YORUM | VEYSEL AYHAN
(Nübüvvet ve Devlet Yazıları- 25)
İslam’ın yayılışında yaygın kanaat fetihlerin ağırlıklı rolü olduğudur.
Peki gerçekten ana faktör fetihler miydi?
Güçlü olmak ve hakimiyet kurmak mı etkili oldu, yoksa temsil ve tebliğ mi?
Bu konuda önemli bir tespit aktarayım:
“Siyasi anlamda bozulmaların yaşandığı zaman dilimlerinde İslâm, manevi alandaki en büyük fetihlerinden bazılarını gerçekleştirmiştir. Şöyle ki; on birinci yüzyılda daha İslâm dini ile tanışmamış olan Selçuklular ve on üçüncü yüzyılda da Moğol istilâcılar, Müslümanlara büyük hezimetler yaşatmışlarsa da sonradan istilâ ettikleri topraklarda yaşayan insanların dinini kabul ederek İslâmiyet’i seçmişlerdir…
“Çoğu defa iddia edildiği gibi, İslâm’ın ruhî enerjisi, siyasi gücü ile doğru orantılı değildir. Müslümanlar, sıkıntılardan istifade edilmesini öğrenmiştir ve refah seviyesi düşüklüğünü dinin bitişi şeklinde algılamak şöyle dursun, Hıristiyan idaresinde en uzun süre bulunan Müslüman ülkelerin irşad ve tebliğ faaliyetinde en aktif rolü üstlendiklerini görmek önemlidir. Hint ve Malay Müslümanları, dinin yayılması yolunda, Türkiye ve Fas’ta arasanız da bulamayacağınız türden bir gayret ve iştiyak sergilemektedirler… (İslâm’ın Tebliğ Tarihi, Prof. Thomas Walker Arnold)
Bu konuda Prof. Dr. Hamza Aktan’ın çok önemli bir makalesi var.
Oradan bir bölüm:
“İslam dünyasını fetihlerle kazanılmış ve İslam’a tebliğ ile kazandırılmış kesim olarak ikiye ayırarak farklı açılardan bir karşılaştırma yapabiliriz. Bu iki kesimi iki ayrı tablo olarak mukayese ettiğimizde olumlu görüntülerin tebliğ ile ulaşılmış kesimde mevcut olduğunu görürüz. Olumlu görüntü olarak nitelediğimiz bu ayırıcı özellikleri dört başlık altında toplayabiliriz:
“1- Tebliğ ile İslam’a kazandırılmış kesimin fetihle kazanılmış kesime göre daha geniş bir coğrafya yayılmış olduğu görülür. İslam’ın tebliğle ulaştığı Bengal, Malezya, Endonezya, Filipinler, Kuzey sahil şeridinin altından Güneye Ekvator çizgisinin altına kadar Afrika Kıtası, kısmen Orta Asya kesimi fetihlerle ulaşılan yörelerden daha geniş bir coğrafya oluşturmaktadır.
“2- Tebliğ ile ulaşılan yörelerdeki Müslüman nüfusun fetihle ulaşılan yörelerdeki Müslümanlardan daha fazla olduğu görülür. Tebliğ ile İslam’a kazandırılmış nüfus içine Avrupa, Amerika, Avusturalya, Çin ve diğer Uzak Doğu Müslümanlarını da katmamız gerekir.
“3- Fetihle ulaşılan yörelerde başlangıçtan itibaren, mezhep kavgalarının, iç çekişmelerin, isyan hareketlerinin sürekli olageldiğini gördüğümüz halde tebliğle ulaşılan yörelerde insanların İslamı gönülden benimsemiş olmaları nedeniyle buralarda bu tür olumsuzluklar gözlenmemiştir. Bu kesimdeki Müslümanlar inançlarında daha samimi ve Müslümanlara karşı daha sıcaktırlar. Fethedilen yöre halkı fatihleri istilacı olarak görürken tebliğle kazanılan yöre halkı kendilerini İslamla tanıştıran öncüleri birer uyarıcı, evliya ve kurtarıcı olarak görmektedirler.
“4 – Fetihle kazanılan ve yüzlerce yıl bir İslam ülkesi olarak kalmış olan oldukça geniş bir coğrafya kaybedilmiş̧ ve İslam ülkesi olmaktan çıkmıştır. Müslümanların bu yörelerden atılıp çıkarılması sırasında pek çok kan dökülmüş̧, gözyaşı akıtılmış̧ acılar çekilmiştir. Buna mukabil tebliğle kazanılan kesimin insanları İslamı gönülden benimsedikleri için İslamın bu yörelere yerleşmesi kesin ve kalıcı olmuştur.
“Bu açık tablonun değerlendirilmesinden sonra Müslümanlığın kılıç dini olduğu, kılıç zoruyla yayıldığı iddiasının temelsiz kaldığı görülür. İslam duru tevhit akidesinin sıcaklığı ve cazibesiyle gönülleri fethederek yayılmıştır. İslam tarihi boyunca Müslüman hükümdarların zaman zaman birbirleriyle, zaman zaman gayrimüslim krallarla yaptıkları savaşları Kur’an’da ifadesini bulan cihat müessesesiyle karıştırmamak gerekir. Bu savaşlar çoğu kere cihangirlik emelleriyle yapılmış egemenlik kavgalarıdır. Bu savaşları vuku buldukları çağın ve o günkü siyasetin koşullarında değerlendirmek gerekir.
“Bu savaşların cihat olarak adlandırılması tartışılır. Çünkü savaş̧ boyutuyla cihat yukarıda mealini verdiğimiz ayetlerin (Mümtehine 8-9) işaretiyle saldırganlık niteliği taşımamalıdır. Saldırgan olan ve savaşı kaçınılmaz kılan karşı taraf olmalıdır. Karşı tarafın saldırgan olması da tek başına o savaşın cihat olarak adlandırılmasına yetmez. Bu saldırının Müslümanlara dinleri ve inançları nedeniyle yapılmış̧ olması gerekir.” (Kur’an ve Sünnet Işığında Düşünce ve İnanç Özgürlüğü, Prof. Dr. Hamza Aktan, Uluslararası Avrupa Birliği Şurası Tebliğ ve Müzakereleri, Ankara 2000.)
Bir başka akademisyenle devam edeyim:
“Savaşların meydana gelmediği veya az olduğu Çin, Hindistan, Endonezya ve Afrika kıtası sahillerindeki memleketler, bugün dünya Müslümanlarının çoğunluğunun ikamet ettiği bölgelerdir. Bu bölgelerde Müslümanlarla ülke insanları arasında az sayıdaki çatışmadan başka savaş̧ olmamış̧, buralarda İslam Müslüman ilim adamları, tüccar ve denizciler vasıtasıyla yayılmıştır.
“651 yılında dönemin halifesi Hz. Osman da Çin’e bir heyet göndermiştir. Çin ile münasebetler bu tarihlerde başlamış̧, sonraki dönemlerde Müslüman tüccarlardan Çin’e yerleşenler olmuştur. Böylece Çin’de İslam, samimi Müslümanların gayretleriyle yayılmıştır.
“Hindistan ve Uzakdoğu’da da İslam, büyük ölçüde Müslüman tüccarlar aracılığıyla yayılmıştır. Zaman içerisinde Hindistan’da İslam iyice yerleşmiş ve bir İslam medeniyeti kurulmuştur.
“İslam, Malezya’da da 1400 yılından önce tedrici olarak yayılmıştır. Güney Filipinler halkı da 1500 yılından önce Müslümanlığı kabule başlamıştır.
“Çin, Hindistan, Uzakdoğu ve Endonezya gibi oldukça geniş bir coğrafyada, İslam’ın yayılması için seferler düzenlendiğine ve savaşların yapıldığına dair bir bilgi tarihi kaynaklarda geçmemektedir. Bütün bunlar söz konusu ülke ve bölgelerde İslam’ın kılıçla değil, samimi ve gayretli tüccarların tebliğ faaliyetleriyle yayıldığını göstermektedir.” (İslamiyet’in Yayılmasında Savaş ve Şiddetin Rolü, Doç. Dr. Veysel Nargül)
Fetihlerin tebliğ faaliyetlerini gölgelemesinde belki şu saik etkili idi:
“İslam dünyasına dair üretilen söylem ve fikirlerin Osmanlı tarihi anlatısıyla ziyadesiyle iç içe geçmiş olmasıdır. 1950’li yıllardan günümüze doğru giderek söylemsel üstünlük kazanan bir tarih anlatısı, Osmanlıları İslam’ın mutlak mânâda yegâne temsilcisi olduğu fikrine dayanmıştır.” (İslam Dünyası Fikri, Prof. Dr. Cemil Aydın)
Belki de bu tarih anlatısı ile fetihlere yoğunlaşınca bir sonraki yazıda sıralayacağım küresel kutsi yolculukları görmemiz zorlaşıyor.
Asıl fethin ne olduğunu Kurân’dan Hudeybiye ile öğrenmiştik. Aynı noktaya tarihçi de işaret ediyor:
“İslâmiyet’in tebliğ ruhunun delilleri, ne zâlimlerin zulmünde veya bağnaz kimselerin öfkesinde aranmalı, ne de bir elinde kılıç, bir elinde Kur’ân, efsanevi şahsiyete haiz Müslüman cengâverlerin kahramanlıklarında aranmalıdır. Aksine, dinlerini dünyanın her tarafına taşıyan vaiz ve tâcirlerin sâkin ve iknâcı gayretlerinde aramak gerekmektedir.” (İslâm’ın Tebliğ Tarihi, Prof. Thomas Walker Arnold)
Tebliğ başarısının temelinde samimiyet ve içten bir inanç vardı.
Bunu müsteşrikler de doğruluyor:
(Dünyanın her yanına koşarcasına yayılan tâcir ve muallimlerin) “Konuşmaları (ikiyüzlülük olmaksızın) sürekli din hakkındaydı ki bu onlar için dostça ve samimi bir hatırlayış anlamına geliyordu.” M. Charles Doughty, Travels in Arabia Deserta.
Doughty’nin kastettiği belki de ‘sohbet-i canan’dı.
Sonraki yazı: Kutsi yolculuklar
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***