Doların 10 TL’yi geçtiği ve herkesin Merkez Bankası’nın açıklayacağı faiz oranlarına kitlendiği. Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Tayip Erdoğan dün yaptığı partisinin grup konuşmasında faizlerle ilgili şunları söylemişti;
“Biz iş adamlarına diyoruz ki, sen düşük faizle kredi istiyordun. Al, niye almıyorsun. Bu işadamlarını da anlamıyorum. TÜSİAD’ı vesairesi yüksek faizden bahsediyor. Siz nasıl insansınız. Sen işadamıysan yatırımdan yanaysan işte size kredi. Alın krediyi ve yatırımı yapın. Ben sizden yatırım, istihdam, üretim, ihracat istiyorum. O zaman kaçıyorlar. Bunlar nasıl iş adamı? Sonra bize sallıyorlar. İstediğiniz kadar sallayın tutmaz.”
TÜSİAD Başkanı Simone Kaslowski, T24’ten Murat Sabuncu’nun sorularını yanıtladı. Sabuncu, TÜSİAD’ın ‘Geleceği İnşa’ raporunun uzun versiyonunun tamamını okuduktan sonra kendisine sorular yolladığını ve cevapların dün akşam geldiğini belirtti.
Sabuncu’nun soruları ve Kaslowski’nin yanıtlarının bir kısmı şu şekilde;
TÜSİAD ‘Geleceği İnşa’ raporunu hazırlamaya ne zaman karar verdi? Bu raporu hazırlama noktasına sizi götüren motivasyon ne idi?
Bu kapsamlı çalışmaya iki yıl önce başladık. Dünyada iktisadi büyüme yaklaşımları radikal olarak değişim göstermekteydi. Yeni, adil ve sürdürülebilir bir küresel denge arayışı öne çıkmıştı. Ülkemizde sürdürülebilir büyüme, eğitimin kalitesi, işsizlik, hukukun üstünlüğü gibi pek çok alanda bir atılım ihtiyacı açıktı. Bu tespitimizi aslında çalışmamızın sürdüğü bu iki yıl boyunca çeşitli vesilelerle dile de getirdik, ülke olarak yeni bir hikaye yazmak gerektiğini vurguladık.
Bu düşüncelerle “Yeni Bir Anlayışla Geleceği İnşa: İnsan, Bilim, Kurumlar” raporumuzu, derneğimizin de kuruluşunun 50. Yılı olan bu yıl kamuoyu ile paylaştık. Çalışmamız gelişmiş, saygın, adil ve çevreci bir Türkiye’yi inşa etmek için bir yol haritası niteliğinde. Toplumların refahının en önemli belirleyicilerinin maddi olmayan kaynakları olduğunu söylüyoruz. Odağımızı insani gelişme ve yetkinleşmeye, bilim, teknoloji ve inovasyona, kurumlarımızı ve kurallarımızı kapsayıcı şekilde güçlendirmeye yöneltmeliyiz. Kurumların ve kuralların niteliği hukukun üstünlüğünü, demokrasiyi, ekonomik istikrarı ve toplumsal gelişmeyi sağlamak için vazgeçilmez önemde.
Raporda; ‘gelir adaleti tesis etmekten’, ‘düşük ücretten’, ‘ücret adaletsizliklerinden’ bahsediliyor. TÜSİAD iş dünyası örgütü. Sermaye kesimini temsil ediyor. Sermaye-emek çelişkisini aşabilecek yeni bir yapıdan mı bahsediyorsunuz? Bu çerçevede daha önce TÜSİAD üyesi şirketlerin de sık sık karşı karşıya geldiği sendikalar ve sendikal hareketi şu anki bakış açınızla nasıl konumluyorsunuz?
Gelir adaletsizliğinin azaltılması için ekonomik ve sosyal alanda bütüncül ve kapsayıcı politikalar kritik önemde. Bu bağlamda sermaye ve emek parametresi birbirine bağlı ve ancak birlikte güçlenebilen bir olgu. Bugün, kayıt dışılık sorununun da etkisiyle, sadece çalışan ve işveren sendikaları arasındaki görüşmelerle çözülemeyecek boyutta bir gelir adaletsizliğini de endişeyle gözlemliyoruz. Tüm bu konular güçlü bir sosyal diyalog ile ele alınmalı. Uluslararası rekabeti, ekonomik ve sosyal gelişmeyi gözeten, insana yakışır işi ve tam istihdamı amaçlayan, yetkinlik gelişimini destekleyen, kayıt dışılığı caydıran, üretim ilişkileri bakımından çağa uyumlu politikaların oluşturulması gerekiyor. Bu anlayışın yaygınlaşmasını ve bunun için ihtiyaç duyulan toplumsal ve hukuksal ortamın gerekliliğinin altını çiziyoruz. Son dönemde gündeme gelen, sürdürülebilir değer yaratmayı esas alan paydaş kapitalizmi metriklerinin önemli bir boyutunu da çalışan ilişkileri oluşturuyor. Raporda da belirttiğimiz gibi çalışma koşullarının, sendikal hakların AB standartlarında geliştirilmesi önemli bir adım olacaktır.
1997 yılında Bülent Tanör tarafından hazırlanan ‘Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri’ isimli raporu yayınlamıştınız. 2007 yılında Zafer Üskül tarafından bu raporun daha geniş halini de ‘herkesi kapsayacak yeni bir toplumsal sözleşme’ mottosuyla ortaya koydunuz. Her iki rapor da dönemi için ‘demokrasi konusunda ufuk açan konuları’ gündeme getiriyordu. İlk raporun üstünden 25 yıl ikincisinin üzerinden 14 yıl geçti. Geleceği İnşa raporunuzda da ‘demokrasi vurgusu’ yapılan noktalar var. Konuşmalarınızda da raporda da belirtiyorsunuz ama bir daha sorayım. Türkiye’de demokrasinin bugün bulunduğu durumu nasıl tarif ediyorsunuz?
Demokrasimizin kurumsallaşmamış olması yeni bir durum değil. Türkiye hiçbir zaman, devletin toplum ve bireyle ilişkisinin tam olarak dengeli ve demokratik olabildiği bir ülke olamadı. Zaman zaman geriye giden, yine zaman zaman hızlanan inişli çıkışlı bir demokratikleşme tarihimiz var. Mevcut dönemin de ilerleme dönemlerinden biri olmadığını görmek gerekiyor. Ama unutmayalım, Türkiye bu inişli çıkışlı dönemlerin son toplamında, tarihsel olarak demokratikleşme yolunda artıları daha fazla olan bir ülkedir. Diğer taraftan toplumun farklı kesimleri metropolleşme ile birlikte daha fazla etkileşime girmekte ve bu durum toplumun, özellikle gençlerin demokrasi bilincini ve talebini beslemekte. Bu da gelecek için umut veriyor. Biz de geleceği inşa çalışmamızda, kalkınma ve gelişmenin üç unsurundan biri olarak kurumlar ve kuralların kapsayıcı şekilde güçlendirilmesini savunuyoruz.
Tanör’ün de Üskül’ün de raporlarında ‘Kürt sorunu’ ayrı birer başlık altında işlenmiş ve öneriler sunulmuştu. Geleceği İnşa raporunun hem kısa özetini hem 232 sayfalık tamamını okumuş bir gazeteci olarak raporda ayrı başlık açılmadığını, Kürt kelimesinin 6 kere, o da Konda’nın 2 raporuna atıfta bulunurken ve dipnotlarda geçtiğini gördüm. Sorum şu. Size göre Kürt sorunu çözüldü mü? Çözülmedi ise şu anki durum ve gelecek için nasıl bir yol haritası olmalı? Daha önce bu konularda fikir ortaya koymuş ve önemsemiş bir Dernek olduğunuz için bu soruyu önemsiyorum.
Kürt sorununun tamamen çözüldüğünü henüz söyleyemeyiz. Geleceğimizin inşasında, ülkemizin birikmiş sorunlarını çözme kapasitesini geliştirecek bir zeminin oluşturulmasını çok önemli görüyoruz. Kürt sorunu maalesef dünyadaki pek çok benzeri gibi terörle mücadele ile karışabilen bir sorun. Öncelikle herkesin silahlı mücadelenin bir araç olamayacağını, örgütün silahlı mücadeleden geri dönülmez bir şekilde vazgeçmesinin zorunluluk olduğunu kabul etmesi gerekir. Diğer taraftan teröre karşı mücadele ile temel insan haklarının karıştırılmaması, terörle mücadelenin hakların kısıtlanmasına neden olmaması gerekir. Toplumsal ve siyasal diyalog bu karışıklığı önlemede en önemli aracımızdır. Türkiye her iki amacı aynı anda gerçekleştirebilecek bir olgunlukta ve deneyimde bir ülkedir.
Türkiye’nin doğusunda okullaşma oranlarının düşüklüğüne, Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde eğitime erişimde cinsiyete dayalı farkların giderilmemiş olmasına dikkat çekiyorsunuz. Bu bölgelerde ayrıca Kürt nüfusun çoğunluğu da dikkate alındığında okullaşma kadar anadilde eğitim sorunu yaşandığını da düşünüyor musunuz? Eylül 2012’de seçmeli ders olarak müfredata giren (Kırmanci ve Zazaki) aynı yıl 28 ilde 18 bin 847 öğrencinin seçtiği Kürtçe’nin ilerleyen yıllarda ‘öğretmen yokluğundan ya da yeterli başvuru yok denilerek’ fiili olarak kaldırılmasını’ nasıl karşılıyorsunuz?
Eğitime erişimde cinsiyete dayalı farkların devam etmesinde, kız çocuklarının eğitime ve çalışma hayatına katılması önündeki geleneksel önyargıların hala devam ediyor olması önemli bir faktör. Bölgelerin sosyo-ekonomik koşullarıyla da birleştiğinde, özellikle kız çocuklarının okuldan alınma riski artıyor. Toplumsal zihniyet dönüşümünü sağlamak halen önemli bir mücadele alanı.
Öte yandan, kültürel hakların geliştirilmesi kapsamında ana dilin öğretimi konusunda ülkemiz özellikle AB uyum sürecinde mütevazi bazı adımlar atmaya çalıştı fakat pek bir mesafe alınamadı. Türkiye’de temel müfredat ve eğitim dilinin resmi dil olan Türkçe olması gerektiği yönündeki ve daha önce 2012’de TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonuna verdiğimiz görüşümüzü tekrar etmek istiyorum. O görüşümüzde ayrıca anadilin o dilin edebiyatı ve kültürüyle birlikte kapsamlı bir program olarak öğretilmesi gerektiğini de belirtmiştik. Bu konu hem kültürel haklar hem de pedagojik ihtiyaçlar açısından değerlendirilmeli.
Genel anlamda ‘kurumsuzlaşma’nın zararlarından, özel anlamda Merkez Bankası’nın özerkliğinin öneminden bahsediyorsunuz. Bu durum Türkiye’ye ekonomik olarak ne kaybettiriyor?
Her şeyden önce ülke olarak fakirleşiyoruz. Merkez Bankası esas hedefini unutmamalı. Nedir o, öncelikle enflasyonu kontrol etmek. Bugün konusu edilen cari açıkla enflasyonu kontrol etme meselesi en temel iktisadi kurallarla dahi örtüşmüyor. Geldiğimiz noktada ihracatçımız dahi kurda yaratılan bu oynaklığın ve TL’deki değer kaybının öngörülemez noktaya gelmiş olmasından zarar görüyor. Şirketler tarafına baktığımızda da faiz indiriyoruz maliyet düşürüyoruz söylemleri olmasına rağmen gerçekte bilançolarda yaşanan kur kaynaklı tahribat çok daha maliyetli. Bu kadar faiz indirmemize rağmen, uzun vadeli kredi faizlerine hiçbir şekilde yansıma olmuyor. Merkez Bankasının attığı faiz indirimi adımları ne gerçekten piyasa faizlerine ne de ekonomiye olumlu yansıyor. Aksine bilançolar açısından çok daha maliyetli ve riskli bir süreçle karşı karşıyayız bugün.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***