YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU
İnsan haklarının en çok ihlâl edildiği zamanlar, savaş zamanlarıdır. Çünkü savaşlarda kanun ve kurallar devre dışı kalır. Kin, düşmanlık ve öç alma duygularıyla hareket edilir. Zafer kazanma adına her şey mubah görülür ve Makyavelist düşünce esas alınır. Savaş halinde olunan düşmanların da en nihayetinde “insan” oldukları unutulur. Savaş tarihine dair yazılan kitaplara bir göz atıldığında veya savaş müzeleri gezildiğinde, insanların düşmanlarına reva gördükleri türlü türlü vahşet ve işkenceler bütün çıplaklığıyla görülür.
Çok gerilere gitmeye gerek yok. Son yüzyılda yapılan savaşlar bile incelenecek olsa, askerlerin, düşmanlarına yaptıkları işkencelerle, tecavüzlerle, soykırımlarla, toplu katliamlarla nasıl insanlıktan çıktıkları esefle müşahede edilir. Toplama kamplarındaki savaş esirlerine ve rehinelere yapılan insanlık dışı muameleleri bilmeyen yoktur. Aynı şekilde savaşlarda kamuya veya özel kişilere ait mallar yağmalanır, şehirler yakılıp yıkılır, yaralılar infaz edilir, siviller katledilir. Günümüz savaşlarında kitle imha silahlarının kullanılması zaten başlı başına bir insan hakları sorunudur. Maalesef ne kanunlar ne de uluslararası bildiri ve sözleşmeler savaş suçlarının önüne geçemiyor.
İslâm, asırlar önce vaz ettiği hükümleriyle savaşı belli kurallara bağlamış ve savaş ortamında dahi elden geldiğince insan hakkı ihlâllerinin önüne geçmiştir. Savaş hükümleri, kamu hukukunun bir alt dalı olan “devletler umumi hukuku”nun alanına girer. Batı’da devletler hukukunun ortaya çıkışı çok yenidir. İslâm tarihinde ise devletler hukuku, fıkhın diğer şubeleriyle birlikte ortaya çıkmıştır. Mesela İmam Muhammed’in (v. 189/805) sekiz ciltlik “es-Siyerü’l-kebir” isimli eseri baştan sonra bu konuyu ele alır. Dolayısıyla İslâm’ın bu alanda vaz ettiği hukuk kurallarının Batı’ya nispetle en az sekiz asır bir önceliği vardır. Bu yazıdaki maksadımız İslâm’ın savaşı belli kurallara bağladığını ve bu kuralların uygulanması durumunda savaş suçlarının ve insan hakkı ihlâllerinin büyük oranda önüne geçilebileceğini göstermektir.
ASIL OLAN BARIŞTIR
En başta şunu ifade etmek gerekir ki İslâm’da barış asıl, savaş ise arızi ve istisnai bir durumdur. Şu âyetler açıkça barışı yüceltir ve insanları sulh içinde yaşamaya çağırır: “Sulh (daima) hayırlıdır.” (Nisâ sûresi, 4/128) “Ey iman edenler! Hepiniz toptan barış ve selamete girin de şeytanın adımlarını izlemeyin.” (Bakara sûresi, 2/208)
Mücbir sebepler olmadıkça savaşa başlamama ve barış içinde yaşama önemli bir esas olduğu gibi, Kur’ân’a göre savaş esnasında yapılan barış tekliflerinin de kabul edilmesi ve savaştan vazgeçilmesi gerekir. Nisâ sûresinde şöyle buyrulur: “O halde, onlar sizden uzak durur, sizinle savaşmaz ve size barış teklif ederlerse, o takdirde Allah onlara saldırmak için size yol vermez.” (Nisâ sûresi, 4/90) “Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah’a güven.” âyeti de aynı hususu emreder. (Enfâl sûresi, 8/61)
Bunların yanı sıra bir çok âyette fesadın/ifsadın (bozgunculuğun) yasaklanması ve ıslahın (insanların arasını bulmanın ve düzeltmenin) emredilmesi de konumuz açısından önemli mesajlar ihtiva eder.
“Doğduğum gün de, öleceğim gün de, dirileceğim gün de bana selam olsun.” (Meryem sûresi, 17/33) “Rahman olan Allah’ın kulları, yeryüzünde mütevazı yürürler. Cahiller kendilerine sataştıkları zaman ‘selam’ derler.” âyetlerinde de barış ve esenliğin önemi vurgulanır.
Bunların yanı sıra İslâm lafzının kelime kökü itibarıyla sulh, barış, güven ve esenlik anlamlarına geldiğini hatırlatmakta fayda var. Müslüman lafzı da aynı kökten gelir. Nitekim Peygamber Efendimiz’in Müslümanı, “diğer insanların elinden ve dilinden emin olduğu kişi” (Buhari, İman, 4, 5) şeklinde tarif etmesi kelimenin kök anlamıyla irtibatlıdır. Dolayısıyla Müslümanlar, Allah’ın kendilerine verdiği isme ve Allah Resûlü’nün bu tanımına uygun hareket etmekle mükelleftirler. Allah’ın isimlerinden birinin es-Selam (esenlik veren) olması ve Müslümanların kendi aralarındaki selamlaşmayı yine “selam” lafzıyla yapmaları da barış fikrinin İslâm’daki ağırlık ve önemini gösterir.
Allah Resûlü (s.a.s) hayat-ı seniyyeleri boyunca Kur’ân’ın bu konudaki emirlerine bağlı kalmış, sürekli barış taraftarı olmuş ve sulh yolları aramış, mecbur kalmadıkça savaşa tevessül etmemiş, savaşmak zorunda kaldığı durumlarda da kan dökülmesini engellemek için elinden geleni yapmıştır. Takip ettiği savaş politikasıyla sıcak savaşa girmeme adına her tür tedbiri almıştır. Düşmanı zayıflatmak, korkutmak, yıldırmak veya yanıltmak suretiyle saldırıdan vazgeçirmek onun öncelikli hedefi olmuştur. Allah Resûlü’nün bütün hayatı boyunca yaptığı savaşlarda düşman safından öldürülen toplam insan sayısının 250’yi geçmemesini başka türlü izah etmek mümkün değildir. (Muhammed Hamidullah, Hazreti Peygamberin Savaşları, s. 21) Kur’ân’ın düşmana karşı güçlü savaş atları beslenmesi emrinin (Enfâl sûresi, 8/60) altında yatan espri de budur.
Peygamber Efendimiz’in, Mekke’de bulunduğu süre içerisinde herhangi bir çatışmaya girmemesi, Medine’ye hicret eder etmez müşrik ve Yahudilerle Medine vesikasını imzalaması, bunun dışında çevre kabilelerle onlarca barış anlaşması yapması, savaşı önlemek için diplomasiyi sonuna kadar kullanması, Müslümanların aleyhine olan bütün maddelere rağmen Hudeybiye sulhunu kabul etmesi ve sahabilere düşmanla karşılaşmayı temenni etmemelerini söylemesi (Buhari, Cihad 112) ve yaptığı anlaşmalara hep sadık kalması O’nun barış yanlısı olduğunu göstermesi adına oldukça önemli olaylardır. Konu etrafında araştırma yapan ulemanın belirttiği üzere O’nun yapmış olduğu bütün savaşlar, müdafaa savaşıdır.
Kur’ân’da iki âyette birbirine yakın lafızlarla fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar savaş (kıtal) yapılması emredilir. (Bakara sûresi, 2/193; Enfal sûresi, 8/39) Başka bir âyet-i kerimede ise Ehl-i Kitap’la ilgili olarak savaşın (kıtalin) “cizye verinceye kadar” sürdürülmesi emredilir. (Tevbe sûresi, 9/29) Maalesef bazıları bu âyet-i kerimeleri yanlış anladıkları için İslâm’ın her daim inanmayanlarla savaşılmasını emrettiğini zannetmişlerdir. Ne var ki böyle bir anlayış hem Allah Resulü’nün uygulamalarına hem tarih boyunca Müslümanların tecrübelerine hem de Kur’ân ve Sünnet’in temel ilkelerine terstir.
Kur’ân-ı Kerim’de kullanılan “kıtal” lafzının isim değil, mastar anlamında kullanıldığına dikkat edilmelidir. Yani kıtalin manası savaş değil savaşmaktır. Savaş anlamında kullanılan kelime ise harb’tir. Dolayısıyla bu âyet-i kerimeler zaten başlamış bir savaşın ne zaman bitirileceğini beyan eder. Buradaki emri “savaşa başlama emri” olarak değil, “başlamış bir savaşın bitiş emri” olarak anlamak âyetlerin maksadına, siyakına ve Kur’ân’ın bütünlüğüne daha uygun olacaktır. İsyan eden Müslümanlarla (bâgilerle) ilgili hükümlerin bildirildiği Hucurat âyetsinde, “Allah’ın emrine dönünceye kadar” onlarla savaşılması emredilir. (49/9) Yani savaşın ne zaman biteceği hükme bağlanır. Diğer âyetlerde beyan edilmek istenen mana da bundan farklı olmamalıdır. (Ahmed Güneş, Savaş ve Cihad, s. 126)
Ayrıca yukarıdaki âyette geçen fitne kelimesi, din ve vicdan özgürlüğünü tehdit eden her tür baskı, şiddet ve işkence anlamındadır, küfür anlamında değildir. Bakara sûresindeki âyetin, “Eğer inkârdan ve tecavüzden vazgeçerlerse, bilin ki düşmanlık ancak zalimleredir.” şeklinde devam etmesi de küfrün tek başına savaş gerekçesi olarak gösterilemeyeceğine ve savaşın sadece meşru müdafaa ve zulme engel olmak için yapılacağına dair önemli bir delildir.
Son olarak bir hususa daha dikkat çekmekte fayda var: İslâm âlimleri fıkıh usulüne dair yazılan eserlerde “hüsün ve kubuh” konusunu ele alırken cihada da temas etmişlerdir. Onlar en başta insan fiillerini “hasen (iyi, güzel)” ve “kabih (kötü, çirkin)” olmak üzere ikiye, daha sonra heseni de kendi içinde hasen-i liaynihi ve hasen-i ligayrihi kısımlarına ayırmışlardır. Hasen-i liaynihi bizatihi güzel olan, hasen-i ligayrihi ise neticeleri itibarıyla güzel olan fiilleri ifade eder. Hiçbir İslâm âlimi savaşların bizatihi güzel ve iyi olduğunu belirtmemiştir. Bilakis onlar, kan akıtıldığı, insanlar öldürüldüğü, yerleşim yerleri tahrip edildiği için savaşın kötü olduğunu; fakat din, vatan, can, mal, ırz gibi değerlerin korunmasına vesile olması itibarıyla onun bizatihi olmasa da harici sebeplerden dolayı hüsün cihetinin bulunabileceğini belirtmişlerdir.
SAVAŞ SEBEPLERİ
İslâm, bir taraftan Müslümanları sulh ve barış içinde yaşamaya teşvik ederken, diğer yandan da savaş sebeplerini olabildiğine sınırlandırmış ve suiistimallerin önüne geçmiştir. Batılıların Müslümanlara yönelttiği en haksız eleştirilerden biri, İslâm’ı kılıç zoruyla yaydıkları iddiasıdır. Hâlbuki -bazı istisnaları bir kenara bırakacak olursa- tarihî olaylar buna şahitlik etmediği gibi, dinî naslar da buna müsaade etmez.
İslâm’da Hristiyanlıkta olduğu şekliyle kutsal savaşın yeri yoktur. Müsteşriklerin, âyet ve hadislerde emredilen cihada böyle bir anlam vermeleri, İslâm âlimlerince tenkit edilir, edilmelidir de. Zira cihad, nefis ve şeytanla mücadele, hak dine davet, emr-i bi’l-ma’ruf, kişinin malı ve canıyla Allah yolunda gayret göstermesi gibi çok farklı boyutları olan oldukça geniş anlamlı bir kavramdır. Onu savaşla özdeşleştirmek doğru değildir. Meşru bir savaş, onun sadece bir yönünü teşkil eder. İslâmî kaynaklarda savaş için, kıtâl, harp ve cihad kavramları kullanılsa da, cihad kavramıyla daha ziyade savaşın dinî mükellefiyet yönüne, manevî ve uhrevî boyutuna dikkat çekilir.
Aynı şekilde toprak gaspı, yağma, talan, tahakküm, sömürgecilik, başkalarının tabii kaynaklarına el koyma, zorla dine sokma, politik nüfuz sağlama gibi hedeflerin İslâm nazarında meşruiyeti yoktur.
Peki, savaşın meşru kılan sebepler nelerdir?
Bunların başında meşru müdafaa gelir. Meşru müdafaa ise bir kimsenin ağır ve haksız bir saldırıyı, zulüm ve tecavüzü kendisinden veya bir başkasından uzaklaştırmak için ortaya koyduğu zorunlu tepkiyi ifade eder. Cana, mala, ırz ve namusa, kutsal sayılan değerlere karşı yapılan haksız saldırılara, düşmanca tavırlara karşı meşru müdafaa hakkını kullanmak, bütün hukuk sistemlerinde kabul edilen bir haktır.
Kur’ân’da yer alan, “Sizinle savaşanlara karşı, siz de Allah yolunda savaşın.” (Bakara sûresi, 2/190) “Müşrikler nasıl sizinle topyekûn savaşıyorlarsa siz de onlarla topyekûn savaşın.” (Tevbe sûresi, 9/36) “Kendilerine savaş açılan müminlere, savaşmaları için izin verildi. Çünkü onlar zulme mâruz kaldılar. Allah onlara zafer vermeye elbette kadirdir.” (Hac sûresi, 22/39) âyetleri de mü’minlere meşru müdafaayı emreder. Mescid-i Haram’da savaş yapmayla ilgili nazil olan, “Onlar savaşmadıkça siz de savaşmayın.” (Bakara sûresi, 2/191) âyeti de aynı noktaya dikkat çeker.
“Sizinle din konusunda savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış olanlara iyilik yapmak ve adaletli davranmaktan Allah sizi menetmez; çünkü Allah adaletli davrananları sever. Allah sizi ancak sizinle savaşan, yurtlarınızdan çıkarmış ve çıkarılmanıza arka çıkmış olanlarla dostluk etmenizden meneder.” (Mümtehine sûresi, 60/8-9) âyetinde de aynı mesajların yer aldığı görülür.
Konuyla ilgili diğer bir âyet de şu şekildedir: “Eğer antlaşmadan sonra yeminlerini bozarlar, bir de dininize hücum ederlerse, artık kâfir güruhunun o öncüleri ile savaşın! Çünkü onların gerçekte artık yeminleri ve ahitleri kalmamıştır. Umulur ki, hiç değilse bu durumda, inkâr ve tecavüzlerinden vazgeçerler. Ahitlerini ve yeminlerini bozup Peygamberi vatanından sürmeye teşebbüs eden bir toplulukla savaşmayacak mısınız? Zaten savaşı size karşı ilk başlatanlar da onlar olmuşlardı.” (Tevbe sûresi, 9/12-13)
Hayber kuşatmasında, Allah Resulü’nün komutan olarak tayin buyurduğu Hz. Ali’ye “Onlar savaşmadan savaşmayınız, onlar sizden birini öldürmedikçe siz de kimseyi öldürmeyiz.” buyurması da bu minvaldedir.
Savaşın diğer bir sebebi ise zulmü, işkenceyi, baskıyı ve ağır insan hakkı ihlallerini sona erdirerek insanlara özgürlüğe giden yolu açmaktır. Zulme karşı verilen mücadele ve savaş, insanî ve İslâmî sorumluluğun bir gereğidir. Nisa sûresinde şöyle buyrulur: “Size ne oluyor ki Allah yolunda ve çaresizlik içinde bırakılan, ‘Ey büyük Rabbimiz! Ahalisi zalim olan şu memleketten bizi kurtarıp çıkar. Tarafından bir sahip gönder, katından bir yardımcı yolla!’ diye yalvarıp yakaran bir kısım erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda düşmanla çarpışmıyorsunuz?” (Nisâ sûresi, 4/75)
Kıtal’in (savaşın) emredildiği hemen her âyette “fi sebillillah (Allah yolunda)” kaydı düşülür. Bunun anlamı, savaşın meşru ve hak sebeplere dayanması gerektiğini ifade etmektir. Demek ki savaş için savaş yapılmaz. Ulusal, etnik, bölgesel çıkar hesapları savaşın meşru gerekçesi olamaz. Ganimet, istila, sömürü, iktidar, şöhret, servet gibi hedeflerle savaş yapanların hiçbiri Allah yolunda savaşmış olmazlar. Hele savaştan maksat hiçbir şekilde insan öldürme olamaz. İslâm, insanların canına kıymak için değil, insanlara hayat üflemek için gelmiştir.
Başkalarına zorla kendi akide ve dinlerini kabul ettirmek de meşru savaş sebebi değildir. Zira “Dinde zorlama yoktur.” âyetiyle baskı, şiddet ve zorlamanın her çeşidi yasaklanmıştır. Ancak bir saldırıyı önlemek, baskı ve zulmü sona erdirmek, din ve vicdan hürriyetini sağlamak, İslâm’a davet özgürlüğünü güvence altına almak gibi sebepler savaşın meşru gerekçeleri olabilir.
KÜFÜR SAVAŞ SEBEBİ MİDİR?
Din farklılığının (küfür) savaş sebebi olduğunu ileri sürmek doğru değildir. Çünkü bu konuda emredici hiçbir nas yoktur. Nitekim ilgili naslardan yola çıkan Hanefi, Mâliki ve Hanbeli fukahası da savaşın illetinin (sebep ve gerekçesi) küfür ve inkâr değil, düşmanlık ve saldırı olduğunu belirtmişlerdir. Dolayısıyla cumhur-u fukahaya göre sırf İslâm’a muhalefetinden veya inkârından dolayı bir insanın öldürülmesi söz konusu olamaz. (Vehbe Zühayli, Âsâru’l-harb, s. 106) Bu konuda aksi görüşte olanlar, fiilî savaş hâliyle ilgili olan bazı âyetleri bağlamından koparmış ve yanlış mana vermişlerdir.
Özellikle “Onları (müşrikleri) bulduğunuz yerde öldürün.” şeklinde geçen Bakara (191), Nisa (91) ve Tevbe (5) sûrelerindeki âyetler gerekçe yapılarak Batılı araştırmacılar tarafından İslâm’a haksız saldırılar yöneltilmiştir. Oysa bu âyetlerde mevzubahis edilen öldürme, fiilî savaş hâliyle sınırlıdır ve bazı müfessirlere göre sadece Mekke müşrikleri hakkındadır. Ne Peygamber Efendimiz, ne de daha sonraki dönemlerde yaşayan Müslümanlar bu âyetin hükmünü mutlak ve genel anlamamış ve bu şekilde bir uygulamaya teşebbüs etmemişlerdir.
Bakara sûresinde öldürme emrinden hemen sonra gelen âyette, “Şayet onlar vazgeçerlerse (siz de savaştan vazgeçin). Zira Allah çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur.” (2/192) buyrulması da savaşın asıl sebebinin karşı tarafın dinî inançları değil, saldırgan ve düşmanca tutumları olduğunu gösterir. Eğer onlar zulüm ve düşmanlıktan vazgeçerlerse savaşmak için ortada bir sebep kalmayacaktır.
Küfrün savaş sebebi olduğunu iddia edenler, “İnsanlarla Allah’tan başka ilah yoktur demelerine kadar savaşmakla emrolundum. Bunu söyledikleri zaman kanları ve malları masum olur. Hesapları Allah’a aittir.” (Müslim, İman, 32–36) hadisinin manasını mutlak ve genel anlamışlardır. Hâlbuki böyle bir anlayış, barışı ve iyilik yapmayı teşvik eden nasların genel anlamına terstir. Dolayısıyla burada mevzubahis edilen hüküm, devam eden bir savaşın bitiş gerekçesini beyan etmektir. Yani düşman askerleri Müslüman oldukları takdirde başlamış bir savaşın sona ereceğini, kelime-i tevhidi söyleyen hiçbir düşman askerine dokunulamayacağını beyan eder.
Allah Resûlü’nün, buna riayet etmeyen, yani “La ilahe illallah” diyen düşman askerini öldüren Halid b. Velid ve Üsame b. Zeyd gibi bazı sahabileri itap ettiği rivayet edilir. Hz. Üsame’nin, “Ölüm korkusundan dolayı şahadet getirdi.” şeklindeki itirazını haksız bulur ve “Yarıp kalbine mi baktın!” mukabelesinde bulunur. (Müslim, İman 158) Hz. Halid’in yaptığına çok üzülür ve ellerini kaldırıp, “Allah’ım Halid’in yaptığından Sana sığınırım.” der. (Buhârî, Ahkâm 35)
Efendimiz’in ordu komutanlarına verdiği talimatlar da yukarıdaki hadisin savaş ahkamıyla ilgili olduğunu gösterir. Bu talimatlara göre sıcak savaş öncesi düşmana üç alternatif sunulur: Müslüman olmak, cizye vermeyi (İslâm ülkesinin vatandaşı olmayı) kabul etmek ya da savaşmak. Hayber’de komutan olarak atadığı Hz. Ali’nin ne zamana kadar savaşacağını sorması üzerine, “La ilahe illallah deyinceye kadar” buyurur. (Buhârî, Cihad 102) Allah Resûlü’nün hiçbir savaşının salt inanç farklılığından kaynaklanmadığının altını çizmek gerekir.
SAVAŞ AHKÂMI
Yukarıdaki izahlardan da anlaşılacağı üzere İslâm, insanlar arasında barış, huzur ve adaleti hâkim kılmaya çalışır. Fakat barış, tek taraflı gayretlerle sağlanamaz. İki tarafın da bunu istemesi gerekir. Bu da her zaman mümkün olmadığı için savaş, insanlık tarihinin en büyük realitelerinden biri olmuştur. Bu biraz da insanoğlunun bozgunculuk ve kan dökücülüğe açık yaratılmasından kaynaklanır. Bilindiği üzere Allah, yeryüzünde insan yaratacağını meleklere bildirdiğinde, onlar insanoğlunun bu yönüne dikkat çekmişlerdir. Bu sebepledir ki İslâm, tarihî ve beşerî bir gerçek olan savaşı görmezden gelmemiş ve onu önemli kural ve prensiplere bağlamıştır. Bu kurallar hukukî, ahlakî, dinî ve uhrevî açıdan tüm mü’minleri bağlar.
Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki, fertler, gruplar, organizasyonlar kendine göre savaş başlatamaz. Savaş kararını ancak devlet (devlet başkanı) alabilir. Savaş ilan etmek de sulh yapmak da devletin vazifeleri cümlesindendir. İsmine ne denirse denilsin, fertlerin kendine göre giriştiği silahlı mücadele veya intihar bombaları, bir çeşit şiddet ve terör eylemidir. Bunu İslâmî hükümler açısından meşru görmek mümkün değildir. Devlet, savaş kararı aldıktan sonra da savaş ahkâmına bağlı kalmak zorundadır. Savaş ilân etmek siyasi bir karar olsa da, savaşta uygulanacak kurallar, hukukî kurallardır. Hem devlet başkanını hem de askerleri bağlar. Hedefe ulaşma adına her yolu meşru gören makyavelist felsefenin İslâm’da yeri yoktur.
Bakara sûresinde yer alan, “Sizinle savaşanlara karşı siz de Allah yolunda savaşın. Fakat haksız yere saldırmayın, aşırı gitmeyin. Muhakkak ki Allah haddi aşanları sevmez.” (Bakara sûresi, 2/190) âyeti, savaşta mü’minlere meşru sınırları korumayı ve itidalden ayrılmamayı emreder ve her tür aşırılığı yasaklar. Peygamber Efendimiz ise savaş ahkâmına ilişkin sözleriyle ve fiilî uygulamalarıyla hangi davranışların aşırılık ve haddi aşma olduğunu beyan eder.
Nebiyy-i Ekrem, savaşa gönderdiği komutanlara şu talimatları vermiştir: “Allah’ın adıyla yola koyulun, Allah yolunda mücadele verin, savaştığınız insanlarla aranızda bir anlaşma var ise ona riayet edin, haddi aşmayın, meşru savaş esnasında öldürdüğünüz insanlara müsle yapmayın (cesetlerine saygısızlık edip burnunu kulağını vs. kesmeyin), çocukları, yaşlıları, kadınları, ibadethanelerdeki insanları öldürmeyin.” (Ebu Davud, Cihad 82; Müsned, 1/300)
Hz. Ebû Bekir’in ordunun başında komutan olarak Suriye’ye gönderdiği Usame b. Zeyd’e verdiği şu talimatlar da benzer hükümler ihtiva eder: “Ey Üsame! İhanet etmeyin, haksızlık etmeyin, mal yağmalamayın, (meşru öldürmenin dışına çıkıp) müsle yapmayın (ölü cesedin azalarına dokunmayın); çocuk, yaşlanmış, ihtiyar, kadın öldürmeyin, hurmalıkları kesip yakmayın. Meyveli bir ağacı da kesmeyin. Yemek maksadı olmaksızın davar, sığır, deve öldürmeyin. Yol boyu mabetlere çekilmiş insanlara rastlayabilirsiniz, onlara dokunmayın, ibadetlerine karışmayın.” (İbnü’l-Esir, 2/335)
İslâm, savaş sırasında sivillerin öldürülmesini yasaklar. Bu cümleden olarak kadınlar, çocuklar, din adamları, akıl hastaları, yaşlılar, hastalar, kötürümler vb. kimseler öldürülmez. Peygamber Efendimiz’in bir savaş meydanında öldürülen bir kadın görünce “Bu kadın savaşan birisi değil ki niçin öldürüldü?” (Buhari, Cihad 147) buyurması, öldürmenin ancak savaşçı (mukatil) vasfını haiz kimselerle sınırlı tutulacağını gösterir.
Hatta düşman askerlerinden alınan rehinelerin ve esirlerin öldürülmesi dahi caiz görülmemiştir. Zira Kur’ân savaş esirleriyle ilgili şu emri vermiştir: “Savaş bitince onları ister lütuf olarak karşılıksız salıverir, ister fidye alarak bırakabilirsiniz.” (Muhammed sûresi, 47/4) Öldürme bir tarafa Kur’ân, esirleri doyuran, onların temel ihtiyaçlarını karşılayan Müslümanlardan övgüyle bahseder. (İnsan sûresi, 76/8)
Peygamber Efendimiz’in ve sahabenin esirlere iyi davrandığı, onlara yediklerinden yedirdikleri, giydiklerinden giydirdikleri, bineklerini onlarla paylaştıkları, iyilik ve ihsanda bulundukları siyer ve tarih kitaplarında kayıtlıdır. Peygamber Efendimiz’in esir düşen anne ile çocuğunun birbirinden ayrılmasını yasaklaması (Tirmizi, Siyer 17), İslâm’ın en zor şartlarda dahi insan hakları konusunda gösterdiği titizliğin güzel bir örneğidir.
Aynı şekilde ele geçirilen yerleşim yerlerinde toplu katliam yapmak, şehirleri yakıp yıkmak İslâm’ın yasakladığı uygulamalardır. Düşman askerlerine işkence yapılması, öldürüldükten sonra kulaklarını, burunlarını vs. kesmek suretiyle bedenlerine saygısızlık yapılması da caiz değildir. Hatta Allah Resûlü, sahabeyi, öldürülen düşman askerleri aleyhinde konuşmaktan dahi menetmiş, ölüler hakkında konuşmanın dirilere zarar verebileceği hatırlatmasını yapmıştır.
Aynı şekilde savaş zarureti bulunmadıkça zirai mahsullerin, orman ve ağaçların yakılmaması, hiçbir şekilde kadınların ırz ve namusuna dokunulmaması da İslâm’ın savaş ahkamıyla ilgili vaz ettiği hükümlerdendir.
Savaş sırasında Müslüman olduğunu bildiren bir insan öldürülmez. Bunu hangi niyetle söylediğine de bakılmaz. Zira bir sahabe, sırf ölümden korktuğu için kelime-i tevhidi söylediğini düşünerek bir düşman askerini öldürdüğünde, Allah Resûlü’nün ağır itabıyla karşılaşmıştır. (Müslim, İman 158) Hatta âyet-i kerime Müslüman olmasa bile eman dileyen ve sığınma talep eden bir kişinin güvenli bir yere götürülmesini ve can güvenliğinin korunmasını emreder. (Tevbe sûresi, 9/6)
Bütün bunların yanında İslâm hangi gerekçeyle olursa olsun hainlik yapılmasını ve yapılan anlaşmaların bozulmasını yasaklar. “Seninle antlaşma yapan bir millette antlaşmaya aykırı bir hainlik alameti tespit edersen, savaş açmadan önce antlaşmanın artık geçersiz kaldığını ilan et ki bunu bilme hususunda iki taraf da eşit olsun. Çünkü Allah hainleri asla sevmez.” (Enfâl sûresi, 8/68) âyeti savaş hukuku açısından çok önemli bir ilkeye dikkat çeker.
Kur’ân, Hz. Süleyman kıssasını anlatırken önemli bir ayrıntıya dikkat çeker. Hz. Süleyman büyük bir orduyla bir vadiden geçerken bir karınca şöyle der: “Ey karıncalar, yuvalarınıza giriniz, Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin.” (Neml sûresi, 27/18) Âyet-i kerimede geçen “farkına varmadan” ifadesi önemlidir. Zira mü’minler ne kadar güçlü bir ordu hazırlarsa hazırlasınlar, masum insanlara zarar vermek bir yana, kasten bir karıncaya dahi zarar vermeyeceklerdir/vermemelidirler.
NETİCE
Savaş hukukuna dair verdiğimiz bu kısa özet bile, İslâm’ın en ağır şartlarda dahi insan haklarını koruma noktasında nasıl azami derecede hassasiyet gösterdiğini ortaya koyar. Kur’ân ve Sünnet’te vaz edilen hükümler, insan hakkı ihlallerinin zirveye çıktığı savaş şartlarını disiplin altına almış, belirli kural ve prensiplere bağlamış ve böylece her tür keyfilik ve serbestliği önlemeye çalışmıştır. İslâm, güç ve kuvveti hakkın eline vermek suretiyle, onun zalimce kullanılmasına mani olmuştur. Savaşta dahi her tür haksızlığı, zulmü, haddi aşmayı, fesat çıkarmayı yasaklayan bir dinin, sulh ve barış zamanlarında insan haklarına kayıtsız kalması düşünülemez.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***