YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU
İnsan hakları uğruna yapılan mücadelenin temelinde, bütün insanların eşit olduğu ön kabulü yer alır. İnsan haklarının öncelikli hedefi, toplumdaki her tür ayrımcılığın ortadan kaldırılmasıdır. Kast sisteminin ve sınıflı toplum yapısının hâkim olduğu veya bazı kimselerin ayrıcalık ve imtiyazlara sahip olduğu bir ülkede, insan haklarının gelişmesi çok zordur. Sadece insan hakları da değil, onu tamamlayan önemli iki dinamik olan hukuk devletinin ve demokrasinin tesis edilebilmesinin ön şartı da eşitlik ilkesini sağlamaktır.
İnsan hakkı ihlallerinin en temel sebebi, sahip oldukları bilgi, makam, servet veya güç sebebiyle kendilerini başkalarından üstün gören kişi veya gruplardır. Bugüne kadar kendilerini toplumun efendisi ve sahibi gibi gören zorba yöneticiler kadar hiç kimse insanların temel hak ve özgürlükleri önünde tehdit oluşturmamıştır. Aynı şekilde sermaye babaları ve aristokratik kesim de servetlerinin gücüne dayanarak kitleleri ezmiş, sömürmüş ve değersizleştirmişlerdir. Dini bir istismar vasıtasına dönüştüren ve onunla insanları aldatan din adamları da yer yer insan hakkı ihlallerine yol açmıştır.
Şeytanla başlayan ve Hz. Âdem’in oğullarıyla devam eden üstünlük ve ayrımcılık problemi, öteden beri insanlığın başına belâ olmuş ve ağır hak ihlallerine yol açmıştır. İhdas edilen kast sistemleri yüzünden toplumun alt tabakalarına hiçbir zaman insanca yaşama imkân ve fırsatı tanınmamıştır. “Ben sizin en yüce Rabbinizim” (Nâziât sûresi, 79/24) diyen ve halkını ezen sadece Firavun değildir. İnsanlık tarihi Firavun ve Nemrutlarla doludur. Günümüzde de kendini Tanrının yeryüzündeki vekili ve temsilcisi gören tiran ve diktatörlerin sayısı az değildir.
Aynı şekilde tarihte birçok kavim ve millet kendini “seçilmiş” ve “üstün” görmüş, bu yüzden de kendilerine nispetle “zelil ve küçük” gördükleri milletleri ezip yok etmede bir mahzur görmemiştir. Tarihin derinliklerine gitmeye gerek yok. Modern dünya her ne kadar sahip olduğu medeniyet ve gelişmişlikle övünse de, hâlâ ırkçılık probleminin üstesinden gelememiştir. Siyahilerin maruz kaldığı problemler hâlâ devam etmektedir. Etnik azınlıklara birçok ülkede en temel insan hakları bile çok görülmektedir. Herkes sözde eşitlik yanlısı olsa da VIP uygulamalar adı altında örtük bir ayrımcılık sürüp gitmektedir.
Kendi oylarıyla toplumun alt kesimlerinin oylarının eşit sayılmasını hazmedemeyenlerin sayısı azımsanmayacak kadar çoktur. Herkes bir şekilde başkalarından farklı ve üstün olmak için elinden geleni yapıyor. Zira üstünlük, nefis için büyük bir tatmin vasıtası olarak görülüyor. Bu yüzden kimse kolay kolay sıradanlığa mahkûm olmak istemiyor, kendisini halktan biri olarak görmeyi nefsi adına zül kabul ediyor. Dolayısıyla eşitlik sadece hukukî bir problem değil, aynı zamanda önemli bir ahlâk problemidir.
EŞİTLİK NE DEMEKTİR?
Burada eşitlik kavramıyla kastedilen mana, insanlar arasında her açıdan mutlak bir eşitlik sağlamak değildir. Bu mümkün de değildir. Çünkü fıtrata terstir. En başta insanlar analarından eşit olarak doğmazlar. Her birinin rengi, dili, zekası, güç ve kuvveti, kabiliyet ve istidadı, sahip olduğu mal ve serveti, yaşadığı coğrafya, yetiştiği aile vs. farklı farklıdır. Aynı şekilde onların daha sonraki hayatlarında ortaya koyacakları ceht ve gayret, yapacakları tercihler, yönelecekleri işler, elde edecekleri kazançlar, tutacakları yollar da birbirinden farklı olacaktır. Hatta her bir insanın kendine özel ahlakı, dindarlığı, kişilik ve şahsiyeti oluşacaktır. Bütün bu farklılıkları ortadan kaldırmaya çalışmak fıtrata karşı savaş açmak demektir.
Kur’ân-ı Kerim’de pek çok yerde insanlar arasındaki bu farklılıklara dikkat çekilmiştir. Mesela Cenab-ı Hak, ilmin ve âlimin değerini gösterme ve insanları ilme teşvik etme adına, “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer sûresi, 39/9) buyurmuş ve bilenlerin üstünlüğüne dikkat çekmiştir. “Mü’min kimse fasık gibi olur mu? Onlar eşit değildir.” (Secde sûresi, 32/18) âyetinde ise iman ve istikametin Allah katındaki değerine ve üstünlüğüne işaret edilmiştir.
Aynı şekilde “Özür sahibi olmaksızın cihattan geri kalan mü’minlerle, Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad eden mü’minler elbette bir olmaz. Allah malları ve canları ile mücahede edenleri derece bakımından cihada gitmeyenlerden üstün kılmıştır.” (Nisa sûresi, 4/95) âyetinde de Allah yolunda mücadele ve mücahede etmenin önemine vurguda bulunulmuştur. “Sizden, fetihten önce infak eden ve savaşan kimse ile bunları yapmayan elbette bir olmaz. İşte onlar, bundan sonra infak edip savaşanlardan derece bakımından daha yüksektirler.” (Hadîd sûresi, 57/10) âyeti de bazı kritik zamanlarda ortaya konulan amellerin diğer zamanlara göre Allah katında daha kıymetli olacağını gösterir.
Kur’ân’ın ifadesiyle iyi ve güzel şeyler kötü ve çirkin şeylerle bir olmadığı gibi (Mâide sûresi, 5/100), Allah katında da insanlar katında da elbette iyi ve ahlâklı insanlar, kötü ve ahlâksız insanlarla bir ve eşit olmayacaktır. Eğer bir üstünlük aranacaksa bu, etnik kökende, soysopa göre değil, işte burada aranmalıdır. “Güzel ahlak gibi asalet yoktur.” (İbn Mace, Zühd 24) hadisinin de işaret ettiği üzere, insana saygınlık ve üstünlük kazandıracak olan haslet, ahlâktır.
Görüldüğü üzere insanların kişisel gayretleriyle elde ettikleri güzel nitelikler, onları başkalarının gözünde yüceltir. Fakat bu üstünlük, başkalarını vesayet altına almak için kullanılmamalı, onları hor ve hakir görmeyi gerektirmemelidir. Bilakis insanın, sahip olduğu niteliklerden ötürü büyüklüğü arttıkça tevazuu da artmalıdır. Buna en güzel misal peygamberlerdir.
Dinlerin, hukuk sistemlerinin veya insan hakları mücadelesi veren örgüt ve kurumların toplum fertleri arasında sağlamaya çalıştıkları eşitlik de böyle bir eşitlik değildir. İnsanların gayret göstererek, çalışarak, didinerek, sahip oldukları yetenekleri yerli yerince kullanarak, iradelerinin hakkını vererek elde ettikleri üstünlüğe kimsenin sözü olamaz. Komünizmin yapmaya çalıştığı gibi insanların kabiliyet ve gayretlerini görmezden gelerek herkesi aynı hayatı yaşamaya zorlamanın bizatihi kendisi ağır insan hakkı ihlallerine yol açar. İnsanların huy, karakter, kabiliyet, zeka ve çalışkanlık gibi açılardan farklı farklı yaratılmaları toplumsal hayatın düzen ve ahenk içinde devam etmesi adına bir zorunluluktur. “Bu dünya hayatında onların maişetlerini aralarında taksim eden, bir kısmının diğer kısmını çalıştırması için kimini kimine üstün kılan Biziz.” (Zuhruf sûresi, 43/32) âyeti de bunu ifade eder.
Bu yüzden mutlak eşitlik davasının sebep olacağı zulümler gözden uzak tutulmamalı ve mutlaka eşitlik ile adalet kavramları birlikte ele alınmalıdır. Adalet ise hakkı yerine koymak, haklarda dengeli olmak ve herkese hak ettiği payı vermek demektir.
İnsan hakları açısından aranması gereken eşitlik; herkesin insan olmada, hak ve vazifelerde, kanun önünde, tanınan imkân ve fırsatlarda eşit olmalarıdır. Eşitlik ilkesi, insanların kendi ceht ve gayretleriyle sonradan elde ettikleri bir kısım değerleri görmezden gelmez; bilakis insanların sahip oldukları ırkları, renkleri, dilleri, dinleri, kabileleri, cinsiyetleri, soyları vs. açısından herhangi bir ayrıcalığa sahip olamayacaklarını savunur. Herkese aynı fırsat eşitliğini tanır ve haksız rekabetin önüne geçer. Kanun önünde herkese aynı hak ve statüyü verir.
Konuyla ilgili Bediüzzaman Said Nursi’nin şu tespiti oldukça yerindedir: “Ey insan! Kur’ân’ın düsturlarındandır ki, Cenab-ı Hakk’ın dışındaki hiçbir varlığı ona kulluk edecek ölçüde kendinden büyük zannetme. Kendini de hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünkü mahlukât, mabudiyetten (kendisine ibadet edilmekten) uzaklık noktasında eşit oldukları gibi, mahlukiyet nispetinde de birdirler.” (Lem’alar, 17. Lem’a)
İSLÂM’IN AYRIMCILIKLA MÜCADELESİ
İslâm, getirdiği hükümlerle âdeta toplumdaki her türlü ayrımcılığa karşı savaş açmıştır. Hucurat sûresinde yer alan şu âyet-i kerime üstünlüğün soyda ve nesepte değil ancak takvada olduğunu belirtir: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sahip çıkmanız için milletlere, sülâlelere ayırdık. Şunu unutmayın ki Allah’ın nazarında en değerli, en üstün olanınız, takvada en ileri olandır. Muhakkak ki Allah her şeyi mükemmelen bilir, her şeyden hakkıyla haberdardır.” (49/13)
Nisa sûresinde de bütün insanların aynı anne babadan gediklerine ve aralarında ontolojik açıdan herhangi bir fark olmadığına dikkat çekilir: “Ey insanlar sizi tek bir nefisten yaratan, ondan eşini yaratan ve her ikisinden birçok erkek ve kadın türetip-yayan Rabbinizden korkup-sakının.” (4/1) Dolayısıyla hiç kimse, yaratılıştan gelen bir üstünlük iddiasıyla başkaları üzerinde tahakküm kurma hakkına sahip değildir.
Peygamber Efendimiz’in (s.a.s) Veda Hutbesi’nde dile getirdiği şu ifadeler, bu iki âyetin maksadını biraz daha açar ve İslâm’ın eşitlik anlayışını teyit eder: “Rabbiniz birdir, babanız birdir, hepiniz Âdem’in çocuklarısınız; Âdem de topraktan yaratılmıştır. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a, kızıl tenlinin beyaz tenliye, beyaz tenlinin kızıl tenliye takva dışında hiçbir üstünlüğü yoktur.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/411) Allah Resûlü (s.a.s) başka bir hadislerinde de insanlar arasındaki eşitliği ifade etme adına onları tarağın dişlerine benzetir. (Kudâî, Müsnedü’ş-Şihab, 1/145)
Peygamber Efendimiz (s.a.s), kavmiyetçilik ve ayrımcılığın en katı ve en yoğun olarak yaşandığı Arap toplumunda, öyle adımlar atmış, öyle uygulamalar ortaya koymuştur ki bir süre sonra her tür ayrımcılık düşüncesini kökünden söküp atmıştır. Mesela soylu bir aileye mensup olan halasının kızı Hz. Zeyneb’i kölelikten azat edilmiş Zeyd b. Harise ile evlendirmesi, Hz. Zeyd’i ve daha sonra onun oğlu Hz. Usame’yi ordu komutanı tayin etmesi, daha önce siyahi bir köle olan Bilâl-i Habeşî’yi Mescid-i Nebevi’nin müezzini yapması, yine siyahilerden olan Ubade b. Samit’i elçi olarak Mukavkıs’a göndermesi gibi uygulamalar, eşitlik konusunda büyük bir inkılap meydana getirmiştir. Nitekim karşısındaki siyahi elçiyi gören Mukavkıs, “Nasıl oluyor da siyahi biri sizin en faziletliniz olabiliyor!” sözleriyle şaşkınlığını açığa vurmaktan kendini alıkoyamamıştır.
Allah Resûlü, görevlendirmelerde liyakat ve ehliyeti esas almış, muhatabının köle, azatlı, fakir veya siyahi olup olmamasına önem vermemiştir. Zira onun gözünde, tüm insanlar eşit haklara sahiptir. Belki de toplumdaki önyargıları kırma adına özellikle bu tür insanlara önemli görevler vermiştir.
Elbette cahiliyeden yeni çıkmış bir toplumda eşitlik düşüncesinin oturması kolay olmamıştır. Özellikle Mekke’nin aristokratik kesimi tarafından büyük tepki görmüştür. Hatta Kureyş’in önde gelenlerinin Müslüman olmamalarıyla ilgili olarak ileri sürdükleri gerekçelerden ve belki en önemlilerinden biri, İslâm’ın getirmiş olduğu bu eşitlik ilkesidir. Zira onlar, İslâm’a girdikleri takdirde sahip oldukları ayrıcalık ve üstünlüklerini kaybedeceklerinden korkuyor; köle ve fakirlerle aynı ortamda bulunmayı ve eşit haklara sahip olmayı kendilerine yediremiyorlardı. Bunu Efendimiz’e karşı açıkça dile getirmekten de geri durmuyorlardı. Mesela bir seferinde O’na giderek, köle ve fakirleri yanından uzaklaştırdığı takdirde kendisine tâbi olabileceklerini söylemişlerdi. Ne var ki bu, İslâm’ın temel öğretisine zıttı. Bu yüzden nazil olan şu âyet-i kerime onların bu isteklerini reddetmiştir: “Sabah akşam Rablerine, sırf O’nun cemaline ve rızasına müştak olarak niyaz edenleri yanından kovma. Ne sen onlardan, ne de onlar senden sorumlu değilsiniz ki onları kovup da zalimlerden olasın.” (En’âm sûresi, 6/52)
Bütün bunların yanı sıra Hz. Peygamber, ayrımcılık ifade eden söz ve tavırlara da sessiz kalmamış ve anında müdahale etmiştir. Mesela bir seferinde bir sahabinin Bilâl-i Habeşi’ye “Ey siyahi kadının oğlu!” diye seslendiğini duyunca gazaplanmış ve “Sen annesinden dolayı onu nasıl ayıplarsın! Hiç şüphe yok ki sende hâlâ cahiliye kalıntıları var.” uyarısını yapmıştır.
İslâm’ın eşitlik fikrini çok iyi anlayan ve hazmeden Raşit Halifeler, hayatları boyunca buna bağlı kalmış ve Allah Resûlü’nün ayrımcılığa karşı başlattığı savaşı devam ettirmişlerdir. Hz. Ömer döneminde yaşanmış şu iki hâdise, günümüz dünyasının henüz İslâm’ın vaz ettiği eşitlik fikrinin çok gerisinde olduğunu gösterir: Toplumun aristokrat kesiminden biri olan Cebele b. Eyhem kalabalıkta yürürken bir bedevi elbisesine basar. Bunun üzerine İbn Eyhem, bedevinin yüzüne bir tokat vurur. Bedevi doğruca dönemin halifesi olan Hz. Ömer’e giderek onu şikayet eder. Hz. Ömer kısasa hükmeder. Cebele, ayaktakımından biri ile kısas olmayı kendine yediremediğinden bu duruma itiraz eder. Ne var ki Hz. Ömer’in cevabı nettir: “Şüphesiz ki İslâm sizi eşitlemiştir.”
Diğer hâdise Amr b. As ile Hz. Ömer arasında geçer. Amr b. As, Mısır valisi iken, oğlu Abdullah haksız yere bir kişiyi döver. Dövülen kişi, Hz. Ömer’e giderek şikayette bulunur. Hz. Ömer, Amr b. As’ı ve oğlu Abdullah’ı Medine’ye çağırır. Önce Hz. Abdullah’ı cezalandırır, arkasından da babası Amr b. As’ı. Babasının suçsuz olduğu söylendiğinde, Hz. Abdullah’ın, babasının otoritesine sığınarak böyle bir suç işlediğini belirtir. Arkasından da şu tarihi sözünü söyler: “Ne zamandan beri annelerinin hür doğurduğu insanları esir ettiniz.” (İbn Abdi’l-Hakem, Fütûh-u Mısr ve’l-Mağrib, s.195)
Hz. Ömer’in hutbede cemaate hitaben söylediği şu sözler de, İslâm’ın vaz etmiş olduğu eşitlik ilkesinin ayrı bir yansımasıdır: “Allah’a yemin olsun ki valileri ne sizi dövmeleri ve eziyet etmeleri, ne de haksız yere mallarınızı almaları için gönderiyorum. Bilakis onları, dininizi ve Nebi’nin sünnetini size öğretmeleri için gönderiyorum. Hangi vali bunun dışına çıkar ve kötü bir muamelede bulunursa onu bana dava edin. Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki ona cezasını veririm.” (İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 6/461)
YARGI ÖNÜNDE EŞİTLİK
İslâm’a göre bütün insanlar yargı önünde eşittir. Hiç kimsenin dokunulmazlık hakkı yoktur. Suç işleyen her kim olursa olsun cezasını çeker. Hz. Peygamber bile kendini hukukun belirlediği yükümlülüklerden muaf tutmamıştır. Hırsızlık yapan soylu bir kadının affı istendiğinde şiddetle bunu reddetmiş, kızı Fatıma hırsızlık yapsa onu da cezalandıracağını söylemiş ve arkasından şu önemli hatırlatmayı yapmıştır: “Sizden öncekileri helak eden şeylerden biri şuydu: Onlardan zayıf biri hırsızlık yapınca cezalandırılır, kuvvetli biri yapınca geçiştirilirdi.” (Buharî, Enbiyâ 51)
Şu hadis-i şerif ise yargı önünde eşitlikte ne kadar hassas olunması gerektiğini gösterir: “Sizden biri halk arasında hüküm vermekle görevlendirildiğinde onlara tavrıyla, işaretiyle ve oturuşuyla eşit davranmalı, (başka bir rivayette) sesini hasımlardan yalnız birine karşı yükseltmemelidir.” (Dârakutnî, Sünenü’d-Dârakutnî, 5/365-366) Hz. Ömer’in Ebû Musa el-Eş’ari’ye söylediği şu sözler de aynı minvaldedir: “(Duruşmada) bakışlarınla, taraflara verdiğin yerle ve adaletinle insanlara eşit davran ki toplumda mevki sahibi olan kişi kendisini kayırabileceğin beklentisine kapılmasın, zayıf olan kişi de adaletinden ümit kesmesin.” (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 10/229)
NETİCE
Netice itibariyle şunu söyleyebiliriz ki insanların insanlık değeri bakımından, kanun önünde ve kendilerine tanınan fırsatlar açısından eşit olmadıkları bir yerde, ne gerçek hürriyetten ne de insan haklarından bahsedilebilir. Böyle bir yerde insanlar onurlu ve izzetli bir hayat yaşayamaz, toplumda düzen ve huzur olmaz. Zira birilerinin ayrıcalık ve üstünlüğü, başkalarının haklarını kısıtlar veya ihlal eder. Bu yüzden Kur’ân nazil olmaya başladığı andan itibaren eşitlik fikrini ruhlara işlemiş, Peygamber Efendimiz de eşitliğin ahlakî bir değer ve hukukî bir ilke hâline gelmesi için mücadele etmiştir. İnsanların kavmine, rengine, diline, sosyal statüsüne, cinsiyetine bakılmaksızın herkes ilahî hitaba muhatap ve mükellef kabul edilmiş, herkese aynı hak ve özgürlükler tanınmış, herkesin canı, malı, ırz ve namusu dokunulmaz görülmüştür.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***