Devletler kendi koydukları kuralları çiğnediği ve insanlara kötü davrandığında, bu yeterince kötüdür; ne var ki, asıl endişelenmemiz gereken, kuralları değiştirmeye başladıkları zamandır. Avrupa’nın üç farklı köşesinde yaşanan üç yeni hikaye, hükümetlerin sınırlarını denetleme konusunda nasıl da yeni bir şiddet eşiğini aştıklarını gözler önüne seriyor. Bu gelişmeler kendi başlarına zarar verici ama aynı zamanda dünyanın zengin bölgelerinde bulunan ülkelerin yalnızca savaştan ve zulümden değil, insanların gelecekte iklim krizinden dolayı da yerlerinden olmalarıyla başa çıkma yöntemlerine ilişkin rahatsız edici bir örnek oluşturuyor.
İngiltere İçişleri Bakanlığı, şu anda henüz komite aşamasında olan zalimane Uyruk ve Sınırlar yasa tasarısını, denizde hayat kurtaramaması halinde Sınır Kuvvetleri personeline açılabilecek kovuşturmalara karşı dokunulmazlık sağlayan bir hüküm ekleyerek, sessiz sedasız değiştirmeyi denedi. İçişleri Bakanı Priti Patel, bunun aslında iyi niyetli bir tedbir olduğunu öne sürüyor: Manş Tüneli’ndeki tekneler geri gönderilirse, en nihayetinde bunun böylesi tehlikeli bir yolculuğa teşebbüs eden insanları ilk etapta durduracağını savunuyor. Gerçekteyse, tasarı, tehlikeli bir durumda olan insanları kurtarmayı bir görev haline getiren uluslararası deniz hukukunun temel ilkesini geçersiz kılıyor.
ŞİDDET AB SINIRLARINA YAYILIYOR
Polonya’da ise hükümet, yetkililerin ülkeye ‘yasa dışı yollarla’ geçen sığınmacıları geri göndermelerine onay veren yeni bir acil durum yasası çıkardı. Bu adım, bu yılın ilk aylarında kendisine uygulanan yaptırımlara bir yanıt olarak Irak, İran ve Afrika’nın kimi bölgelerinden gelen insanları dalga geçercesine AB’ye geçmeye teşvik eden Belarus’la yaşanan diplomatik çatışmada yaşanan son gelişme. Polonya’nın katı yanıtı, iki ülke arasındaki yerleşim bulunmayan arazilerde sıkışıp kalan pek çok insanı kendi kaderine terk etti. Yardım kuruluşları, kış geldiğinde ortaya çıkacak bir insani kriz konusunda uyarıda bulunuyorlar; bu yıl şu ana dek çoğunlukla hipotermi yüzünden en az sekiz kişi öldü.
Uluslararası araştırmacı gazetecilerden oluşan bir grup, Güneydoğu Avrupa’da, Hırvatistan ve Yunanistan’ın, insanları sınırlarından uzak durmaya zorlamak için bu ülkelerin resmi güvenlik güçleriyle bağlantılı olan ve sivil kıyafetler giyen birimler olan ‘gölge ordularını’ sahaya sürdüklerini açığa çıkardı. Bu birimler, Hırvatistan’da, Bosna sınırında bulunan insanları sopalarla döverken kameralara yakalandı. Yunanistan’da ise, Ege’deki teknelere müdahale etmekle ve yolcuları zorla Türk sularındaki cankurtaran sandallarına bindirmekle itham ediliyorlar. (Hırvatistan görevi kötüye kullanma hususundaki raporları soruşturmak için söz verirken, Yunanistan bu uygulamaları gerçekleştirdiğini reddediyor.) Bu iddiaların kendileri kadar şok edici olan şey, ortaya konan olayların, finansmanı her iki ülkedeki sınır savunmasını desteklemeye yardımcı olan AB yetkilileri tarafından büyük ölçüde kayıtsızlıkla karşılanmış olması gerçeği. Birliğe üye olan on iki ülke, AB’nin dış sınırlarında inşa edilecek duvarlar ve çitler de dahil olmak üzere, “daha ciddi önleyici tedbirleri” finanse edebilmesi için Avrupa Birliği’nin mevzuatı gözden geçirmesini dahi talep ediyor.
Bu hikayeler, birlikte, “geri göndermenin” -yani insanları, onlara zarar verse ya da sığınma haklarını geçersiz kılsa bile bir ülkenin topraklarından zorla göç ettirmenin- artık düzenli bir uygulamaya dönüştüğünü ortaya koyuyor. Geçmişte, büyük oranda gizli saklı yapılan bir şey, kimi hükümetler bu uygulamayı yasal hale getirmenin yollarını ararken git gide daha açık bir şekilde gerçekleştiriliyor. İngiltere’nin önerisi, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin temsilcisi tarafından “kaçınılmaz biçimde” insanların hayatını tehlikeye atacağı söylenerek şiddetle eleştirildi.
GELECEĞİN BİR PROVASI NİTELİĞİNDE
Bu yalnızca bugünün sorunu değil: Hükümetlerimizin sonraki yıllarda iklim krizinin etkileriyle nasıl mücadele edeceklerinin de bir provası. İklimle bağlantılı göçlere dair tahminler pek çok belirsizlik ve abartı eğilimi taşıyor; buna karşın, Dünya Bankası tarafından paylaşılan yeni bir rapor, 2050 yılına dek 216 milyon insanın su kıtlığı, tarımsal ürün yetersizliği ve yükselen deniz seviyeleri yüzünden kendi ülkelerinde yerlerinden olabileceklerini öngörüyor. Kimi insanlar yetersiz ekonomik gelir ya da ülke içi şiddet ve istikrarsızlıkla karşı karşıya kalırlarsa, neticede daha da uzaklara gidebilirler. ABD Başkan Yardımcısı Kamala Harris, nisan ayında, Orta Amerika’dan ABD’ye artan göçün sebeplerinden bir kısmının kuraklık ve “aşırı iklimsel olaylar nedeniyle oluşan büyük fırtına hasarları” olduğunu dile getirdi.
Maalesef, politikacılarımızın büyük kısmı, yerinden edilmeyi her şeyden önce medeniyetle ilgili bir tehdit olarak görmeye hazırlanıyor. Boris Johnson’ın, Glasgow’da Cop26’nın başlamasından önce yaptığı yorumların mantığı buydu ve hatalı bir şekilde Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden “kontrolsüz göçün” sorumlu olduğunu ve şimdi de dünyayı benzer bir kaderin beklediğini öne sürdü. Bu söylemde, hepimizi etkileyen bir çevresel felaket, zengin ve güçlü olan kişilerin ayrıcalıklarını nasıl koruyabilecekleri sorusuna dönüşüyor.
Dünyanın daha müreffeh bölgeleri, son on yılda yaşanan sığınmacı akınlarına bir tepki olarak, hızlanan bir süreç içerisinde sınırlarını militarize etmeye başladı bile. Bu faaliyetlerinde, gittikçe gelişen bir sınır güvenliği endüstrisi tarafından destekleniyorlar. Transnational Institute tarafından yayınlanan yakın tarihli bir rapor, güvenlik altyapısından biyometri ve yapay zekâya dek uzanan milyarlarca dolarlık büyüyen bir endüstri olan “sınır-sanayi kompleksi” denilen olgu hususunda uyarıda bulunuyor. 2025 yılına kadar yalnızca çitler, duvarlar ve gözetleme alanında faaliyet gösteren küresel pazarın 65-68 milyar dolar değerine ulaşacağı öngörülüyor.
DOĞRU BİR PLANLAMA İLE GEREKLİ KOŞULLAR SAĞLANMALI
Buna karşın, bu, hatalı bir güvenlik anlayışı. Kısıtlayıcı ve şiddet barındıran bir sınır kontrolü, onu kullanan toplumları daha otoriter bir hale getirir, ayrıca insanların tamamen hareket etmesini de engellemez. Onun yaptığı şey, insanları daha tehlikeli yolculuklar yapmaya zorlamak ve yabancı düşmanlığı karşısında daha da büyük hedefler haline getirmektir. İnsanları sınırları dışında tutma konusunda çaresiz görülen ülkeler ya da bölgeler, meseleyi siyasi bir baskı aracı olarak kullanmak isteyen vicdansız komşuları için bir hedef haline geliyor. En nihayetindeyse, Avrupa sınırlarında izlemeye devam ettiğimiz üzere, yaşama karşı duygudan arınmış bir ihmalkârlık yaşanıyor.
Bundan ziyade -sera gazı emisyonunu azaltma girişiminin de ötesinde- gerekli olan şey, insanların değişen yaşam koşullarına uyum sağlamalarına ve küresel eşitsizliği azaltmalarına yardım edecek bir plan ve insanların koşullarının gerçekliğini tanıyan göç politikaları oluşturmak. BM İnsan Hakları Komitesi geçtiğimiz yıl hükümetlerin, insanları, güvenliklerinin iklimsel felaketlerle doğrudan doğruya tehdit altında olduğu ülkelere iade etmemeleri gerektiğine karar verdi. Bununla birlikte, şu anki haliyle, çevresel etkenlerden ötürü göç etmek zorunda kalan insanları korumak için uygun bir yasal çerçeve mevcut değil. Biden yönetimi tarafından yaptırılan ve ABD’yi temel alan büyük ve yeni bir çalışma, iklim göçmenlerini korumak doğrultusunda yeni yasalar çıkarılmasını öneriyor, bununla birlikte ayrıntılara dikkat çekici bir şekilde ışık tutuyor.
Önümüzdeki birkaç yıl boyunca hükümetlerimizin yerinden edilme karşısında nasıl tepki vereceği hususunda bir yol ayrımında olacağız. Ya insanların yaşamlarını ve onurlarını koruyan ve 21’inci yüzyılın değişen gerçeklerine uyum sağlayabilecek bir sistem yaratmak için beraber çalışacaklar ya da büyük insani bedeline rağmen sınırları daha da geçilmez kılmaya devam edecekler. Şayet ikinci seçenekten kaçınmak istiyorsak, şimdi yasalarımıza girmeden önce ‘geri göndermenin’ zalimce mantığına karşı çıkma zamanıdır.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***