SİNEMA | M. NEDİM HAZAR
1967’de Bana Kurşun İşlemez ile yönetmenliğe adımını atan bu yanık tenli adam, 1970 yılında çektiği ve taksiciye yenik düşen at arabacısının hikayesini anlattığı Umut ile kalem ve kamerasını başka sulara çevirmiş oldu. Vurguncular, Baba, Acı, Ağıt gibi filmler ile Yılmaz Güney sinemasının yapı taşlarını oluşturan filmlere imza attı.
Yedinci sanatın Türk topraklarındaki serüveni sair ülkelerinkinden çok da farklı değildi. Sinema, keşfinin hemen akabinde Osmanlı topraklarında kendine salon bulmuş, kısa sürede kendi sektörünü oluşturmuştu.
Başta İstanbul olmak üzere, Anadolu topraklarında peşi sıra açılan salonlarda, başlarda yabancı filmler gösteriliyordu. Muhsin Ertuğrul ve Tiyatrocular Dönemi’nin çektikleriyle buluşan Türk halkı 20. yüzyılın ortalarından itibaren özgün filmler izlemeye başladı.
Lütfü Ömer Akad, Metin Erksan, Memduh Ün, Osman Seden, Halit Refiğ gibi yönetmenlerin filmleri, “Yeşilçam Sineması” kavramını pekiştirmiş, salonları, yayıncılık sektörü ve nevi şahsına münhasır işletme sistemi ile rayına oturmuştu.
Özellikle Amerikan Sineması, çok kısa sürede endüstrileşip, katma değer üreten bir sanayiye dönüştürdüğü için neredeyse her yıl birkaç tane ismi star olarak piyasaya sürüyordu.
Star demek yedinci sanatı bir tür bağımlılık haline getirmek demekti. Marilyn Monroe, Humphrey Bogart, Grace Kelly, James Stewart, Clark Gable, Ava Gardner, Gary Cooper, Cary Grant ve Doris Day gibi onlarca isim, milyonlarca izleyiciyi her hafta salonlara topluyordu.
Ülkemizde de halkı beyazperdeye bağlayacak çok sağlam bir halka daha gerekiyordu… Başını dönemin magazin dergilerinin çektiği artist yarışmaları kısa sürede bu açığı kapadı ve Yeşilçam kendi starlarını oluşturmaya başladı.
Bir gazete ilanıyla sektöre girip “ilk adın star” unvanını hak eden Cahide Sonku, Yıldız Mecmuasının 1951 yılında senenin en beğenilen kadın sanatçısı ödülünü alarak sinema kamuoyunun dikkatini bu mecmualara yönlendirmişti.
Sonku’nun en iyi kadın aktris seçildiği yıl, Yıldız Mecmuası bir ay sonra düzenlediği müsabakanın sonuçlarını açıkladı. Buna göre erkeklerde Ayhan Işıyan ve Mahir Özerdem, Kadınlarda ise Belgin Doruk birinci seçilmişti.
Ayhan Işık yarışmanın sonucunda Yavuz Sultan Selim filmi için bir kontrat imzalamış ve böylelikle sinemaya “merhaba” demişti.
Star sistemi her ne kadar Amerikan sinemasından Türk sinemasına girmişse de, ülkemizdeki uygulamalarda bize has farklılıklar vardı.
Öncelikle star seçim disiplinimiz Batı sinemasında olduğu gibi tek tip değildi.
Bu durum özellikle Türk sinemasının jönlerinde iyiden iyiye kendini gösteriyordu. Türk halkının rağbet gösterdiği erkek sinema oyuncuları dönemlere göre farklı kanallarla sinemaya giriyorlardı. Kimi bizzat Babıali’den yetişiyor, kimi bir yönetmenin sokakta keşfinden sonra, artist dergilerine kapak olup, dönemine göre güçlü PR kanallarını kullanarak şöhreti yakalıyordu.
Belli bir seçim disiplini olmayan bu sistemde, oyuncuların eğitim durumundan mali imkanlarına, yaşlarından meşhur olma sürelerine kadar neredeyse hiçbir parametre aynı değildi.
Kimi eğitimsiz bir şekilde fiziğini kullanarak sinemaya girerken, kimi tiyatro sahnelerinden perdeye transfer oluyordu.
Seyirci ile olan ilişkileri de diğer ülkelerdeki meslektaşlarınki gibi değildi jönlerimizin. Ulaşılmaz olmaktan ziyade, yakınlık ile tanımlanabilecek bir bağlantıydı bu. Seyirci beğendiği jönü kendinde olması gereken ama keşfedemediği bir yönü olarak görüyordu genel olarak.
Adana’da son derece ağır hayat şartlarında bir çocukluk geçiren Yılmaz Pütün, sinemayla 12 yaşında iken afişler aracılığıyla tanışmıştı. Biriktirdiği harçlıklar ile salonlardan çıkmayan genç Yılmaz, bir süre sonra küçük hikayeler yazmaya başladı.
Hikayelerini lise yıllarında çıkardığı Doruk isimli dergide yayınlamaya başladı. And Filmin, Adana dağıtım ayağında bulduğu iş onun kaderini Yeşilçam’a doğru çevirmişti bile. Bir süre Kemal ve And Filmin, Adana temsilciliğinde sinema işletmeciliği yapan Yılmaz Pütün, genç yaşta girdiği bu büyülü dünyanın etkisi ve yüksekokul okuma amacıyla 1957’de kendini İstanbul’da buldu.
Atıf Yılmaz ile tanıştı ve yazdığı kısa öyküleri ona gösterdi. Atıf Yılmaz, kişiliği ve duruşu farklı olan bu gençteki cevheri görmüştü. Lise yıllarında yazdığı bir hikayede komünizm propagandası yaptığı için hakkında dava açılmış ve aranmaya başlandığı için Pütün olan soy ismini bir daha kullanmamak üzere değiştirmişti. O artık Yılmaz Güney’di. 1958 yılında Karacaoğlan’ın Kara Sevdası isimli film ile sinema kariyeri başladı. Genç Güney hem yönetmen Atıf Yılmaz’a asistanlık yapıyor, hem de senaryoya katkıda bulunuyordu. Bir yıl sonra oyunculuk kariyerine de Bu Vatanın Çocukları, Ala Geyik ve Tütün Zamanı ile üç filmde de aynı yıl oynayarak başladı. Ancak soy ismini değiştirmek yetmemiş ve bir film çekimi esnasında seti polis basarak onu içeri almıştı. İlk hapis ve sürgün hayatı toplam 2 yıl sürmüştü.
Hapishane hayatı onun yaşama bakış açısında yepyeni ufuklar geliştirdi ve 1963 yılında Yeşilçam’a İkisi De Cesurdu isimli filmle döndü. Film büyük şehirlerde beklediği ilgiyi görmedi ama yapımcıları hayrete düşüren bir gelişme yaşandı.
Hapse düşmüş bir kabadayının öyküsünün anlatıldığı İkisi De Cesurdu taşrada kapalı gişe oynuyordu! Anadolu insanı bu boynu bükük kahramanı çok tutmuştu, çektiği yıllık film sayısına hiçbir Yeşilçam starı ulaşamıyordu. Hapisten çıktığı ilk üç yılda 40’ya yakın filmde rol aldı. Ancak oynadığı filmler Yılmaz Güney Sineması için çok fazla anlam ifade etmeyen örnekler olan Zımba Gibi Delikanlı, On Korkusuz Adam, Kara Şahin, Kamalı Zeybek, Torpido Yılmaz, Kovboy Ali, Tilki Selim, Kan Gövdeyi Götürdü gibi avantür filmlerdi.
Asıl çıkışını 1965’te Duygu Sağıroğlu’nun Ben Öldükçe Yaşarım filmiyle yapan Güney önceden kurgulanmayan Çirkin Kral efsanesinin de ilk adımlarını atmış oldu.
At Avrat Silah filmiyle kamera arkasına yönetmen olarak da geçecek olan Yılmaz Güney, bir yandan da usta yönetmen ve senaristlerin yanında yetişerek sağlam adımlarla ilerliyordu hedefine.
Senaryo çalışmasını Lüdfi Ömer Akad’la beraber yaptıkları Hudutların Kanunu, Akad sinemasında olduğu kadar, Güney’in oyunculuk kariyerinde de son derece önemli bir kilometre taşıydı.
Yine Lüdfi Akad’ın Kurbanlık Katil, Kızılırmak-Karakoyun ve Atıf Yılmaz imzası taşıyan Balatlı Arif ve Kozanoğlu filmleri Yılmaz Güney’in yıldızının giderek daha güçlü ışık yaydığı filmler oldu.
Yeşilçam’da artık yeni bir efsaneydi Yılmaz Güney. Seyirci ona Çirkin Kral ismini takıp bağrına basmıştı.
Çirkin Kral aynı zamanda Yeşilçam’ın yakışıklı jön yönelişine bir alternatifi de işaret fişeğiydi. Yakışıklı jönlerin kralı Ayhan Işık’sa çirkinlerin kralı da Yılmaz Güney’di artık.
1967’de Bana Kurşun İşlemez ile yönetmenliğe adımını atan bu yanık tenli adam, 1970 yılında çektiği ve taksiciye yenik düşen at arabacısının hikayesini anlattığı Umut ile kalem ve kamerasını başka sulara çevirmiş oldu. Vurguncular, Baba, Acı, Ağıt gibi eserler ile Yılmaz Güney sinemasının yapı taşlarını oluşturan filmlere imza attı. Gerçekçi ya da toplumsal gerçekçi filmlerde, taşra insanı artık beyaz perdede kendini görmeye başlamış ve bu gerçeklik duygusunu ne kadar benimsediğini de Yılmaz Güney hayranlığıyla duyurmuştu.
1972 yılında tekrar tutuklandı ve 10 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Hapishane – kendi ifadesiyle – onun için toplumun her katmanından her tür insanın bir araya geldiği bir laboratuvardı. 1974 affıyla cezaevinden çıktığında Arkadaş’ı çekti. Yine aynı yıl Endişe adlı filmi çekerken Yumurtalık ilçesindeki bir gazinoda, ilçe yargıcı Sefa Mutlu’yu tabancayla vurarak öldürmekten tutuklandı ve 13 Temmuz 1976’da 19 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Cezaevinde sinema ile olan ilgisi devam etti. Bu dönemde yazdığı Zeki Ökten tarafından çekilen Sürü ve yurt dışında ve yurt içinde büyük ilgi gören Yol, Şerif Gören tarafından çekildi.
12 Eylül Darbesi sanatın tüm alanlarında baskısını iyiden iyiye artırmış yaptığı-yazdığı her eser ona ceza olarak geri dönmüştü. Biriken hapis cezalarının süresi 100 yıla yaklaşmıştı. 12 Ekim 1981’de cezaevinden firar edip Fransa’ya giden Yılmaz Güney artık ülkesine dönemeyeceğini o zaman bilmiyordu. Fransa’da Yol’un kurgusunu tekrar yaptı ve Cannes’da en iyi film ödülünü aldı. Fransa’da çektiği son filmi Duvar hayatının uzun dönemini geçirdiği zindanları anlatıyordu.
114 filmde oyunculuk, 26 filmde yönetmenlik, 15 filmde yapımcılık, 64 filmde senaristlik yapıp bir de roman yazan Türk Sinemasının Çirkin Kral’ı, hapisteki kötü yaşam koşullarından dolayı yakalandığı mide kanseri nedeniyle 1984 yılı Eylül’ünde hayata gözlerini yumarken, Türk vatandaşlığından çıkarılmanın acısını gözyaşlarıyla beraber hep yüreğinde hissediyordu.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***