Geçtiğimiz günlerde İsrail’in önde gelen altı Filistinli sivil toplum örgütünü “terörist” ilan etmesiyle büyük bir tartışma başladı. Bu altı örgüt arasında Raja Shehadeh’in kurucusu olduğu, bölgenin ilklerinden olan insan hakları izleme grubu Al-Haq da yer alıyor. The New York Review of Books’ta Matt Seaton konuyu mercek altına aldı. “Terör” kelimesi ilk ortaya çıktığı yıllarda, devletin insanlara karşı uyguladığı şiddete verilen addı. Seaton, günümüzde çok farklı bir anlam kazanan bu kelimenin serüvenini yazdı. O yazıdan bazı bölümleri Emir Korkmaz’ın çevirisiyle sunuyoruz.
NETANYAHU-EDWARD SAİD POLEMİĞİ
İsrail’in altı örgüt hakkında yaptığı isimlendirme ve ardından yaşanan gelişmeler insanın aklına otuz beş yıl önce Edward Said tarafından yazılmış bir makaleyi getiriyor. ‘’Teröristin Esası’’ adlı bu makale, Said’in, dönemin İsrail’in Birleşmiş Milletler’deki büyükelçisi Benyamin Netanyahu’nun yazdığı Terörizm: Batı Nasıl Kazanabilir başlıklı kitabını inceleyen bir yazıydı. Said o yazısında şöyle diyordu: “Terörizmi tanımlamadan sadece kınayan pısırıkların aksine, Netanyahu cesurca bir tanımlamaya girişiyor: ‘Terörizm’ diyor, ‘siyasi amaçlarla korku uyandırmak için masumları kasten ve sistematik bir şekilde öldürmek, sakatlamak ve tehdit etmektir.’ Ancak bu güçlü felsefi formülasyon, yalnızca istisnalar ve sınırlar konusunda belirsiz olduğu için değil, aynı zamanda Netanyahu’nun kitabında uygulanması ve yorumlanması ‘a priori’ tek bir aksiyoma bağlı olduğu için diğer tüm tanımlar kadar kusurludur: ‘Biz’ asla terörist değiliz; teröristler Müslümanlar, Araplar ve komünistlerdir.’’
1980’lerde bu kitabı yazan Benyamin Netanyahu, daha sonra İsrail’de Likud Partisi’nin liderliğine yükselecek ve 5 dönem ülkeyi yöneten isim olacaktı. Çeyrek yüzyıla yakın bir süre ülkenin yönetiminde söz sahibi olan Netanyahu, tartışmasız İsrail tarihinin en baskın politikacısıydı.
Netanyahu daha sonra yazdığı konuyla ilgili üçüncü kitabı, Terörle Mücadele: Demokrasiler Yerli ve Uluslararası Teröristleri Nasıl Yenebilir, hükümetteki ilk döneminden bir yıl önce, 1995’te ABD’de yayınlandı. O zamandan beri, kitapta yazan teorisini uygulamaya koyma fırsatı buldu. Kitap sayesinde, Filistin topraklarını İsrailliler’in yerleşimine açma ve Filistin topraklarını fiilen ilhak etmesine karşı tüm direnişi ‘terörizm’ olarak tanımlama fırsatı buldu. Şu anda görevden alınmış olsa da ve hâlâ yolsuzluk suçlamalarıyla karşı karşıya bulunsa da, terörle mücadele konusunda çizdiği politika, kendi yerine iktidara gelen eski ordu komutanı Benny Gantz tarafından uygulanmaya devam ediliyor. Bu durum, Netanyahu’ya, çizdiği politikanın devam ettiğini gördüğü için hem koltuğunu kaybettiği hem de hakkında yolsuzluk soruşturmalarının verdiği üzüntüyü bir miktar yok ediyor.
İsrail’in altı kuruluş hakkındaki kararının, ülkenin iç güvenlik teşkilatı Shin Bet tarafından toplanan istihbarat dosyasına dayandığı bildirilmişti. Ancak kısa süre içinde pek çok kişi bu dosyayı ve içindeki iddiaları çürüttü. İddialar, Irak’taki kitle imha silahlarının sözde kanıtlarından, Donald Trump’ın Moskova Ritz-Carlton’daki eğlencelerine kadar, çöp araştırmaları ve kulaktan dolma saçmalıklar için standart bir tanımlama haline gelen ‘dosya’ diye adlandırılmıştı. İddiaya göre bu altı sivil toplum kuruluşu, -İsrail’de yasaklanmış olan- Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin destekçileriydi. Raporun sızdırıldığı dergilerden +972 Magazine, yaptığı incelemede, iddiaların STK’lardan zimmetlerine para geçirdiği için kovulan iki muhasebecinin, başka hiçbir kaynak tarafından doğrulanmayan ifadelerine dayandığını belirledi. Nitekim, bu STK’lara destek veren birçok Avrupalı hükümetin yetkilileri de, iddiaları değersiz bularak, İsrail’in taleplerini reddettiler.
İSTEDİKLERİNİ TERÖRİST İLAN EDİYORLAR
Filistinli kuruluşlar hakkındaki iddiaların temelsizliği ortaya çıksa da, asıl sorun, dünyanın her yerindeki hükümetlerin, muhalifleri devletin ‘telafisi mümkün olmayan düşman’ kategorisine yerleştirme ve onları terörist ilan etme retorik taktiğine güvenmeye başlaması. Ama nasıl oldu da Edward Said’in otuz yıldan fazla bir süre önce teşhis ettiği felsefi formülasyon ortaya çıktı?
FRANSIZ DEVRİMİ’YLE BAŞLADI
Aslında bu yaşananların tarihçesi, başka birçok şeyin de başlangıcı olan, Fransız Devrimi ile başlar. Etimoloji, “terör” ve “terörizm” kelimelerinin günlük dile, Maximilien Robespierre’in Kamu Güvenliği Komitesi’nin “devrimin güvenliği ve adalet adına” 1793’ten 1794’e kadar binlerce kişinin idam edildiği kanlı uygulamalarıyla girdiğini gösteriyor. Bu ilk dönem kullanımın merkezinde yer alan şey, terör ve terörizm ifadesinin, bilhassa devletin, otoritesini ve amaçlarını yıkmaktan suçlu olarak gördüğü kişilere karşı uyguladığı şiddete atıfta bulunmasıydı. Yani terör aslında ortaya çıktığı dönemde bir ‘devlet’ uygulamasıydı.
Terörün ‘devlet şiddeti’ olarak tarif edildiği bu tanım, daha sonra Leon Troçki’nin ifadelerinde kendine yer buldu. Troçki’nin, Fransız Devrimi’nden iki yüzyıldan fazla bir süre sonra, 1920’de, Avusturyalı Marksist düşünür Karl Kautsky’yi kınarken yaptığı tanım aynıydı. Troçki, şöyle diyordu: “Devrimci bir sınıfın devlet terörü, ‘ahlaki olarak’ ancak ilke olarak her türlü şiddeti sözlü olarak reddeden bir adam tarafından kınanabilir. Fakat bu durumda, sizin taktiklerinizin Çarlığın taktiklerinden ne farkı kaldı? Çarlığın terörü proletaryaya yönelikti. Çarlık jandarması, sosyalist düzen için savaşan işçileri boğazladı.”
DEVLET TERÖRÜ ÖRNEKLERİ
Troçki, Bolşeviklerin, devlet gücüyle, düşmanlarını ortadan kaldırarak devlet iktidarını elinde tutmak için ellerindeki tüm araçları kullanma hakkını da, ‘terör’ olarak tanımlanmıştı. Rusya’da Stalinist Terör, 1930’ların sonlarında zirvesine çıkarken, yaşananların devasa dehşeti, -devletin işlediği kitlesel şiddetin son örneğini olmasa da- terimin tarihsel özünü oluşturmuştu. Ardından Almanya’da Nazizm’in vahşeti, Çin’de Mao’nun ve Kamboçya’da Pol Pot’un yaptıkları da bahsedilen tanıma tam olarak uyuyordu.
POST-KOLONYAL DÖNEMİN ESERİ
Peki yıllarca, devletlerin uyguladığı şiddetin adı olan terör, nasıl olmuştu da, tam tersine dönmüştü. Tarihsel dönüşüm ne zaman yaşandı?
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sömürgeci dönemin sonlarına doğru, devletin vatandaşlarına uyguladığı şiddetten, bazı vatandaşları tarafından devlete karşı uygulanan şiddete kaydığını gördüğümüz dönemde. Terör ve terörizmin anlamları, bir anda faillerinin değişmesiyle farklı bir boyuta geçti. Devlet, kamu güvenliği adına (terör ifadesinin ortaya çıktığı ilk dönemi Robespierre’in uygulamalarını hatırlayın) meşru müdafaa iddiasında bulunarak sert tedbirler alma hakkını elde etti.
SÖMÜRGECİLERE İSYAN EDENLER TERÖRİST OLDU
Yani, Netanyahu’nun o kitaplarında dile getirdiği iddialar ve bu semantik dönüşüm, ancak Batı’nın çeşitli post-kolonyal “acil durumlar” deneyimi nedeniyle gerçekleşti. Edward Said’in de belirttiği gibi, esas terörist, bu yeni anlamın yükünü taşıyacak bir ‘öteki’ ve düşman olmalıydı. Bu, Malaya’dan Kenya’ya, Cezayir’den Vietnam’a ve Kuzey İrlanda’ya kadar sömürgecilere isyan eden her yerde, sözde acil durumlarda, kendini gösterdi.
ANLAMINI GÜNEY AFRİKA’DA BULDU
Terörizmin bu sömürge dönemi sonrası yeniden düzenlenmesinin en dikkat çekici örneklerinden biri de apartheid dönemi Güney Afrikası oldu. Şu basit olaylar dizisini düşünün. 1950’de apartheid rejimi, ‘Komünizmin Bastırılması Yasası’nı çıkardı. 1960’da Güney Afrika polisi, bir gösterici kalabalığına ateş açarak Sharpeville kasabasında tam altmış dokuz kişiyi öldürdü, yüz seksen kişiyi yaraladı. Kayıplar arasında yirmi dokuz çocuk da vardı. Katliam, apartheid karşıtı mücadelede bir dönüm noktası haline geldi. İki ana Siyah muhalefet grubu, Pan Afrika Kongresi ve Afrika Ulusal Kongresi (ANC) kısa süre sonra rejime karşı silahlı direniş başlatmaya karar verdi. 1963’te ANC’nin önde gelen bir düzine üyesi, sabotaj eylemleri işlemek için komplo kurdukları şüphesiyle tutuklandı. Arasında ü Nelson Mandelanın da bulunduğu sekiz sanık müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Ardından 1967’de Güney Afrika, ‘kanun ve düzenin korunmasını tehlikeye attığından’ şüphelenilen herkesin yargılanmadan tutuklanmasını onaylayan Terör Yasası’nı kabul etti.
İNGİLTERE’DE TERÖRÜN ANLAMI NASIL DEĞİŞTİ?
Birleşik Krallık’taki terörle mücadelenin tarihçesi, terörün değişen anlamının arkasındaki mekanizma hakkında özellikle zengin ayrıntılar sağlar. Londra’daki yönetim, Kuzey İrlanda’da başgösteren sorunların başlangıcında, milliyetçiler ve birliğe sadıklar arasındaki şiddetli huzursuzluğu bastırmak için İngiliz Ordusu’nu görevlendirmişti. Bu askeri operasyonu yönetmek için atanan isim ise Frank Kitson adlı bir tuğgeneraldi. Kitson, ayaklanmayı bastırma zanaatini ve ayaklanmalara karşı nasıl hareket edileceğini, Kenya ve Malaya’daki acımasız sömürge çatışmaları sırasında öğrenmiş ve tecrübe kazanmıştı. Sırada, şimdi bu taktikleri İrlanda Cumhuriyet Ordusu’na (IRA) karşı Belfast’ta uygulamak vardı, uyguladı da. Bu arada isyan bastırma askerlerin işiyken, terörle mücadele Westminster politikacılarının işiydi.
THATCHER’IN KİŞİSEL GÜNDEMİ
Kuzey İrlanda sorunu, Margaret Thatcher’dan başka hiçbir İngiliz lider için daha büyük olamazdı. Onun için bu kişiseldi zira IRA, arkadaşı ve akıl hocası Airey Neave’i, başbakan olmasından hemen önce 1979’da öldürmüştü. Grup, beş yıl sonra, Brighton’daki Muhafazakâr Parti konferansına düzenlediği bombalı saldırıda da az daha Thatcher’i öldürecekti. 1980’ler boyunca onun temel felsefesi, “Teröristlerle pazarlık yapmayız” idi. Gerçekten de, 1988’den sonra bu yasak ‘onları’ duymayı bile kapsayacak şekilde genişletildi. O yıl hükümet, basın yayın organlarının Sinn Fein’in lideri Gerry Adams gibi kişilerin bile sözlerinin iletmesini yasaklayan bir yasayı çıkardı. TV ve radyo haber merkezleri, Adams’ın konuşmalarını kanun gereği yayımlayamayınca, çözümü sözlerini okumak için aktörler istihdam etmekte buldular.
GİZLİ PAZARLIKLAR ORTAYA DÖKÜLDÜ
Thatcher’ın tutumunun ikiyüzlülüğü, uzun zamandan beri teröristlerle pazarlık yaptığını açıkça ortaya koyan resmi belgelerin yayınlanmasıyla ortaya çıktı. Bu durum, hükümetlerin devlet muhaliflerini kabul edilebilir siyasi aktörler konumuna yerleştirmesinin de ne tür zorluklar içerdiğini de ortaya koydu.
MANDELA BAŞKAN OLDU AMA HALA ‘TERÖRİST’Tİ
Güney Afrika’nın Apartheid rejiminin ANC’yi terör örgütü olarak tanımlamasına ilk destek verenlerden biri Thatcher yönetimi oldu. 1988’de, dönemin ABD başkanı Ronald Reagan da, Thatcher’ın izinden gitti ve Apartheid rejimi gibi ANC’yi terör örgütü olarak tanıdığını ilan etti. ABD Savunma Bakanlığı Mandela ve ANC’yi “önemli bölgesel terörist gruplar” listesine ekledi. Mandela bu tanımlamadan sadece iki yıl sonra Robben Adası’ndan serbest bırakıldı. Buna rağmen, 2008 yılına kadar, Güney Afrika’nın apartheid sonrası ilk başkanı olduğu 14 yıl boyunca, o zaman zarfında görevdeki her Amerikan başkanıyla oturup konuştuğu halde, ABD’nin terör izleme listesinde kalmaya devam etti.
BUSH’UN TERÖRİZM TANIMINA KATKISI
Amerika Birleşik Devletleri, 21. yüzyılın terör ve terörizm tanımlarına istisnai bir katkı yaptı. Başkan George W. Bush’un 11 Eylül 2001’den kısa bir süre sonra Kongre’de ilan ettiği “teröre karşı savaş,” daha önce devletin yerel silahlı direnişe veya sömürgecilik karşıtı isyancılara karşı mücadelesini yeni, küresel bir alana taşıdı. Daha önce hükümetler şiddete başvuran belirli muhalifleri, siyasi veya milliyetçi gerekçelerle meşruiyet iddiasında bulunan (bazen etnik veya dini azınlık statüsüyle talebiyle olsa da) Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ve İspanya’daki ETA gibi grupları yasaklamak için ‘terörist’ ifadesini kullanmışlardı. Buna karşılık, 11 Eylül’den sonra ABD, müttefiklerinin veya bağımlı hükümetlerin istediği veya izin verdiği dünyanın herhangi bir yerinde, istediği bir grubu ‘a priori’ olarak terörist şeklinde tanımlama ve bunlara karşı askeri güç kullanma hakkını kendisine verdi. Bu ‘terörle savaş’ tanımlaması aynı zamanda ABD ve onun görevlendiği kişiler tarafından yakalanan veya kaçırılan ‘düşman savaşçıların’ gözaltına alınması ve onlara işkence edilmesi için uluslararası hukuku alt üst eden bir bahane yarattı.
RADİKALLERE KARŞI İNSANSIZ HAVA ARAÇLARI
Çoğunlukla bu, operasyon nerede sahnelenirse sahnelensin, “radikal İslami” gruplarla savaşma başlığı altında gerçekleştiriliyordu. ABD’nin bu savaştaki ana silahı, insansız hava aracıyla fırlatılan füzeler oldu ve bu uygulamanın niyet ve amaçları, Kongre veya daha geniş anlamda Amerikan halkı arasında, çok az gözetim veya incelemeye tutulabildi. Yalnızca, çok sayıda insanın öldüğü veya cevabı verilemeyecek kadar büyük bir yanlış yapıldığı durumlarda, medyanın da üzerine gitmesiyle bazı konular halkın gündemine gelebildi. Böyle bir vaka, 29 Ağustos’ta bir ABD insansız hava aracının saldırısında ABD ordusu tarafından yanlışlıkla bir terör örgütü üyesi olduğu iddasıyla 10 Afgan sivilin öldürülmesinde yaşandı. Bağımsız araştırma ve izleme grubu Airwars’a göre, ‘teröre karşı savaşın’ yirmi yılında, en az 22.679 (ve muhtemelen bu sayının iki katından fazla) sivil hayatını kaybetti.
TERÖRLE MÜCADELE YASASI, TERÖR ARACI OLDU
Bu yaşananlar karşısında John Dugard’ın 1978’deki sözlerini uyarlamak ve güncellemek mantıklı görünebilir: ABD Vatanseverlik Yasası ve Askeri Güç Kullanım Yetkisi terörle mücadele için tasarlanmış olsa da, yasanın ve yetkinin kendileri terör araçları haline geldi. Ve, ‘eski’ teröristleri hükümete kabul etmek ve onları devlet memuru yapmanın da daha kolay olduğu ortaya çıktı. Tabii burada ‘eski’ kelimesini taşıyan kişilerin, yeni görevlerinde aslında pek çok ‘yeni’ iş üstlenmeleri gerektiğini de unutmamak gerekti.
ARTIK HÜKÜMETLER İSTEDİĞİNİ TERÖRİST İLAN EDİYOR
Şu anda, “terör” kelimesinin etimolojisinde, hükümetlerin herhangi bir kişi veya grubu, kelimenin tam anlamıyla hoşlanmadıkları herkesi ‘terörist’ ilan etme hakkını kendinde bulduğu bir noktaya ulaştık. Terörizm için yeni bir standart, devlet yetkililerini rahatsız eden insan hakları savunucuları ve araştırmacıları da olabilir, çünkü devlet şiddetini kınamak bile başlı başına bir ‘terör suçu’ haline geldi. Bir başka standart ise yanlış zamanda yanlış yerde olan herkes terörist olabilir. Bu, zaman ve yer, ABD’nin “teröre karşı savaş” sırasında düşmanlarını avladığı yere ‘ölümcül’ bir şekilde bitişiktir.
KİM YERLİ TERÖRİST?
Kendini rahatsız edeni terörist ilan etme konusunda örnek İsrail’den gelmişti. ABD hem bu standardı hem de yanlış yer ve zamanda bulunmayı da kullanıyor. Kimi zaman yabancı düşmanlar için, kimi zaman iç düşmanlar için. ABD, kimin yerli terörist olduğu konusundaki tartışmalar için de çok geçerli bir yöntem buldu. 2001’den sonra yerel terörizm tanımı, Amerikalıların çoğuna görece istikrarlı ve sağduyulu göründü: Kendi kendine radikalleşen Müslümanlar. Bu tanımlama, aynı zamanda Amerikan Müslüman topluluklarına yönelik tuzak komploları ve bazı çok rahatsız edici aşırı gözetimlere yol açtı.
HER AN BAŞKA BİRİ TERÖRİST İLAN EDİLEBİLİR
Son yaşanan Kongre baskını gibi olayların ardından şimdi de, bazı beyaz milliyetçi ve beyaz üstünlükçü grupları ve hükümet karşıtı milis örgütlerini ‘yerli terörist’ sınıfına dahil etmek ve yerel terörizmi yeniden tanımlamaya yönelik bir baskı var. Hükümetin kolluk kuvvetlerini ve istihbarat teşkilatlarını uygunsuz hedeflerden daha “hak eden” hedeflere yönlendirmek anlaşılabilir bir liberal refleks olabilir, ama devletin kamu güvenliği adına istediğini düşman olarak tanımlama gücünü artırır. ABD yönetimindeki basit bir değişikliğin ‘Siyahların Hayatı Önemlidir’ hareketini bile kısa süre içinde iç terör çerçevesine yerleştirdiğini hayal etmek zor değil.
150 YILLIK ANLAM KAYMASI DEĞİŞİR Mİ?
Terörün anlamını, kötü niyetli hükümetlerin halkına yaptığı bir şeyden, kötü niyetli bireyler tarafından hükümetleri kızdırmak için uygulanan şiddete dönüştürmek yaklaşık 150 yıl aldıysa, bunun tekrar tersine dönmesi ne kadar zaman alır? Ve bu değişimi hangi tarihsel aktör gerçekleştirecek?
En basit çözüm bu lekeli kelimeyi kamusal söz dağarcığından çıkarmak olabilir. Bugün açıkça görülmesi gereken, itibardan düşmüş ve içi boşaltılmış “terörist” suçlamasının ahlaki kınama gücünün onu kullananlara geri yöneltilmesi gerektiğidir.
EMİR KORKMAZ
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***