YORUM | MUHSİN AHMET KARABAY
Geçtiğimiz haftalarda pek popüler olmayan bir tatil beldesinde bulundum. Tanımadığım insanlarla tanışmak, kısa zamanda sıcak ilişkiler kurmak konusunda sıkıntı çekmem. Burada yaşadıklarımdan ve katıldığım sohbetlerden birini paylaşacağım.
Sohbet dedimse farklı anlaşılmasın. Deniz kıyafetleri içinde bir çardağın altında konuşan insanların yanına yaklaşıp, “Sohbetinize katılabilir miyim?” diye başlayan bir tanışma ve sonrasından söz ediyorum.
Denizden çıktıktan sonra büfe olarak kullanılan çardağa gittim. Orada beş altı kişi kendi aralarında konuşuyorlardı. Konuşmalarından ortak geçmişe sahip oldukları anlaşılıyordu. Geçmişte aynı kurumda çalışmış, şimdi farklı yerlerde olan ama ilişkilerini sürdüren insanlar olduğu konuşmalarının içeriğine yansıyordu.
“Merhaba” deyip boş bir sandalye çektim. “Sohbetinize ben de katılabilir miyim?” dedim. “Bu adam da nereden çıktı?” diyen bir bakış hissetmedim. Bir ikisi kendisini biraz toparlar gibi yapıp, “Tabiî, memnuniyetle” diye buyur ettiler.
ORTAK ÖZELLİKLERİ CEMAAT DÜŞMANLIĞI
Ben sürüklediğim sandalyeye oturdum, onlar da sohbete kaldıkları yerden devam ettiler. Eski dostların bir ortak özellikleri daha vardı. Cemaat düşmanlığı…
Beni sohbete katılmaya çeken taraf da bu yönü oldu zaten. Sohbetin ilerleyen dakikalarında hepsinin üniversite mezunu, teknik konularda 10-15 yıllık deneyime sahip insanlar olduğunu öğrendim.
İktidarın gücünü arkalarında hissetmenin güveni ile Cemaat’e endazesiz atışlar yapıyorlardı. Haklarını yemeyeyim. Sinkaflı bir söz kullanan olmadığı gibi toplumun genel kuralları içinde hakaret kabul edilecek kelimelerle de konuşmuyorlardı. Kullandıkları ifadeler daha çok dini kaynaklı dışlama ve din dışına itme kavramlarıydı.
Bir süre dinlemede kaldım. İlgili bir dinleyici oldum. Hepsi de geçmişte Cemaat’ten teşrik-i mesai ettikleri insanlarla ilgili hatıralarını anlatıyordu. Yalnız dün sıcak ilişki içinde oldukları anlaşılan bu insanların, dünkü arkadaşlarına ilişkin paylaşımları acı verici idi.
Konuşmalarından söz ettikleri eski arkadaşlarının kendilerinden daha dindar olduğu, kendilerinden daha yardımsever olduğu, kendilerinden daha çalışkan olduğu anlaşılıyordu.
FIRAK-I DALLE SAYDIKTAN SONRA GERİSİ KOLAY
Tatili bu yıl beraber geçirmek üzere sözleşen sözünü ettiğim bu kişilerin Cemaat’ten olan arkadaşlarını, şimdi farklı bir yere koyup “fırak-ı dalle” (hak yoldan sapmış) torbasına attıkları çok net idi.
Hepsinin namaz kılan insanlar olduğu konuşmalarına yansıyan bu kişilerden biri Cemaat için, “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunların içinden bir fırkası ehl-i necat olacak” hadisini hatırlattı.
“Bu insanlar yazık öteki 72 fırkanın içinde yer alacaklar ve gidecekleri yer belli” diye ekledi.
Benim gruba katılmamın üzerinden 15-20 dakika kadar geçmişti. Hiç sohbete katılmamış, sadece dinlemede kalmıştım. Seküler bir yaklaşımla, “Kimin hangi fırkada olacağını kim belirliyor?” diye sordum.
CEMAAT İKTİDARA BAŞ KALDIRDI
Bütün yüzler bana çevrildi. Bu garip soruyu soran adamın ne amaçla sorduğunu hepsi ayrı ayrı zihninden geçirmiş olmalıydı. “Bunda anlaşılmayacak ne var?” gibi bir yaklaşımla, “Bu Cemaat, meşru iktidara baş kaldırdı” diye karşılık verdi. Bu cevabın tartışmaya nokta koyacağını varsaydığı anlaşılıyordu.
“Anlıyorum” dedim, “Buna göre geçmişte siyasi iktidarlarla ters düşmüş bütün yapıları fırak-ı dalle olarak mı nitelememiz gerekiyor? Sahabeleri, mezhep imamlarını, Ehl-i Beyt üyelerini” diye safça tekrar sordum.
Geçmişte yaşananların farklı olduğunu, bugünkü durumun değişik olduğunu ifade etti. Sohbetin iki kişi arasında kalmamasını isteyen bir başkası söze katıldı. Bu Cemaat’in benzerinin tarihte görülmediğini, onların hepsinden daha sinsi bir yapı ile ilerleyip devlete sızdığını söyledi.
Türkiye’deki birçok cemaati yakından tanıdığımı, ilk akla gelebilenlerle ortak çalışmalar yürüttüğümüzü dile getirdikten sonra, bütün cemaatlerin devlet yapısında yer almak için yıllardır çalıştıklarını söyledim. Tamamına yakını Müslüman olduğu söylenen toplumda bunun çok da yanlış olmadığını dile getirdim.
Halen devlet hormonlu bir şekilde faaliyetlerini sürdüren cemaatlerin bazılarının ismini saydıktan sonra, “Bunlar da bugün aynı şeyi yapıyor. Devlet çarkının bir yerlerine kendi adamlarını getirmek için uğraşıyorlar” dedim.
Biri söze girmek isterken, elimle “bir dakika” işareti yaparak, “Burada önemli olan devlet kademesinde yer alan kişinin kendini devletin memuru olarak mı, yoksa cemaatin temsilcisi olarak mı o yerde bulunduğuna karar vermesi. Daha açık bir ifade ile cemaatten mi emir alıyor, bulunduğu yerin idari amirinden mi?” diye ekledim.
Bu fıkıh ilmi ile uğraşanlar tarafından “73 fırka” diye bilinen hadis, ilk dönemden bu yana hep bir grubun diğerinin önüne geçmek için kullanıldı. Özellikle iktidarlar elinde, dışlanmak isteyen yapıları ezmek isterken “dini temelli hukuk” arayışına gerekçe kılındı.
Bu hadisin o kadar çok versiyonları varmış ki ben de Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Ahmet Keleş’in, “73 Fırka Hadisi Üzerine Bir İnceleme” başlıklı çalışmasını okuduğumda öğrendim.
MÜSLÜMAN MEZARLIĞINDA BİLE YER VERİLMEZ
Bu kadar çok rivayetin bulunması hadisin doğru olduğunu mu gösterir, yoksa başka bir sebeple midir bilmiyorum. İlahiyatçı Mustafa İslamoğlu’nun hadise mana itibariyle yaklaşıp Ahkaf Suresi 9. ayetine atıfla yaptığı bir yorum dikkat çekici.
“Bana ve size ne yapılacağını bilmiyorum. Ben, yalnızca bana vahyedilene uyuyorum. Ben, yalnızca apaçık bir uyarıcıyım.”
Ümmetim 73 fırkaya ayrılacak hadisi sahih midir? | Mustafa İslamoğlu (@mustafaislamogl)
— Dini Cevaplar (@dinicevaplarcom) August 30, 2021
İlahiyat boyutunda tartışmaların içinde yer alacak ne müktesebatım var, ne de iddiam. Sadece yukarıda da belirttiğim gibi birçok İslami kesimle yakın diyaloglarım oldu. Gözlemlediğim ve öğrendiğim şey şu:
Bir Müslüman grup, kendini “ehl-i necat” (kurtuluşa eren grup) görüp öteki grupları fırak-ı dalle saymak istediklerinde bu hadisi mızraklarının ucuna takıp ilerliyor.
Bu nitelendirmeden sonra işin gerisi çok kolay. Fırak-ı dalle, irtidat etmiş (dinden dönmüş) sayılıyor ve hüküm ona göre yerine getiriliyor.
Malum, kafirin İslam toplumunda yaşama hakkı ve hukuku var. Mürtedin (dinden dönmüş kişi) yaşama hakkı yoktur. Tövbe etmezse cezası ölüm olur.
Hanefi hukukunda mürtet kabul edilene tövbe için 3 gün süre veriliyor, tövbe etmezse öldürüldükten sonra cenaze namazı kılınmıyor ve cesetleri de Müslüman mezarlığına gömülmüyor. Mallarına da el konuyor.
Ahmet Kuru’nun Euronews’teki yazısı bu çerçevede zihinlerde bir çok yeni soru sorulmasını gündeme getirecek.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***