Her alanda temel ilkeler vardır. Adalet de siyasetin temel ilkesidir. Siyasi muhalefetin temel ilkesi ise adalet talebidir. Adalet talebi, talep edenin âdil olmasını da içerir. Adalet ise gerçeğe uygunluk ve hakkaniyetle gerçekleşir. Abartılı tenkit, aşırı yorum ve hakkaniyetin kaybolması adaletin gerçekleşmesinin önündeki en büyük engellerdir.
Adalet yanında siyasetin bir diğer temel ilkesi de özgürlüktür. Ancak özgürlük yalnızca siyasetin değil insanla alakalı tüm alanların temel ilkelerdendir. Dolayısıyla siyaset düşüncesinin üzerine oturacağı ve siyaset alanına giren en kuşatıcı ve belirleyici metafizik ilke adalettir. İbn Sina’dan Gazali’ye siyaset üzerine yazan İslam düşünürleri adalet ilkesine vurgu yapmış ve ideal siyaseti adalet üzerinden temellendirmeye çalışmışlardır.
Bediüzzaman Said Nursi’nin Kur’an’ın dört temel ilkesinden birisi olarak betimlediği adalet ilkesi, insanlar arasındaki ilişkileri düzenlemede dolaysıyla siyasette Kur’an’ın temel referans noktası olarak vaz’ ettiği bir esastır. Hatta adalet o kadar önemli bir ilkedir ki, öldükten sonra dirilme ve hesaba çekilmenin gerekliliği gibi bazı inanç esasları adalet kavramı üzerinden delillendirilir.
Adalet İslami literatürde yalnızca normatif olanı ifade etmez aynı zamanda epistemolojik içeriği de vardır. Adl, dilde misliyet, bir şeyin bir başka şeye benzerliğini ifade eder. Mutabakat anlamı ile adl, gerçeğe uygunluk anlamını da ifade eder.
Bediüzzaman Said Nursi, dini kavram ve sembolleri yorumlarken onları gerçekte ne ise o olarak anlamaya ve yorumlamaya çalışır. Dini kavramların asıllarını ve gerçekte ne anlama geldiklerini, güncel karşılıklarını dikkate alarak yorumlar. Nitekim Deccal ve Süfyan hakkındaki yorumlarında onun bu hassasiyetlerini görürüz.
Bediüzzaman, dönemin zor şartları altında az sayıdaki talebesi ile her türlü baskıya direndi. Zira takipçileri onun dini açıdan bir misyonu olduğuna inanmıştı. Muhalefet ettiği kişi ve grupları da dini açıdan belirli bir konuma yerleştirdikleri için Said Nursi’nin muhalefetini gerekçelendirmek için çok söz söylemesine gerek kalmıyordu. Bediüzzaman’ın talebelerinin Süfyan ve Deccal gibi kavramlardan siyasi açıdan kuvvetli bir argüman olarak yararlanması, politikacıları rahatsız ettiğinden dolayı, Nursi’nin Deccal ve Süfyan’la alakalı 1915 de kaleme aldığı 5. Şua adlı risale birçok defa dava konusu oldu. Fikirlerini açıklamasını zorla engellemeye çalıştılar. Ancak bu konular sembolik açıdan anlamlı olduğundan, sürekli dile getirilmeye ve açıklanmaya ihtiyaç duymadan her kesim tarafından kolayca algılanabiliyordu. Hatta çoğu zaman sükût bile yeterliydi. Ancak 1980 ihtilali sonrası ortaya çıkan kişilerin Süfyan ve Mehdi kavramları üzerinden yaptığı yalan ve abartıya dayalı aşırı yorumlar, tarihte bile örnekleri az görülen sapkın bir hareketin ortaya çıkmasına sebep oldu. İran devriminin etkisiyle Şiî kaynakların da tercüme edilmeye başlanması Mehdi ve Süfyan hakkındaki bilgi kirliliğinin daha da yaygınlaşmasına sebep oldu. Süfyan, deccal ve Mehdi kavramları üzerinden üretilen yalanlar ve aşırı yorumlar bu kavramların değerinin ve siyasi muhalefet açısından anlamının tamamen kaybolmasına sebep oldu. Devlet, baskıyla gerçekleştirilemeyen sonuç abartılı sapkın bir propagandayla farklı bir yoldan gerçekleşmiş oldu. Sonuçta birçok kişi için bu kavramlar içi boş sembollere dönüştürüldü.
Söylemin abartı ve aşırı yorumla gerçeklikten kopması kadar önemli bir problem de söylem ve eleştirinin hakkaniyetten uzaklaşmasıdır. Şu an AKP rejimine karşı yürütülen muhalefette zaman zaman hakkaniyetten uzaklaşma ve tenkit hırsıyla taban ile AKP siyasi elitleri arasındaki farkı görmezden gelme eğilimleri gözlenmektedir. Muhalefet dilinin yalnızca AKP rejimine değil, rejimin istismar ettiği dini değerlere de yönelmesi, muhafazakâr insanlara karşı bazen abartılı ve tahkir edici bir dil kullanılması, şu an AKP iktidarına adeta can simidi olmaktadır. AKP’ye kendi tabanını kemikleştirmek için en fazla ihtiyaç duyduğu karşıtının eleştirisinden beslenerek propaganda yapabilme imkanı sunmaktadır. Halbuki adaletin olmazsa olmaz unsurlarından birisi misliyet bir diğeri ise hakkaniyettir. Eleştiri için hakkaniyetten ayrılma, muhalefetin haklılığını ve adalet talebinin meşruiyetini de zedeler. Bundan dolayı Kur’an-ı Kerim “Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin ve öfke sizi adaletsizliğe sürüklemesin” (Maide suresi 8) ilkesini getirir.
Aşırı ve kontrolsüz eleştiri biraz da sosyal medyanın etkisiyle alakalıdır. Eskiden bir grup adına fikir beyan edebilenler ancak o grubun içindeki elitlerdi. Elitler açıklamalarında daha siyasi olabiliyor, karşı tarafta galeyana yol açabilecek mevzulardan kaçınabiliyordu. Şimdi herkes sosyal medya aracılığıyla istediği gibi konuşabiliyor. Bu da gruplar arası polarizasyonun, kutuplaşma, gerilim ve mesafenin artmasına sebep oluyor. İnsanlar konuştukça ne kadar birbirinden farklı olduğunu fark ediyor. Bugün Amerikan siyasetinde de bu çok büyük bir sorun. İnsanların eskiden de kürtaj, ırkçılık, göçmenler, lgbt vb. konularda farklıkları vardı ama elitler arası siyaset bu farklılıkları azaltıyordu. Mesela Demokrat siyasetçiler Amerikan halkının genelinde tepkiye yol açabilecek mevzuları çok ön plana çıkarmamaya çalışıyordu. Ama şimdi sosyal medya sayesinde insanlar birbirlerinden ne kadar farklı olduğunu ve farklı düşündüğünü görüyor. Bu da toplumsal zeminin altını oyuyor. Hatta tabanda yaşanan bu kutuplaşma grup ileri gelenlerini de radikalleşmeye zorluyor, bu da siyasetin tepesinde tıkanıklığa ve uyumsuzluğa yol açıyor.
Teknoloji ve iletişim imkanlarının gelişmesiyle birlikte sözde insanlar birbirini daha iyi tanıyacak, bu da diyalog, hoşgörü, çoğulculuk gibi değerleri güçlendirecek ve dünya barışına katkıda bulanacaktı. Ama maalesef tam tersi oldu.
İşte bu polarizasyonun daha da artmaması için muhalefet ve kritik de gerçeklikten kopmama ve hakkaniyetli davranmak en önemli esaslardır. Adil olmak yeterli değil, size ne yapılırsa yapılsın karşınızda kim bulunursa bulunsun asla adalet ve hakkaniyetten ayrılmamanız gerekir. Haksızların hakkına da saygı duymak gerekir. Ne olursa olsun, AKP tabanının din ve düşünce özgürlüğüne evrensel hukukun tanıdığı çerçevede saygı göstermek gerekir.
Bu noktada şöyle bir itiraz gelebilir. Ben, bağımsız bir bireyim ve nasıl konuşacağıma ben karar veririm, diyerek üslubunun yalnızca kendisini ilgilendireceğini ifade edebilir. Bu doğru; isteyen istediği gibi konuşur kimseyi sınırlandırma hakkımız yok. Ayrıca kendimizi kimseye üslup dersi vermek suretiyle başkalarından üstün göremeyiz. Ancak şunu da unutmayalım ki hangi üslup doğrudur hangisi yanlıştır konusunu tartışmıyoruz. Karalayıcı ve tahkir edici üslubun karşı tarafta uyandırdığı etkiyi tartışıyoruz. Karşı tarafa bir taş atıldığı zaman insanlar yalnızca taşın geldiği yöndeki kalabalığa odaklanır, kimin attığına değil. Taşı atan zaten muhalif birisi, dolayısıyla attığı taşın hesabını karşı tarafın tamamından sormayalım demez. Peki ne yapmalı?
Hiç kimseyi susturamayız; ne bunun için hukuki müeyyideler var ne de vefa dışında ahlaki bir gerekçe var. Herkes kendinden sorumludur. Ancak insanlar bir tarafta hala zulüm altında inlerken onları dışarıdan savunmanın bize kazandırdığı avantajları kendi hırslarımız ve arzularımız için kullanmak bizi onlara karşı ahlaken sorumlu yapar. Zalimi ve zulmü durdurmak için gerekli tedbirleri almak ve meşruiyet çizgisini tahkim etmek yerine hakaret ve tezyif etmeyi tercih etmek zulüm süreçlerinin uzamasına sebep oluyorsa bundan dolayı sorumlu oluruz. Hakaret etme şehvetine prim vermeden, asla adalet ve hakkaniyetten ayrılmadan siyasi mücadelemizi sürdürmeliyiz. Haklı olmanın sağladığı krediyi karşı tarafa hakaret etmek için kullanarak en büyük kredimiz olan hakkaniyeti yitirmemeliyiz.
AYHAN TEKİNEŞ
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***