YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Henüz M.Ö. 4. yüzyılda Aristo, mülkiyet ve özgürlük arasında ilişki kurarak, mülkiyetin bireyi özgür kıldığını ortaya koyan ilk kuramcılardandı. İki bin yıldan uzun zaman önce ortaya çıkan ve modern hukukun gelişimine derin katkılarda bulunan Roma hukukunda, bireyin satın aldığı ya da miras olarak elde ettiği arazi üzerindeki hakları, ayrıcalık ve gücü toplamı dominium (sahiplik ya da mülkiyet) olarak tanımlanıyor. Roma hukuku dominium kavramı üzerinden kesin sınırlarıyla devlete veya kamuya ait olan ile bireylere ait olan mülkiyeti birbirinden ayırdı. Bu anlayış Avrupa’da genel anlamda karşılık buldu.
Önemli sosyal ve sınıfsal ayrımlara ve bölünmelere neden olsa da, feodalite döneminde özel mülkiyet birbiri üzerine binmiş çoklu güçlerden oluşan bir tür denge sistemini meydana getirdi. Modern dönemle beraber, rasyonel insan aklının sosyal teorinin merkezine alınmasıyla birlikte, birçok kuramcı mülkiyet ve devlet ilişkisini (iktidar, toplum düzeni ve kamusal alan bağlamında) ele aldı.
Batı’da mülkiyet olgusunun kuramsallaştırılması da, Yunan ve Roma dönemlerinden modern zamanlara kadar sosyal teorinin en merkezi mevzuları arasında oldu. Hobbes ve Hume mülkiyeti egemen devlet perspektifinden ele alırken, özel mülkiyeti bu devletin otoritesi alanına sokmadı, koruması alanına soktu. Devletin özel mülkiyet için vazgeçilmezliği ve gerekliliği anlayışını savundu. Yani bu yoruma göre egemen devletin alanıyla özel mülkiyet alanları birbirinden ayrıldı ve özel mülkiyet devlet eliyle korundu. Böylece devletin asli görevlerinden biri, mülkiyet haklarının korunması olarak tanımlanırken, anarşik koşullara neden olacak ve toplumsal düzeni akamete uğratacak yağma ve gasp gibi fiillerin hukuk normları ve devlet yaptırımı ile engellenmesi kuramsallaştı. Locke, bu yorumdan daha da derine inerek, mülkiyet hakkının insanın doğal hali – medeniyet öncesi durum – esnasında ortaya çıktığını, yani devletten önce mülkiyetin var olduğunu ileri sürdü. Buna göre mülkiyet medeniyetin ve devletin varlığının en başta gelen koşullarından biriydi. Diğer bir ifadeyle, mülkiyet hakları, bir tür uygarlık testiydi. Devlet öncesi insanın doğal hali esnasında dahi, mülkiyet – toprak – sahibi olan insanlar, diğer insanları gasp ederek veya yerlerinden yurtlarından ederek anarşiye neden olmazken, mülkiyet olgusunun mevcut olmadığı toplumlarda ganimet ve gasp arayışı, uygarlıkların, üretimin ve sermaye birikiminin gelişimine ket vurmuştu.
Peki, Türkiye Cumhuriyeti’nin öncülü (selefi) olan Osmanlı İmparatorluğu’nda durum nasıldı? Osmanlı İmparatorluğu, devlet ve taşınmaz özel mülk ilişkilerini İslam hukukunu barem alarak kurallandırdı. O halde özetle İslam hukuku konuya nasıl yaklaşıyor, önce buna göz atmakta yarar var. İslam’da özel mülkiyete ilişkin iki yaklaşım mevcut: 1) bireyler hiçbir şekilde taşınmaz özel mülke sahip olamaz. Ancak emekleri oranında topraktan yararlanma hakkına sahiptirler. 2) Toprak üzerinde özel mülk kurulabilir, fakat bu, araziyi işleme şartına bağlanmıştır [i]. Osmanlı İmparatorluğu’nda taşınmaz mülk (arazi, toprak), miri arazi sisteminden dolayı tümüyle beyt-ül-mal’a (devlet hazinesine) aittir. Böylelikle imparatorluk, hem bütçesinin en önemli gelir kaynaklarından olan verginin alınmasını, hem de askere alma sistemini birlikte düzenleme olanağını elde etmektedir [ii].
Devlet – Osmanlı Hanedanı’nın başı olan sultan – mülklerinin kullanım hakkını belirli koşullarda tebaasına tahsis eder. Tahsis edilen taşınmazlarda tarımsal üretim esastır ve yukarıda değinildiği üzere, devlet elde edilen artı değer üzerinden vergilendirmede bulunur. Bir diğer ifadeyle, Osmanlı döneminde toprak üzerindeki haklar monark iradesine bağlıdır. Monark istediği takdirde uygun gördüğü kişilere arazi tahsis edebilir. Ancak bu arazini üzerinde sahiplik ilişkisinin süresi ve koşulları, yine monarkın iradesine bağlıdır. Monark istediği an istediği kişiye tahsis edilmiş bulunan taşınmaza el koyabilir (müsadere sistemi). Bu hukukun üstünlüğünden ziyade, keyfilik ilkesinin geçerli olması demektir. Tarihsel süreçte sermaye birikiminin gerçekleşememesi ve monark karşısında güçlü toprak sahiplerinin bir araya gelerek denge kurma olasılığının bulunmaması, Osmanlı politik sisteminin Batı’daki yönelimden farklı bir istikamete doğru evrilmesine neden olmuştur. Bir diğer ifadeyle Osmanlı sisteminde Batı’da evrilen sistemden oldukça farklı bir hukuk altyapısı ve uygulama söz konusudur. Batı’da mülkiyet konusuna Roma döneminden itibaren bir hukuksal hak olarak yaklaşılmış ve bu hakkın korunması devletin – bir olgu olarak – başta gelen asli görevi olarak anlaşılmıştı. Bu durum Avrupa monarşilerinde meşruti monarşiye doğru olan gidişatın da temelini oluşturmuştu. Oysa İslam-Osmanlı-Türk tarihi sürekliliğinde, Tanzimat dönemine dek – yani yakın tarihe kadar – mülkiyet hukuku yerleşmedi.
Mülkiyet-devlet ilişkisi bağlamında önemli noktalardan biri, ganimet (yağma) konusudur ki, bu konu doğrudan özel mülkle ve devletin pozisyonuyla alakalıdır. Değinildiği üzere, Batı devlet teorisi ve mülkiyet konusuna olan hukuk öğretisi yaklaşımı, medeniyet ve mülkiyet hakkı arasında korelasyon kurmakta. Bireyin hukukunun merkezde olduğu bu anlayış, kamunun hukukunun monarkın şahsında tecelli edeceği yönündeki inancı merkeze alan İslam-Osmanlı-Türk anlayışı ile elbette ki uyum halinde değildir. Batı’da devletin – monarkın şahsında – yetkilerinin sınırlandırılmasında öncelikle mülkiyet hakkının bireylere tanınmış olması merkezi ve katalizatör bir rol oynuyor. Monark/devlet karşısında toprak sahipliği üzerinden bir aristokrasi sınıfının ortaya çıkması ve bunun bir tür siyasi dengeyi beraberinde getirmesi, temsili demokratik sistemlerin doğuşuna da kapıyı aralıyor. Sermaye birikimi üzerinden sanayi devrimine giden süreç başlarken, biriken sermayenin oluşturduğu vahalarda sanat ve bilimi destekleyen aristokratik aileler, Batı’yı Renaissance (Rönesans) ve bilimsel devrim rotasına sokuyor.
Bu ilerleme üzerinden okunduğunda, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüne giden süreç sanırım daha iyi anlaşılıyor. Ama esas konumuz bu değil. Batı’da devlet içinde meydana gelen ganimet-yağma-talan kültürü prosedürel bakımdan uygulamada da hukuk dışıyken, Osmanlı sisteminde tek merkezde toplanan ve en kapsayıcı güçte bir monark, sistem içi olağanüstü yetkileriyle ganimet-yağma-talan düzenini devam ettiriyordu. Dahası, Batı’da 1648 Westfalya Barışı sonrası farklı mezhep ve meşreplerin eşit platformda temsili ve giderek eşit vatandaşlık çatısı altında toplanması söz konusuyken, Osmanlı sistemi haklar bakımından Müslümanların gayrimüslimlerden üstünlüğü üzerine inşa edilen bir devlet ve toplum modelini esas alıyordu. Böylece Batı iç ilişkilerinde sınırsız güç, ganimet, yağma ve talan uygulamasını tümüyle terk etti. Osmanlı’da ise müsadere (sultanın mülke el koyma hakkı) sistemi 1839’a dek hukuken, 1839’dan sonra da bilfiil uygulamada sürdü.
Esas konu şu: Bugün hala Türkiye’de insanların özel mülklerine el koyan bir rejim var. Bu, bir sürekliliğe işaret ediyor. Bugün yaşanan patolojinin tarihsel köklerine inmeden, yaşananları izah etmek sizce olanaklı mıdır? Türkiye’de devletin genlerinde mülkiyet konusundan gelen tarihi bagaj var. Osmanlı döneminde Hristiyan Rumlara ve Ermenilere yönelik mülk gaspları (etnik temizlik ve soykırımın bir parçası olarak) yirminci yüzyıla dek bu sistemin sürdüğünü gösteriyor. Cumhuriyet döneminde ise Dersim Katliamı, Varlık Vergisi, 6/7 Eylül Pogromu, Kürt köylerinin boşaltılması, Gülen Cemaati’ne dâhil olan ya da olduğu iddia edilen bireylerin mallarına çöreklenme gibi uygulamalar, tarihi süreçle bir süreklilik meydana getiriyor. Diğer – daha ağır – insan hakları ihlallerinin yanında, özel mülke yönelik devletin elinde olduğu anlaşılan bu kontrolsüz ve anayasa-yasalarla dahi sınırlanamayan ceberut güç, gücü sınırlanmış ve denetlenebilir yürütme erki önündeki en önemli sosyolojik, ekonomi-politik ve siyasi engellerden biridir. Hatta en önemlisidir. Batı’da mülkiyet hakkı olmaksızın bugünkü düzeyde bir hukuk devleti anlayışı ve liberal demokrasi ve piyasa ekonomisi pratiği olamazdı. Bugün Türkiye’de hukuk devletinin tekâmülünün önündeki en belirgin faktör, mülkiyet hakkının – hala! – tam olarak yerleşememiş olmasıdır desek abartmış olmayız.
Ganimet-mülkiyet-devlet ilişkisini evrensel hukuk temeline oturt(a)madıkça, bu acılar ve zulüm, bu baskılar ve işkenceler, bu yolsuzluklar ve fukaralık, bu adaletsizlikler ve eşitsizlikler devam edecek. Türkiye, bu tarihi kısır döngüyü kırmak zorunda!
[i] Haydar Çalış, İslam Hukukunda Özel Mülkiyete Konu Olma Bakımından Toprak Mülkiyeti, Bkz.: https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/184457
[ii] Haydar Karadağ, Osmanlı Devleti’nde Toprak Mülkiyetinin İktisadi Sistemler Açısından Değerlendirilmesi, Bkz: https://dergipark.org.tr/en/pub/rteusbe/issue/28637/346803
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***