YORUM | AHMET KURUCAN
“Hocaefendi bir usulü fıkıh metodolojisi öneriyor mu?” başlıklı yazıma gelen bir okuyucu yorumunda yer alan şu cümle oldukça dikkat çekici ve üzerinde ısrarla durulmaya değer: “O muhteşem temel eserler ve yaşanan o asr-ı saadet tecrübesi Taliban doğurmaz, doğurmamalıydı. O satırlarda bir yanlışınız var. O kadar ıskalama nasıl mümkün olur, olamaz. Belki de ben yanlış anladım.”
Tek tek tahlil edeceğim. “O muhteşem temel eserler…” Kur’an ve sahih hadislerden oluşan hadis müdevvenatı temel eser. Bunda zerre kadar şüphe yok. Ama onlar üzerine yapılan yorumlardan oluşan fıkıh, kelam, felsefe, hadis, tasavvuf alanlarındaki eserlere “temel” demek hangi ölçüde doğrudur, üzerinde düşünülmeli. Böyle demem tamamen kavramsal düzlemde. Yoksa düşünce üretiminin alabildiğine canlı olduğu söz gelimi kurucu imamlar dönemi ve sonrasını ve o dönemlerde üretilen düşünceleri hafife aldığım anlamı çıkmaz buradan. Ben “temel” yerine başka bir kavramın kullanılması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü Kur’an ve Efendimizin peygamberlik vasfı ile söylediği ve yaptığı bağlayıcı beyan ve fiiller hariç hepsi de beşeri, içtihadî ve üretilmiş düşüncelerdir. Teklifim “temel” deme yerine “ana kaynaklar” tabiridir.
“Yaşanan o asr-ı saadet tecrübesi…” Asr-ı saadet hangi dönemi içine alır? 610-632 Peygamber Efendimizin hayatta olduğu dönemi mi, 632-661 arası süren Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin devlet başkanlığı yaptığı 30 yıllık dönemi mi yoksa her ikisini de mi? Ehlinin malumu olduğu üzere tartışmalıdır bu konu. Kimileri sadece Peygamber Efendimiz dönemini, kimileri her ikisini de derler. Bu neden önemli? Çünkü cümlenin devamında “Taliban doğurmaz, doğurmamalıydı,” deniyor. Bu açıdan önemli.
Eğer asr-ı saadet, hulefa-yı raşidin dönemini de içine alıyorsa, cevabım “Neden doğurmasın?” olurdu. Bugün o terörist örgütlere kaynaklık yapacak hadiseler yaşanmış o dönemlerde. Nitekim onlar o dönemlerde yapılanlarla kendi faaliyetlerini meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Cemel, Sıffin, Nehrevan savaşları, Kerbela katliamı, Harran vakalarını hatırlayın. Bunların hepsi işte bu asr-ı saadet denilen dönemde oldu ve bu savaşlarda binlerce insan hunharca katledildi, kadınlara tecavüzde bulunuldu, mallar yağma edildi. Dolayısıyla artık devlet yönetimine gelen Taliban ya da terör örgütü olarak faaliyet gösteren IŞİD, el-Kaide, Boko Haram bunları örnek ya da model aldıysa demek ki asr-ı saadet bu örnekleri doğurabilirmiş demek zorundayız.
Ama asr-ı saadet, sadece 23 yıllık nüzul sürecini ifade eder diyorsanız, sonuna kadar katılıyorum, o süreç hiçbir şekilde ve hiçbir zaman herhangi bir terör örgütüne model olamaz, örnek olamaz, temel olamaz, kaynak olamaz. Olması için ya Zahiriler ve günümüz Selefileri misali literal/lafzî okumalar yapmak lazım ya da eskilerin tabiriyle tekellüflü te’villerde bulunmak gerek.
“O satırlarda bir yanlışınız var,” diyor okuyucumuz. Ben yanlışım olmadığı kanaatindeyim. “Neden böyle düşünüyor ve nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz?” sorusuna şöyle cevap verebilirim. İster yukarıda isimlerini verdiğim terör örgütlerinin isterse artık ülke yönetimine geçen Taliban’ın pratiklerine ve o pratiklerini dayandırdıkları teorilerine bakın, onların teorileri yukarıda bir cümle ile işaret ettiğim gibi Kur’an ayeti ve Peygamber Efendimizin beyanlarının lafzî anlamlarıdır, ya da noktasına virgülüne dokunmadan günümüze aktardıkları kurucu imamlar başta olmak üzere sonraki dönemlerde yapılan içtihadî görüşlerdir. Bunlar Kur’an ve Nebevi sünneti yorumlarken takip edilmesi gereken lafzın zahiri manası, sebeb-i nüzul veya sebeb-i vürûd, bağlamı, hükmü, hükmün maksadı ve son olarak hükmün mesajı safhalarının sadece ilk adımını kâle almakta, diğerlerini göz ardı etmektedirler. Aynı yaklaşım fıkhî ve kelamî içtihatlarda da gösteriyorlar. Orada da aynı şekilde davranıp, içtihadî düşüncelerin üretildikleri sosyal, siyasal, ekonomik, askeri, kültürel arka plan şartlarını hiç dikkate almadan hükmün, içtihadın, kanunun, fetvanın zahiri manasına odaklanıyorlar. Böyle olunca diyelim ki İmam Serahsi’nin devletlerarası münasebet adına kendi devrinin şartlarını nazara alarak söylemiş olduğu bir beyanı, yaptığı bir içtihadı bugüne taşımaktadırlar. Okuyucumuzun dediği “O kadar ıskalama nasıl mümkün olur, olamaz,” dediği husus tam da bu; ıskalama. Bu ıskalama olunca o yazımda da ifade ettiğim gibi aynı kitapları okuyan ve okutan iki gruptan biri terörist ya da şimdiki Taliban misali o içtihatların yapıldığı dönemde hayatı donduran insanlar diğerinde ise gâî bir yaklaşım sergileyerek o içtihatları çağının idrakine yeni formlarıyla beraber hayata taşıyan grup çıkıyor.
O yazımda ehli kitap ile alakalı bir misal vermiştim. “(Ey Peygamber!) Dinlerini benimsemediğim müddetçe Yahudiler ve Hıristiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklar,” ayetini kıyamete kadar gelecek bütün Müslümanlar ile Yahudi ve Hıristiyanları içine aldığı şekliyle yorumlamış sonra ben yanılmışım deyip düşüncesini, yorumunu, duruşunu değiştiren birisinden söz etmiş ama isim vermemiştim. O kişi Fethullah Gülen Hocaefendi’dir. Bahsini ettiğim itirafını da 14 Ağustos 2013 yılında Atlantic Journal dergisine verdiği röportajda söylemişti. Bir cümlesini alayım ardından röportajın hem aslını hem de Türkçe çevirisinin linklerini paylaşayım okumak isteyenler için. Şöyle diyor Hocaefendi: “Kemal-i samimiyetle itiraf etmek lazım ki ayet ve hadisleri yanlış anlamış ve yaptığım izahlarda yanılmış, olabilirim. Şunu anladım ve daha sonra belirttim ki Kur’an’da veya sünnette yer alan eleştiri ve lanetlemeler belli bir inanca bağlı insanlara değil herhangi bir insanda olacak karakteristiğe yapılıyor.” (Türkçesi için şu linke tıklayabilirsiniz. İngilizcesi içinse, şu linke.)
Şu gerçek, Kur’an ve Kur’an’ın onayını almış Nebevi sünnet tarihe müdahaledir. Bunların haricindeki her düşünce o düşünce sahibinin kendi dönemine ve yaşadığı çevreye müdahalesidir. Ama onlar arasında öyle düşünceler vardır ki zamanını aşar, asırlar boyu hükümrân olmaya, insanların hayatlarını şekillendirmeye devam eder. Yalnız unutulmamalı ki gerek vahiy gerek söz konusu içtihadî düşünceler verili durumdan, olgudan, yaşanılan gerçeklikten hareketle bu müdahaleyi yapmıştır. Özellikle fıkhî içtihatlar bir devrin kültürünü yansıtır. Bu kültür arka planını dikkate almadan o hükümle o toplumda hangi meseleleri çözdüğü anlaşılmadan onları bugüne taşımak doğru değildir.
Okuyucumuzun son cümlesi şu: “Belki de ben yanlış anladım.” Bunu bir tevazu olarak kabul ediyor ve estağfirullah diyorum. Belki ben muradımı tam anlatamadım. Umarım bu yazı meselenin tavazzuh etmesi adına yardımcı olmuştur. Saygılarımla.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***