Bir kişi ya da grup “Bize yapılan saldırı aslında İslam’a yapılmıştır” diyebilir mi? Ya da camideki imam kendisinin Hz. Peygamber’i temsil ettiğini iddia edebilir mi? Temsil iddiası her zaman birtakım problemleri beraberinde getirir. Zira hakikatin kendi tekelinde bulunduğunu ve gerçeği yalnızca kendilerinin temsil ettiğini iddia eden ideolojilerin insanlara hayatı nasıl zindan ettiğinin yakın tarihimizde birçok örneği vardır.
Temsilin iki farklı işlevi vardır. Birinci işlevi, temsil eden temsil edilen asıl varlığı gösterir, ona işaret eder. Bir başka ifadeyle onu sembolize eder. Sembolik temsilde temsil ile temsil edilen arasında ortak benzeşim noktaları olması gerektiği farz edilir. Ortak noktalar, benzeşim yönlerini verir. Dileyen her insan, dine ait nitelikleri, görevleri ya da değerleri kendi hayatında yaşayabilir ya da Hz. Peygamber’in hayatından bazı davranış modellerini yeniden temsil edebilir. Böylece güncellenen ve somut bir örnekle adeta yeniden canlandırılan hakikate karşı diğer insanlarda bir ilginin uyanmasına aracılık etmiş olur. Beğendiği ve takdir ettiği kişileri ya da değerleri kendinde yansıtma çabası her zaman takdirle karşılanır.
Temsilin ikinci işlevi ise temsil edildiği iddia edilen aslın araçsallaştırılmasıdır. Sahte bir satıcı ‘ben falan firmayı temsil ediyorum’ diyerek, müşterilerini dolandırabilir. Sahte temsilin gündelik hayatımızda birçok örneğiyle karşılaşabiliriz. Diploma sahteciliği, sahte ürün pazarlama ya da politik olarak temsil ettiği halkı aldatma sık karşılaşılan sahte temsil örnekleridir.
Temsilin şahsi çıkar sağlamak ve kendini koruma amaçlı araçsallaştırılması şüphesiz hemen fark edilir. İnsanlar ekonomik amaçlı temsiliyet iddialarına karşı çoğunlukla duyarlıdır. Ancak tarihsel kişilerin ve kurumların temsilinde insanlar aynı derece dikkatli davranmazlar. Geçmişte yaşamış bir tarikat büyüğünü temsil ettiğini iddia eden bir sahtekâr, kolayca taraftar toplayabilir ya da kendilerinin gerçek Müslümanlar olduğunu iddia edenler, toplumda rahatça propaganda yapıp etkili olabilir.
İlk anlamıyla temsil, aslın esas alınması ve bugüne taşınarak yeniden canlandırılmasına yardımcı olurken, ikinci anlamıyla temsil fer’in kendini merkeze alarak orijinal olanı tahrip etmesini ve kendini onun yerine ikame etmesini ifade eder. Bu anlamda ilk kaynağa en fazla zarar verenler, onu kendi çıkarları için araçsallaştıranlardır. İnsan yüz kızartıcı bir suç işleyince aile adının hatta memleketinin neresi olduğunun bilinmesini istemez. Ancak şimdi suç işleyenler, kendilerini savunmak için dini perde yapıp, ‘biz dini temsil ediyoruz, bize saldırmak aslında dine saldırmaktır’ diyerek, suç ithamını temsil ettiklerini iddia ettikleri değerlere doğru yönlendirmektedirler.
Aslın yerine geçme ve onun yerini alma anlamıyla temsil gerçekte mümkün müdür? Bir başka deyişle herhangi bir kişi gerçekten dini temsil edebilir mi? İslam kelamcıları dini tarif ederken, “Yaratıcı tarafından belirlenmiş kanunlardır” der. Bu manada din yalnızca Allah’a aittir. Hiç kimsenin kendini dinin gerçek sahibi konumuna koyması mümkün değildir. Dini temsil yetkisine sahip tek kişi Allah’ın Elçisi’dir. O da hüküm koyma yetkisini, doğrudan Allah’tan alarak, O’nun belirlediği sınırlar içinde hüküm koymuştur. Asla kendini gerçek hüküm verici makamına yerleştirmemiştir. İnsanların bakışını, daima temsil ettiği elçilik vazifesinin aslına yönlendirmiştir. Kardeşi gibi sevdiği sahabîlerinden Osman b. Maz’un vefat edince, elleriyle kabre indirmiş, gözyaşlarını tutamamıştır. Allah Resulü’nün (s.a) bu ilgisini gören sahabinin annesi, “Osman kurtuldun” diye seslenince, Peygamber’imiz “Ben Allah’ın elçisiyim bilmiyorum, sen nereden biliyorsun?” diyerek, kızgınlığını ifade etmiştir.
Hz. Aişe’ye “Senin bana ne zaman kızdığını anlıyorum” deyince, Hz. Aişe, nasıl anladığını sormuştur; Efendimiz de benden hoşnut olduğunda “Muhammed’in Rabbi diyerek, bana kızınca da İbrahim’in Rabbi diyerek yemin ediyorsun” demiştir. Görüldüğü üzere Allah’ın Elçisi, elçilik vazifesini küçük görme amacıyla yapılmadığı sürece kendi şahsına karşı yapılan kırgınlık ve dargınlıkları dine karşı yapılmış bir hakaret olarak algılamamıştır. Zira dinin sahibi yalnızca Allah’tır.
Din alimleri, görüşleri tenkit edilince dine saldırı var diye kendilerini korumaya kalkmamışlardır. Hatta kendi kitaplarının devletin kanun kitabı olmasını isteyen sultanlara itiraz etmişler; farklı beldelerde yaşayan alimlerin ilmine saygısızlık olacağı endişesini taşıdıklarını söylemişlerdir.
Bediüzzaman 1909 da kurulan Cemiyyet-i Muhammediye partisini, kuruluşunda tanıdığı ve takdir ettiği din alimleri olmasına rağmen, bütün Müslümanlara ait bir ismi inhisar ifade edecek şekilde kullanmak ve bu isim altında siyaset yapmak doğru değil, diyerek tenkit etmiştir. Cemiyet ilk kurulduğunda da “İşittim, İttihad-ı Muhammed’i namıyla bir cemiyet teşekkül etmiş, nihayet derecede korktum ki, bu mübarek ismin altında bazılarının bir yanlış hareketi meydana gelsin… bu isim umumun hakkıdır, tahsis ve tahdit kabul etmez” demiştir (Divan-ı Harbi Örfi).
Temsil otoriterleşmeye de hakikatin yansıtılmasına, dolayısıyla daha iyi anlaşılmasına da yardımcı olabilir. Temsilci kendini aslın yerine koymamalı, yalnızca yansıtıcı olduğunu unutmamalıdır. Kendini aslın yerine ikame etmeye çalışan sahte temsilciler, temsil yoluyla şahsi otorite oluşturmaya, çalışırlar. Bu yaklaşım da ideolojik ve siyasi temsillerde muhalifleri şiddet ve terörle ezmeye ve yok etmeye dayanak yapılabilir.
Aslı kendi temsiline indirgeme yoluyla hakikati kendi anladığı dar çerçeveye hapsetme de temsilin ortaya çıkardığı bir başka problemdir. Bundan dolayı temsil iddiasında bulunanlar asılla kendi aralarındaki farkı ortadan kaldırmaya değil gerçekte yalnızca temsilci olduklarını belirtmeye özen göstermelidirler. Zira temsil yenilemek ve tekrarlamak anlamını içerir ve hiçbir zaman aslın yerini alamaz. Dolayısıyla temsil ile asıl arasındaki mesafenin daima korunması gerekir.
Hak etmediği bir konumu sahte temsil iddialarıyla ile ele geçiren ve kitleleri etkileyen megalomanlar, başta hak gasbı ve rol çalma olmak üzere birçok açıdan temsil ettiğini iddia ettiği asıl değerlere ihanet içerisindedirler.
Siyaset, meşruiyetini halkın temsilinden alır. Politikacıların halkın temsilinin ötesine geçerek hakikati yalnızca kendilerinin temsil ettiğini iddia etmesi siyasetin asıl çizgisinden saptığını gösterir. Siyasetin temsil yetkisini kaybettiğinin işareti halkın taleplerine ve eleştirilerine kulaklarını tıkamasıdır.
Meşruiyetini ve temsil yetkisini kaybeden siyasetçi halkını küçümseyerek hatta ezerek ideolojik temsil misyonunu daha fazla ön plana çıkarmaya başlar. Temsil ettiğini düşündüğü değerleri kabul ettirmek için baskı ve şiddet uygulamayı bile hak olarak görmeye başlar. Kendisinde var olduğunu zannettiği temsil yetkisinin eleştirilmesini de ihanet telakki eder. Halbuki gerçekte sadece bir oyuncudur. Kendisine verilen rolü gerçek zanneden zavallı bir oyuncu.
AYHAN TEKİNEŞ
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***