerek görmek isteyecektir. Ama Amerika Birleşik Devletleri’nin Türkiye-Ermenistan normalleşmesini desteklemesinin başlıca sebeplerinden biri elbette diasporadır.
Burada da bir tuhaflık yok mu? Çünkü Ermeni diaspora dediğimizde, bulunduğu ülkelerde — başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere – 1915 Ermeni Soykırımı’nı senatolarda kabul ettirerek bir kanun tasarısı haline getirerek Türkiye’nin işini zorlaştırmak, Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak üzerine çalışan bir diasporadan bahsediyoruz temel olarak ve benim bildiğim kadarıyla Türkiye-Ermenistan sınırının açılmasına çok da sempatiyle bakmayan, çok kuşku duyan, buna karşı duran bir diasporadan bahsediyoruz. Bu anlamda bu denklemin içinde, ABD’den yakınlaşma adına bir talepleri olabilir mi? Diasporayı denklemde nereye oturmamız gerekiyor sizce?
Ünal Çeviköz: Şimdi burada en büyük rol ve en büyük görev zannediyorum Paşinyan’a düşüyor. Çünkü 2008’de başlayıp 2009’da protokollerin imzalanmasıyla sonuçlanan süreçte Sarkisyan diasporaya bu konuyla ilgili düşüncelerini ve bunun kendisi için de, Ermenistan’ın geleceği için ne kadar önemli olduğunu çok iyi anlatamadı ve bunun sonucundadır ki diasporanın baskısıyla karşılaştı.
Hatta diasporayı bilgilendirmek için Amerika Birleşik Devletleri’ne yaptığı ziyaret sırasında bazı protestolarla da karşılaştı. Onun için aslında Ermenistan liderliği ya da Ermenistan yönetiminin diasporayı ikna görevi çok önemli, onlara düşüyor esas itibariyle bu görev. Paşinyan bu konuda Sarkisyan’a nazaran biraz daha avantajlı. Bir kere savaştan sonra çok güçlü bir destekle yeniden işbaşına geldi. İkincisi zaten başından beri, seçildiğinde beri, Batı ile Ermenistan arasındaki yakınlaşmayı, hele hele Türkiye üzerinden böyle bir yakınlaşmayı arzu ettiğini bütün dünyaya zaten anlatmış ve bu mesajları kuvvetli şekilde vermişti. Şimdi bundan sonra yapacağı bu görevi ne kadar başarıyla sürdürecek, onu göreceğiz. Diaspora tabi ki belli beklentiler içinde. Diasporanın da muhtemelen Paşinyan’dan bazı istekleri olacaktır. Bunları Paşinyan ne kadar kabul edecek veya ne kadar göğüsleyebilecektir? Bunların hepsini zaman gösterecek ama diasporanın Paşinyan’ın karşı karşıya kalacağı önemli engellerden biri olacağı düşüncesine açıkçası katılıyorum.
Diplomatlar konusuna geçelim, atanan temsilciler konusuna. Aslında başta Mevlüt Çavuşoğlu’nun açıklamasından insanlar, sanki karşılıklı olarak diplomatik misyonlar kurulacağını anladı. Daha sonraki açıklamalara bakarsak sadece görüşmelerde iki ülkeyi temsil edecek temsilciler atandığını anladık. Yani Ermenistan temsilcisi Türkiye’de çalışmayacak, Türkiye temsilcisi Ermenistan’da olmayacak, karşılık bir misyon ofisi açılışı olmayacak. Diğer yandan aslında bu da yenilik değil, değil mi Ünal Bey? 1990’lardan beri ülkeleri temsil eden bir ya da birkaç diplomat oluyordu bu tip gizli ya da açık görüşmelerde. Şunu sormak istiyorum size: Serdar Kılıç oldukça tecrübeli bir diplomat, diğer tarafta genç bir devrimci Ruben Rubinyan var, Kadife Devrim’de, Paşinyan’ın yanında olan önemli isimlerden. O temsilci olarak atanınca Ermenistan tarafında bazı kafa karışıklıkları gündeme geldi. “Bu kadar genç bir diplomatın, Türk tarafının görevlendirdiği tecrübeli bir diplomat karşısında ne kadar başarılı olacağı” soruları soruldu. Teknik bir soru soracağım size: eğer iki tarafta da siyasi irade varsa bu tip toplantılarda temsilcilerin rolü çok önemli midir?
Ünal Çeviköz: Çok güzel bir soru sordunuz. Ben de zaten ona değinecektim. Geçmişte benzer örnekler oldu dediniz, doğrudur, açıkçası 1991’de Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Ermenistan’ın bağımsızlığı kazanmasıyla birlikte ve Türkiye’nin Ermenistan’ı bağımsız, egemen bir devlet olarak tanımasıyla birlikte 1990’lı yıllarda da bir süreç başladı, 2000’li yıllarda da benzer süreçler işledi.
Bunlardan bazılarının içinde ben de bizzat rol aldım. Bizzat ikili görüşmeler yapmak üzere gerek Erivan’a gittim, gerek karşıtımla başka kentlerde buluştum. Benzer bir süreç yine işleyecektir. Şimdi sizin de söylediğiniz gibi aslında önce herkes sanki karşılıklı olarak bir misyon şefi atanacak diye bir beklenti içine girdi. Hayır, henüz o aşamada değiliz, çünkü daha diplomatik ilişkiler kurulmadı. Belki bu özel temsilcilerin görevi iki ülke arasındaki diplomatik ilişkilerin kurulmasına ve bunun da sonucuna göre bir takım karşılıklı misyonların açılmasına doğru gidecek bir sürece katkıda bulunacaklar.
Şöyle düşünelim: daha evvelki örneklerle bugünkü durum arasında çok önemli bir nitelik farkı var. Bir kere bundan evvelki örneklerde, her ne kadar kendi ülkelerini ve hükümetlerini temsil ediyor olsalar da bir tür teknik düzeyde ve bürokrat düzeyde insanlardı. Onlar bir şekilde Dış işleri bakanlıklarına, görüşmeler sonucunda bir rapor veriyorlardı ve bu raporlar üzerinden de tabi gerekli siyasi değerlendirmeler karşılıklı olarak Erivan’da, Ankara’da yapılıyordu. Bu defa farklı olan “özel temsilci” sıfatı, — daha evvelki örneklerde “özel temsilci” sıfatı hiç kullanılmamıştır. Bu defa özel temsilci sıfatıyla görevlendirilmiş olmaları onlara siyasi bir misyon yüklüyor.
İki tarafın da doğrudan doğruya yönetici kişiyle, – yani bu Türkiye’de tabi ki cumhurbaşkanı, Ermenistan’da da başbakan olacak- doğrudan doğruya yürütme erkinin başındaki yetkili siyasi kişiyle birebir ilişkisi olduğunu varsaymak ve onların gereklilikleriyle hareket edeceğini varsaymak gerekir. Onun için gerek Ruben Rubinyan, gerek Serdar Kılıç olsun, her ikisi de, — Ermenistan’da Rubinyan başbakana, Türkiye’de de Ankara’da Serdar Kılıç cumhurbaşkanına bir şekilde doğrudan doğruya görüşmeler hakkında rapor verecek ve onların talimatlarıyla hareket edecektir.
Bu önemli, böyle bir siyasi görevlendirme ve böyle bir özel temsilci sıfatıyla görevlendirilmiş olmak, geçmişteki örneklerden teknik bakımdan ciddi bir nitelik farkı yaratıyor. Kişiliklere gelince, elbette ben bir emekli diplomat olarak iki tarafın da birer diplomat olmasını arzu ederdim ama önemli olan dediğim gibi yürütme erkinin başındaki kişiye yakınlık meselesi. Zannediyorum, Ruben Rubinyan sayın Paşinyan’ın güvendiği ve başından beri siyasi hareketinde yanında bulunan bir kişi. Devlet tecrübesi de var, çünkü bildiğim kadarıyla bakan yardımcılığı yapmış bir kişi. Bugün de meclis başkan yardımcısı. Yani onun aslında çok güçlü bir siyasi arka planı var ve çok ciddi bir de siyasi etiketi var.
Serdar Kılıç da uzun yıllar boyunca AKP hükümetiyle çalışmış olan, AKP iktidarına yakın, Cumhurbaşkanına yakın, milli güvenlik kurulu genel sekreterliği yapmış, Washington’da 7 yıl boyunca büyükelçilik yapmış ve bütün bu dönemler boyunca da cumhurbaşkanlığı sistemine geçildikten sonra yine doğrudan doğruya cumhurbaşkanıyla yakın bir ilişki içinde olmuş bir kişi. O yüzden bu iki şahsiyetin bu şekilde bir siyasi yükle ve siyasi yüklemle hareket ediyor olması zannediyorum dengeleri sağlayacaktır.
Peki Ünal Bey, son bir soru sormak istiyorum. Sizin yıllar önce, yanlış hatırlamıyorsam 2017’de Hürriyet Gazetesi’ne yazdığınız bir makale vardı “Türkiye-Ermenistan normalleşmesi, ilişkileri ne zaman normalleşir?” başlığıyla, şunu altını çiziyordunuz: “Aslında Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleşmesi Türkiye’de toplumsal demokratikleşme sürecinin bir parçasıdır.” diyordunuz, iki halkların ilişkilerinin normalleşmesinin, barışılmasına vurgu yaparak.
Hala aynı görüşte misiniz? Şu açıdan soruyorum; 2009 protokoller sürecini hatırladığımız zaman biz orada iki toplumun da oldukça yakın çalışmalarla bu sürece hazırlandığını hatırlayacağız. STK’larla, derneklerle, değişim programıyla, gazetecilerin, öğrencilerin gidip gelmesiyle. O zamanki dönem takdir edersiniz daha farklıydı. Toplumda da bir sanki barış arayışı ve barış talebi vardı. Ama şimdi savaş sonrası bir dönemde bulunuyoruz. İki tarafın da hassasiyetleri çok yüksek, hatta üç tarafın da. Azerbaycan’ın da savaşı kazanması, Azerbaycan’ın da bu süreçten aslında tamamen mutlu şekilde çıktığını anlatmıyor. Orada da insan kayıpları var, Ermenistan’a karşı devam eden önyargılar var, rayonlar sorununun “çözülmesi” tamamen buzları eritmiş değil. Şimdi böyle bir durumda ilişkiler başlasa bile – ki Çavuşoğlu’nun açıklamalarında biz, dikkat etmişsinizdir, sınır açılmasını duymuyoruz, temsilcilerin atanacağını ve uçuşların başlayacağını söylüyor sadece, belki sınır daha sonrası için düşünülüyor – böyle bir ortamda normalleşme adımları atılırsa bu sizin 2017’de bahsettiğiniz toplumsal demokratikleşme sürecine pozitif bir etkide bulunur mu?
Ünal Çeviköz: Bulunur. Şu şekilde bulunur Alin Hanım, o kadar güzel bir soru sordunuz ki aslında. Giderek 2017’den bugüne kadar gelişen dinamikleri de bir şekilde irdelememiz gerektiğine inanıyorum bu soruyu yanıtlarken. Ben o makalede söylemiş olduğunuz düşünceyi dile getirirken aslında o sıralarda tabi parametreler farklıydı ve Azerbaycan işgal altındaki topraklarını henüz kurtaramamıştı. Ama bugünkü dinamiklerde Türkiye’nin Ermenistan ile normalleşmesi için ve Azerbaycan- Ermenistan barışına katkıda bulunabilmesi için öncelikle kendi iç barışını sağlaması gerektiğini ve toplumsal bir takım gelişmelerin Türkiye’de mutlaka yaşanması gerektiğini, sivil toplumun bir şekilde bu demokratikleşme sürecinde ön almasını gerektiğini irdelemiş ve onu vurgulayarak bunu kaleme almıştım.
Bugün aslında şartlar daha da ağırlaştı. Çünkü Türkiye’de sivil toplum ve demokratikleşme süreci açısından 2017’ye nazaran dahi çok daha geri bir noktadayız. Ama şunu da belki de söylemekte yarar var, bu adım ve bu Türkiye-Ermenistan normalleşmesi belki işi, benim o zamanlar beklediğimin tamamen tersinden bir sürece dönüştürebilecektir. Böyle bir gelişmenin sağlanmasıyla belki Türkiye’nin ileriye dönük olarak kendi içinde, kendi toplumunda toplumsal huzur ve barışı sağlayabilecek başka adımları atması için de bir örnek teşkil edecektir. Bu da Türkiye’nin demokratikleşmesine çok önemli bir katkıda bulunacaktır. Ben böyle bir ümit içindeyim bu sefer.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***