YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
“Persona non grata” istenmeyen kişi demek. Diplomatik ilişkilerde bir devletle diğer devlet arasında, savaş haricinde, gelinebilecek en kötü ilişki seviyesidir. Bir devletin diğer bir devletin büyükelçisini resmen topraklarından kovmasıdır.
Osman Kavala vakasında, bildiğiniz üzere, Türkiye rejimi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) kararına ayak diretiyor. Bunu kendi anayasasını çiğneyerek yapıyor. Çünkü 1982 anayasasına göre, AİHM kararları Türkiye için bağlayıcıdır. Bu mahkeme, Türkiye Anayasa Mahkemesi kararlarından daha güçlüdür. Bir diğer ifadeyle, AİHM kararlarına uymamak, Türkiye’nin kendi anayasasına ve uluslararası taahhütlerine uymamasıdır. Bu bağlamda Osman Kavala’nın başına gelen hak ihlalinden çok daha önemlidir.
Bu yazının konusu Osman Kavala değil. Elbette konu özü itibarıyla onunla ilgili, çünkü ABD başta olmak üzere dünyanın birçok etkili ülkesi ortak bir mektupla, Türkiye rejimini Osman Kavala konusunda AİHM kararlarına uymaya davet etmekte. Türkiye’ye bir hukuk devleti olmanın gereğini yerine getirmesini telkin etmekte. Erdoğan ve rejimi, her ne kadar Türk mahkemelerinin bağımsız olduğunu ve yürütme erki olarak bu konuda ellerinin bağlı olduğunu söylese de, hem içeride, hem de dışarıda herkes bunun böyle olmadığını biliyor. Zaten Erdoğan ve diğer rejim mümessillerinin kurdukları cümlelerin satır aralarında bunun böyle olmadığı gayet açık ve belirgin.
Erdoğan ve yakın çevresi, 17 Aralık 2013 tarihinde gayet stratejik – ve kanun dışı – bir karar alarak, bağımsız yargıyı kendilerine bağladı. Bu bir sivil darbeydi. Bugün Türkiye bunun sancılarını çekiyor. Normal koşullarda AİHM Kavala kararını aldıktan hemen sonra Osman Kavala’nın serbest bırakılması gerekiyordu. 17 Aralık soruşturmalarının gereğini nasıl yapmadılarsa, Kavala kararının da gereğini yerine getirmediler.
Bu iş böyledir. Anayasayı bir defa delmekle bir şey olmaz diyen Turgut Özal’a işte zamanında akademisyen hukukçular ve siyaset bilimciler bunu anlatmaya çalışmışlardı. O günlerden bugünlere Türkiye giderek kendi anayasal devlet mimarisini sulandırdı ve anayasal kurumlarının altını oydu. En başta da yargının! Çünkü iktidara gelen sağcı ve Türk-İslam sentezcisi partiler, yargıyı daima bir tür elitist vesayet uzantısı olarak algıladı ve yargının kendilerinden bağımsız hareket etmesinden rahatsız oldu. Her ne kadar AKP’nin 2013’te elde ettiği güce hiçbiri ulaşamasa da, bu algı daima vardı. Elbette bu algının oluşmasında öteden beri Türk yargısının askeri vesayet sisteminin sivil ayağını oluşturmuş olması önemli ve dikkate değer bir gerekçeydi. Ayrıca yargıyı daha fazla bağımsızlaştıracak önlemler yerine, yargıyı daha fazla kendi kontrolleri altına alacak hamleleri yapmaya yöneldiler. İşin paradoksal kısmı şu ki, AB reformları sırasında askeri vesayet sistemini sonlandırırken, aynı zamanda sivil siyasi kontrol namına yargının da altını üstüne getirdiler. Kendilerine yakın yargı oluşturmak için kolları sıvadılar. 17 Aralık ve sonrasında 15 Temmuz süreçlerinin ardından, yargının tümüyle Erdoğan rejiminin bir enstrümanı haline geldiğini görüyoruz. Buna siyaset biliminde güçler birliği diyoruz. Güçler ayrılığı ilkesinin tam aksidir bu ve bir devlet için inanılmaz tehlikeli bir şeydir. Olmaması gereken bir güç yoğunlaşması sağlar, demokrasinin tüm damarlarını tıkar, sistemi bir parti devletine, ondan da öte bir rejime götürür. Türkiye’de bu oldu.
Şimdi 10 devlet çıkıp “hukuk devletinin gereğini yerine getirin” diyor ve bu durum rejim üzerinde ciddi bir baskı oluşturuyor. Kimse bu devletlerin yetkisini aştığını falan düşünmesin. Çünkü Soğuk Savaş’ın ardından, insan hakları konusu devletlerin “iç işleri” olmaktan çıktı. Soğuk Savaş dönemi ve öncesinde devlet “iç işleri” gerekçesinin ardına sığınıp büyük, kitlesel ve sistematik insan hakları yapıyordu. Bu durum 1648 Westfalya Antlaşması’ndan bu yana devletlerin kendi sınırları dâhilinde egemen irade olarak istediklerini yapma hakkından kaynaklanıyordu. Ancak zaman değişti. Artık on yedinci yüzyılda da, yirminci yüzyılda da yaşamıyoruz. İnsan hakları hukuku gelişti ve ulus ötesi ve ulusüstü birçok bağımlılık ilişkisi ortaya çıktı.
Özellikle Türkiye, Batı ittifakının – bugün sadece formel de olsa – bir parçası olarak, NATO ve Avrupa Konseyi üyesidir. Aynı zamanda AB ile statüsel de olsa tam üyelik müzakereleri yürütmekte olan bir devlettir. Avrupa Konseyi üyesi olarak, Türkiye AİHM’nin parçasıdır. Bu mahkemeye yargıç atamaktadır. Bu Türkiye tarafından atanan yargıç da, mahkeme heyetiyle beraber diğer ülkelerin ihlal ettiği hakların yargılamasını yapıyor ve adalet dağıtıyor. Bu mahkemeye zamanında bugünkü siyasi iktidarın temsilcileri de başvurdular. AİHM bu bağlamda “onların” değil, bizzat Türkiye’nin dâhil olduğu bir “bizler grubunun” mahkemesi. Büyükelçiler bunu hatırlatıyor. Normal bir devletin derhal dikkate alması gereken, esasen utanç duyması gereken bir durumdur bu.
Bir diğer boyut, büyükelçilerin yaptığı açıklamanın koordinatlarının iyi saptanmasıyla alakalıdır. Türkiye’de – yönetim de dâhil – şöyle yaygın bir yanlış anlama var: Sanki bu büyükelçiler kendi özel fikirlerini kamuoyuyla paylaşmış ve “terbiyesizlik” yapmışlar! Bir türlü kalın kafalarına girmiyor. Bu büyükelçiler, kendilerini yollayan devletlerin emirlerini yerine getiriyor. Konuşan büyükelçiler değildir. Amerika’dır, Kanada’dır, Almanya’dır, diğer ülkelerdir. Bu ülkeler, Türkiye’de neler olup bittiğini görmüyor, bilmiyor mu zannediyorsunuz?
Erdoğan’ın halka yaptığı bir konuşmada, bu on büyükelçinin persona non grata (istenmeyen kişi) ilan edilmesi için dışişleri bakanına talimat verdiğini açıkladı ve kızılca kıyamet koptu. Reuters, CNN, ARD gibi uluslararası ajanslar bu haberi birinci haber olarak geçtiler. Bir NATO üyesi olan Türkiye, diğer Batı ittifakı üyelerinin büyükelçilerini kovuyordu. Hem de birini, ikisini değil! Tam onunu birden! Bu görülmemiş bir şeydi. Dünya diplomasi tarihinde bu olayın eşi yoktu. Büyük haberdi.
Erdoğan bu kararının önünde ve arkasında çok ciddi bir anti-Batı retorik kullandı. Daha geçenlerde çıktığı Afrika gezisinde, izansız biçimde Batı’yı topyekûn suçlayan, aşağılayan, düşmanca ve saldırgan ifadeler kullandı. Son beş yıldır bu Batı karşıtı retorik ve politikalar devam ediyor. Hem de artarak! Dahası, Erdoğan tek değil. Evet, İslamcı kökenleriyle zaten Batı alerjisi olan, Batı’nın uygarlığından ve kültüründen, değerlerinden ve standartlarından, yaşam biçiminden ve seküler politik sisteminden zerre kadar hazzetmeyen bir İslamcı otokrattan söz ediyoruz. Erdoğan, ailesi, yakın çevresi, bakanları, AKP tabanı, Milli Görüş ideolojisi, İslamcılık ve Türk-İslam sentezcilik, Batı’yı bir öteki olarak algılar. Ancak Erdoğan’ın yanında, ideolojik olarak ondan uzak olan, ama bir şekilde Batı karşıtlığı söz konusu olunca onunla aynı dalga boyunda hareket eden müttefikler var. Ulusalcı-Avrasyacı-Kemalofaşist zihniyet ve Erdoğan’ın dâhil olduğu dünya görüşü bu bağlamda tam bir uyum içindedir. Esas nefret ettikleri, açık toplum, liberal demokrasi, hukukun üstünlüğü, temel hak ve özgürlükler, insan hakları, azınlık hakları gibi, bugünkü demokrasi liginin bilinen oyun kurallarıdır. Büyükelçilerin bu oyun kurallarına atıf yapması, Erdoğan’ı çıldırttı.
Türkiye’deki gibi rejimler, aslında nefret ediyor olsalar da, ne Batı’yı, ne de değerlerini tam olarak karşılarına alabiliyorlar. Çünkü eğer kendi kendinize yetecek doğal kaynaklarınız yoksa – yani Türkiye gibi bir orta güçseniz – bir Çin veya Rusya gibi, hatta bir İran gibi hareket edemezsiniz. Ettirmezler! Dışa bağımlı ekonomisi, yüz milyarlarca dolarlık borcu, ticari ilişkileri, jeopolitik konumu, savunma sanayi ve politikaları, kısacası envai çeşit faktör, Erdoğan ve Türkiye rejiminin külliyen Batı’yı karşılarına almalarına izin vermiyor. Bu, hibrit rejimlerin en ciddi açmazlarından biri. Erdoğan’ın esip gürlemesi ve sonrasında Viyana Sözleşmesine atıf yapan bir açıklamayı tabanına zafer olarak pazarlaması, iç parçalayıcı bir zavallılık esasında. Yine de bu on ülkenin bu tür bir diplomatik manevrayla, gemileri tümüyle yakmama kararı, Erdoğan’ın ve rejimin yelkenlerine rüzgâr oldu. Bu bence Batı’da Türkiye konusunda net bir strateji olmamasıyla ilgilidir. Özellikle Türkiye Arap Baharı sonrası tam bir açık hava mülteci kampına dönüştü. AB bu konuda vicdani sorumluluğa sahip! Mültecileri almamak için Erdoğan’a ve Türkiye’de otoriter bir yönetimin kurulmasına göz yumdular. Bu konuda başrolü Angela Merkel oynadı, ama onunla beraber diğer liderler de bu yatıştırma politikası-Realpolitik karması ucube miyopiye onay verdiler. ABD de bu durumu – özellikle Trump döneminde – umursamadı. Şimdi bunun sancıları çekiliyor.
İşin kötü yanı, Türkiye muhalefeti de rejimin bir parçası olarak hareket ettiğinden, Erdoğan’ın karşısında bir denge oluşturamıyor. Batılıları da anlamak lazım! Kimsenin derdi, kraldan çok kralcı olmak falan değil. Eğer Türkiye toplumunun kendisi hukuk ve demokrasi ihtiyacı hissetmiyorsa, kusura bakmayın, kimse dışarıdan gelip sizin kara kaşınız kara gözünüz için size hukuk düzeni ve liberal demokrasi falan kurmaz. Batı, değerlerini tümüyle boş veriyor imajından kendini kurtarmak için, ideolojik olarak kendine en yakın ve en tehlikesiz gördüğü Kavala gibi insanların haklarına sahip çıkıyor. Ancak takibat politikalarının ve otoriterleşmenin kitleselleşmesi ve devlet genetiğini tümüyle etkisi altına alması karşısında, çaresiz, olanı biteni izlemekle yetiniyor. Dışarıdan sihirli bir el gelmeyeceğini sezen Erdoğan ve güç paydaşları da durumdan memnun!
Bu krizin galibi olmasa da, Erdoğan mağlup da olmuş değil. Bu onun için değerli bir beraberlik. İçeride bunu zafer olarak satın alacak geniş bir kitleye hitap ettiğinin farkında olan Erdoğan, şimdi muhtemelen yurtdışı asker görevlendirme tezkeresi ve diğer politikalarda CHP ve İYİP gibi partiler karşısında avantaj elde etti. Dahası Türk Lirası’nın serbest düşüşle devalüe olmasına da iyi bir bahane bulmuş oldu. “Batı karşısında dombralı-mehterli müzik eşliğinde aslanlar gibi mücadele eden reis” imajını cilaladı. Bence Batı’nın bu ucuz oryantal siyaseti öngörmesi ve buna karşı önlem alması gerekirdi. Bu nedenle bu beraberlik, Batı için de neredeyse bir mağlubiyet gibi değerlendirilmeli.
Evet, doğu cephesinde değişen bir şey yok. Gemi batmaya devam ediyor. Kaptan ise sadece zaman kazanmak üzerine oyun kuruyor. Bu ne ilk, ne de son kriz. Olan ülkeye oluyor.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***