Ayşegül KARAKÜLHANCI
ARTI GERÇEK- 1989’da Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle beraber “iki kutuplu dünya düzeni” bir anda pratikte olmasa bile resmi olarak ortadan kalktı. Sovyetlerin dağılması ile birlikte sosyalist düşünce ve vaad ettiği sınıfsız komünist yolda ilerleme fikrine olan inançta da ciddi bir sarsıntı yaşandı. H. Selim Açan’ın “neredeyse yüz yıldır aynı şekilde süren” olarak ifade ettiği; “tek ülkede devrim” tartışması ve bu tartışmanın özünün sosyalist kampın neden çöktüğü sorusunun olduğunu ifade ettiği ‘Bilince Dönüşen Zorunluluk’ kitabında, hem Sovyetler Birliği’nin o tarihsel koşullarda sosyalizmi nasıl kurabildiğini, nelerle mücadele ettiklerini hem de aynı dönemde kendi karşıtına (sosyalizmi kurmayı amaçlarken nasıl kapitalistleştiğine) dönüşmesinin başlangıç hikayesini güncel kaynak ve kanıtlar eşliğinde yoğun bir tartışma ile anlatıyor. Bu tartışmanın yanı sıra Selim Açan kendi ifadesiyle “sosyalizme yeniden çekim gücü kazandırmak” için sosyalizmin insanlığa ne vadettiğinin zihinlerde canlanmasını sağlayacak somut programatik hedef ve politikalar temelinde bir sosyalizm propagandası yürütmeyi ve buna uygun bir mücadele (ve tabii entelektüel ve örgütsel) pratiği sergilemenin gerekliliğini de anlatıyor.
1968’den bu yana örgütlü sosyalizm mücadelesinin içinde olan Selim Açan, Türkiye Devrimci Hareketi’ne dair bir yakın tarih okuması sayılabilecek olan anılarının 1968-1980 yıllarını kapsayan ilk cildi “Bitmedi daha…” ve 12 Eylül sonrasına odaklanılan “Sürüyor O Kavga” ikinci cildinin ardından yeni kitabı “Bilince Dönüşen Zorunluluk” ile iligili Artı Gerçek okurları için sorularımızı yanıtladı:
‘Bilince Dönüşen Zorunluluk’ başlığını taşıyan son kitabınız geçtiğimiz günlerde Sel Yayıncılık tarafından yayımlandı. Kitabın konusu hakkında bilgi verir misiniz?
Sovyetler Birliği örneğinden hareketle tek ülkede sosyalizmi inşa yöneliminin Marx ve Engels’in öğretileriyle çelişip çelişmediği konusunu ele alıyorum. Marx ve Engels’in bilimsel sosyalizm öğretisinin temellerini atarken komünist devrimi hiçbir zaman tek ülkeyle sınırlı düşünmedikleri bilinir. Onlar tam tersine proleter devrimin Avrupa’nın en azından birkaç gelişmiş kapitalist ülkesinde eşzamanlı -en azından kısa süre içinde birbirini takip edecek ardışık devrimler şeklinde- gerçekleşecek bir “birleşik devrim” olması gerektiği görüşündeydiler. Bunu sosyalizmi inşa edebilmenin önkoşulu sayıyorlardı. Gerçi ilerleyen yıllarda bu konuda onlar da kimi esnemeler gösterdiler ama hayat zaten bu öngörüden farklı aktı. Gramsci’nin deyişiyle “olaylar ideolojiyi aştı”. Lenin’in önderlik ettiği Bolşeviklerin öncülüğünde proletarya, Çarlık Rusyası gibi geri bir tarım (köylü) ülkesinde iktidarı ele geçirdi. Bu sadece dünya burjuvazisinin değil II. Enternasyonal önderlerinin de beklemediği, dahası günümüzde bile kendisini “Marksist” olarak tanımlayan birçoklarının “Marksizme aykırı” hatta ondan “sapma” olarak değerlendirdikleri bir gelişmeydi.
Kitap, bu tartışmadan yola çıkıyor; 1925 sonrasının koşullarında Sovyetler Birliği gibi kıta büyüklüğünde bir ülkede sosyalizmi inşa yönelimine girilmesinin Marksizme aykırı mı yoksa tam da onun devrimci karakterine uygun bir tutum ve yönelim mi olduğu konusunu ele alıyor.
‘TEK ÜLKEDE SOSYALİZM’ MARKSİST HAREKETİN SAFLARINDA YÜZ YILA YAKLAŞAN BİR TARTIŞMA KONUSUDUR’
“Tek ülkede sosyalizm” konusu Marksist çevreler içinde bugüne kadar çok sert tartışmalar ve kamplaşmalara neden olmuş bir konu. Bu konuda siz kendinizi nerede görüyor, nasıl konumlandırıyorsunuz?
O dönemin nasıl değerlendirildiği konusu, dediğiniz gibi, Marksist hareketin saflarında yüz yıla yaklaşan bir tartışma ve saflaşmanın konusudur. Marksizm-Leninizmi, bu bağlamda proletarya sosyalizmini kendisine rehber alan örgütlü bir devrimciliğe adım attığım 1968 sonlarından beri mensubu olduğum devrimci çevre gibi ben de bu saflaşmada “Stalin yandaşı” bir tutum sahibiydim. Lenin’in takipçisi olarak onun o tarihsel koşullarda Sovyetler Birliği proletaryası ve halklarının önüne sosyalizmi inşa tarihsel hedefini koymuş olması bana göre de tek devrimci yönelimdi. Kitaba dönüşen son yıllardaki okumalarımdan sonra bu kanaatimi bugün daha da pekişmiş olarak koruyorum.
Bırakalım birleşik ya da ardışık bir devrimler dalgasını Avrupa’nın gelişmiş kapitalist ülkelerinin bir tekinden bile proleter bir devrimin yardıma gelmeyeceğinin ayan beyan ortaya çıktığı o koşullarda sosyalizmi inşaya yönelmek dışındaki diğer bütün stratejik önermeler lâfta keskin devrimci görünümlerine karşın tarih yapma iradesi ve cüretinden yoksun bir iradesizliğin, proletaryanın 1917 Ekimi’nde ele geçirdiği iktidarın elinden kayıp gitmesiyle sonuçlanması kaçınılmaz çürütücü bir eylemsizliğin savunulmasıydı. O yollardan herhangi biri tutulsaydı şayet, bizler bugün, ders almamız gereken hataları ve yanlışları dahil insanlığın önüne büyük ufuklar açan esin verici başarıların bir tekini bile yaşamamış olarak silinip gitmiş muazzam bir tarihsel başarısızlık ve geriye dönüş örneğini tartışıyorduk olurduk.
‘UCUZ VE BEYLİK REFLEKSLER’
Fakat o girişimin nasıl sonuçlandığını da 1989’da gördük. Bu başarısızlığı neye bağlıyor, nasıl açıklıyorsunuz?
Bütün eşitsizliklerin, sömürünün ve sınıfların ortadan kalktığı komünizmin özgürlük dünyasının kurulabilmesini bazıları “insanın doğasına aykırı, bu yüzden de gerçekleşmesi olanaksız bir hayal” olarak görür. 20. yüzyıldaki sosyalizmi inşa girişimlerinin kapitalizme geriye dönüşle sonuçlanmasını da buna bağlarlar. Kusura bakılmasın ama bu, bilgiden ve düşünceden yoksun, anti komünist propagandanın empoze ettiği çok ucuz ve beylik bir reflekstir.
Ne var ki, kendilerini herkesten daha Marksist gören birçoklarının bu soruya verdikleri yanıtlar da neredeyse bu boş inanç kadar düz, tek yanlı ve basittir. Bunların büyük çoğunluğu koskoca bir tarihsel dönem ve arkasından yaşananları kişilerin tutum ve eylemlerine bağlayıp onların doğruları ya da yanlışları ekseninde açıkladıkları iddiasındadır. Daha açık bir ifadeyle o tarihi Stalin-Troçki karşıtlığı ve çekişmesine indirgerler. Başka bazıları 1917’deki Ekim Devrimi’ni bile “tarihin olağan akışına yapılmış darbeci bir iradi müdahale” olarak görüp sonrasında yaşananları ona bağlarlar. Bunlara benzer daha bir dizi tek boyutlu “açıklama” örneği verebiliriz.
Bunların hepsi her şeyden önce yöntem olarak Marksizm dışıdır. Tarihsel olgu ve süreçleri yaşandıkları dönemin tarihsel koşullarıyla bağlantısı içinde nesnel ve öznel etkenlerin toplam sonucu olarak ele alıp bu gerçeklik temelinde yorumlamak-değerlendirmek yerine keyfi olarak seçilmiş parçalara, dahası baştan belirlenmiş taraftar pozisyonuna dayalı olarak “açıklama” iddiası idealist tarih anlayışının daniskasıdır.
Yönteme dair bu alt çizmenin ardından sorunuza gelecek olursam, gerek 1930’lu yılların sosyalizmi inşa sürecinde yapılan hatalar ve işlenen suçlar hem de sonrasındaki geriye dönüş süreçleri ne tek –ya da seçilmiş birkaç- etkene ne de kişilere bağlanabilir. Bunlar, somut tarihsel koşullarla bağlantısı içinde bir dizi öznel ve nesnel etkenler toplamının sonucudur. Bu yöntemden hareketle, 1930’lu yıllarda üstelik Çarlık Rusyası gibi maça 3-0 geriden başladığımız bir ülkede sosyalizmin inşası konusunda elde ettiğimiz muazzam başarılar yanında insanlığın kurtuluşunu amaçlayan sosyalizm ve sınıfsız komünist toplumu inşa tarihsel amacımızla, onun etik değer ve ilkeleriyle bağdaşmayacak nitelikte hangi vahim yanlışların yapılıp hangi suçların işlendiğini de kitabımda net bir dille özetlemeye çalıştım.
‘STALİN DÖNEMİ’
Kitabınızın ana tezlerinden biri de “Stalin dönemi” olarak da bilinen 1930’lu yıllara dair bugüne dek bildiklerimizin eksikliği, dahası çarpıtılmış bilgilere dayalı olduğu tezi. Bu iddianızı biraz açar mısınız?
Burjuvazi ve gericiliğin Marksizmi ve komünizm idealini elinden geldiğince lekeleyip gözden düşürme çabaları neredeyse kapitalizmin tarihi kadar eski bir sınıfsal reflekstir. Burjuvazi, egemen sınıf konumuna geldiği andan itibaren tarihteki bütün devrimci önderler ve düşünürler gibi Marksizmin önderlerini de çamura bulamak için elinden geleni yapmıştır. Bunun yöntemlerinden birini Lenin, Devlet ve İhtilal’in girişinde şöyle tanımlar: “Egemen sınıflar, sağlıklarında büyük devrimcileri ardı arkası gelmez kıyıcılıkla ödüllendirirler; öğretilerini en vahşi düşmanlık, en koyu kin, en taşkın yalan ve kara çalma kampanyalarıyla karşılarlar. Ölümlerinden sonra (ise) büyük devrimcileri zararsız ikonlar durumuna getirmeye, söz uygun düşerse azizleştirmeye, ezilen sınıfları ‘teselli etmek’ ve onları aldatmak için adlarını bir hâle ile süslemeye çalışırlar. Böylelikle, devrimci öğretiler içeriğinden yoksunlaştırılır, değerden düşürülür ve devrimci keskinliği giderilir”.
Bunun tek istisnası Stalin’dir. Burjuvazi ve gericiliğin Stalin’e duyduğu sınıf kini ve nefret, onun ölümü ve Soğuk Savaş’tan sonra da hafifleyip yumuşamaya yüz tutmak şurada dursunsık sık alevlenip büyüyerek sürmüştür. Troçkizm ve Troçkist tarih yazımının bu konudaki özel rolünü de unutmamak lâzım. Onun hakkında öyle iftiralar üretilmiştir ki, magazin basınının asparagasları bile bunların yanında masum kalır.
Bu kitabın hazırlık sürecinde bazılarını geçmişte bir kaç kez okuduğum kaynaklar yanında 2000 sonrasında yayınlanmış çok sayıda tarih çalışmasını diğerleriyle karşılaştırmalı olarak okuma olanağı buldum. Bunları okurken bir zamanlar taraf olduğum bir konudaki bilgilerimizin aslında ne kadar eksik, ne kadar yetersiz, dahası çoğu düpedüz üretilmiş ya da özellikle saklanmış kırık dökük bilgi parçacıkları olduğunu gördükçe hem kendi cehaletimden utandım hem de çoğunu Troçkist tarih yazıcılarından edindikleri bu bilgi kırıntılarına dayalı olarak otorite pozları takınıp hâlâ ahkam kesenleri gözümün önüne getirerek acı acı güldüm. Kendilerini “Stalin’in muhafızı” olarak görenler de bu cehaletten azade değil. Yıllardan beri “gözünü iktidar hırsı bürümüş, önüne geleni kurşuna dizdirip muhaliflerini bu yolla tasfiye eden bir cani” olarak gösterilmeye çalışılan Stalin’in 1936-’38 yargılamaları sürecinde Merkez Komite içinde azınlıkta kalıp hem rejimi ve partiyi demokratikleştirme planlarını hayata geçiremediği hatta hem de canını ancak kimi tavizler vererek kurtardığı bilinmez mesela. Keza 1929 yılından itibaren Stalin’in sağ kollarından biri haline gelen, 1936 Anayasası’nın taslağını hazırlayanlar arasında yer almasının yanında yeni seçim sistemini ve yeni parti programını hazırlayacak komisyonlarda da yer alan Y. A. Yakovlev, A. İ. Stetsky ve B. M. Tal gibi tarihçi Jukov’un “Stalin grubunun beyin takımı” olarak tanımladığı kimi kadroların da o kesitte MK çoğunluğunu oluşturan yozlaşmış kadroların dayatmaları sonucu kurşuna dizildiklerinden kanımca çoğu “Stalinist” bile habersizdir.
Yuriy Jukov adındaki Rus tarihçi ‘Öteki Stalin‘ başlığını taşıyan Türkçeye de çevrilmiş araştırmasında belgeleriyle ortaya koyar bu gerçekleri. Üstelik Jukov sadece Stalin’den değil Lenin’den de hiç hazzetmeyenbir anti komünisttir. Ancak yazdığı bu kitap gibi henüz Türkçeye çevrilmemiş diğer kitap ve İngilizce makaleleri, 1980 sonrası Gorbaçov ve Yeltsin dönemlerinde ucu biraz açılır gibi olan Sovyetler Birliği arşivlerinde ulaşabildiği belgeler üzerinde 15 yıl süren bir incelemenin ürünleridir. Jukov’un açığa çıkardığı gerçeklerden biri de, Stalin’in ilk olarak 1936 Anayasası’nı hazırlık sürecinde gündeme getirdiği ardından daha savaş sürerken 1944’te tekrar gündemleştirdiği ama her ikisinde de parti bürokrasisi tarafından önce suskunluk fesadıyla karşılanıp sonra da pratikte işlemez hale getirilen rejimi ve partiyi demokratikleştirme girişimlerinin ayrıntılarıdır. Her ikisinde de bu konunun ele alındığı 1937 Şubat-Mart Plenumu’nu olsun 1947 Plenumu’nu olsun bizler zaten bu sayede öğreniriz. Ki 1937’deki Şubat-Mart Plenumu, SBKP tarihinin en uzun süren plenum toplantısıdır (iki hafta sürmüştür). Bu plenumların yapıldıkları bile 1986’dan sonra açığa çıkmıştır. Üstelik 1947 Plenumu’na dair tek bir belge-tutanak vb. hâlâ ortada yoktur. Bunlar gibi öyle çok örnek var ki. Kitapta bunları sergilemeye çalıştım. 1990’ların başında henüz dağılmamış olan Sovyetler Birliği ordusunda albay olmasının yanı sıra Duma (parlamento) üyesi olan Viktor Alksnis’in 2000 yılında önce Elementi adındaki ulusalcı bir Rus gazetesinde, sonrasında da Rus tarihçi Vladimir L. Bobrov’la yaptığı bir söyleşide dile getirdiği bir görüş, “Stalin düşmanı” tarih yazımının içyüzü ve güvenilirliği konusunda çok şey anlatır kanımca. Dedesi 1937 yılında yargılanıp infaz edilen ordu komutanlarını yargılayan askeri mahkemenin üyelerinden olup sonra onun da kurşuna dizildiği bir generalin torunu olan albay Alksnis, Tuhaçevski ve ordu komutanlarının yargılandığı davanın bugüne dek hiç kimsenin ucunu dahi görmediği tutanaklarını özel izinle inceledikten sonra şunu söyler:
“Eğer o yıllardaki olaylar hakkında, ideolojik dogmalardan arındırılmış bir şekilde objektif bir araştırma projesi yapılsaydı, bizim o yıllara dair ve o dönemin şahsiyetlerine karşı tavrımızda çok şey değişebilirdi. Bu da elbette üzerimize bir ‘bomba’ düşmesi anlamına geliyor”.
‘SOSYALİZME YENİDEN ÇEKİM GÜCÜ KAZANDIRMAK’
Marksist çevrelerin kapitalizmin sebep olduğu felaketler üzerinden propaganda üretmesini yanlış bulduğunuzu ifade ediyor, Marx’tan “bilinç, dünyanın istemese de kazanmak zorunda olduğu bir şeydir” cümlesini alıntılıyorsunuz. Bu bilincin kaynağı sizce kapitalizm midir yoksa nedir? İnsanlara sosyalizm en doğru hangi araçlarla anlatılır?
Ben asıl olarak sosyalizmin kapitalizmin neden olduğu acılar, çürüme ve felaketlerden hareketle yani korkulara hitap ederek propaganda edilmesinin yanlışlığına dikkat çekme çabasındayım. Bu yöntemle özellikle de günümüzün genç kuşaklarına hiç bir şey anlatmış olmayız. Tabii ki kapitalizmin eleştirisini ve teşhirini yapacağız. Ancak sosyalizme yeniden çekim gücü kazandırmak istiyorsak, propaganda ve ajitasyonumuzu bunun üzerine kuramayız. İşin bu yönünü de ihmal etmeden komünizmin başlangıç evresi olarak sosyalizmin insanlığa ne vadettiğinin zihinlerde canlanmasını sağlayacak somut programatik hedef ve politikalar temelinde bir sosyalizm propagandası yürütmeli, buna uygun bir mücadele (ve tabii entelektüel ve örgütsel) pratiği sergilemeliyiz.
Temellerini Marx ve Engels’in attığı proletaryanın bilimsel sosyalizm öğretisi elbette kapitalizmin devrimci bir eleştirisi üzerinde yükselmiştir. Marx’tan aktardığınız cümle, onun 1843 Eylül’ünde Arnold Ruge’ye yazdığı mektubunda yer alır. Orada Marx bir yönüyle bilimsel sosyalizm öğretisinin –aynı anlama gelmek üzere Marksizmin- masa başında üretilen entelektüel bir fantezi ürünü olmadığı gerçeğini anlatmaya çalışırken;sizin aktardığınız yönüyle de insanlığın sınıflı toplumların ortaya çıkışından itibaren yürüttüğü eşitlik ve özgürleşme kavgasının eninde sonunda sosyalizmle noktalanacağına dair inancını dile getirir. Bu anlamda sosyalizmin kaçınılmazlığını vurgular.
Bazıları bu kaçınılmazlığı mekanik bir yoruma tabi tutar. Tarihin akışına bilinçli müdahalenin, bu anlamda devrimci iradenin, politikanın ve pratiğin zorunluluğunu reddeden bir kendiliğindenlik teorisi (ve pratiği) şekline sokarlar. Emperyalist kapitalizmin kendisinin ürettiği çelişki ve açmazların batağında boğulup gideceği hayalini körüklerler. Bu tür yaklaşımlar her şeyden önce Marksizmin devrimci özü ve karakteriyle bağdaşmaz.
Zaten geçmişte olduğu gibi günümüzde de “tek ülkede sosyalizm” tartışmaları bir yönüyle de Marksizmin devrimci özünün ve Marksist karakterde bir devrimciliğin nasıl anlaşıldığına dair bir tartışma ve farklılıktır. Sovyetler Birliği’nde 1925 kavşağında yaşanan parti içi tartışma ve ayrılıklarda kimlerin gerçekte nasıl bir pozisyon sahibi olduklarını kitapta da bu eksende ele alıyorum.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***