YORUM | YAVUZ ALTUN
“Dostum biz burada yabancıları pek sevmeyiz” repliğini Amerikan kovboy filmlerinden hatırlarsınız. Çoğu zaman o beldenin sakinlerinin “mutaassıp” ya da “geri kafalı” olduğunu göstermek için kullanılsa da, gerçekten de insanların çoğunun bir yabancı karşısındaki ilk tepkisi güvensizliktir. “Yabancı” güvenilmezdir, çünkü geçmişini bilmeyiz. Geçmişini bilmediğimiz kimselerin bizim gibi “insan” olduğunu kavramamız biraz zaman alır. Hele ki farklı görünüşleri, farklı kıyafetleri, farklı âdetleri varsa! Beyaz ırkın siyahları “insan” olarak kabullenmesi birkaç yüzyıl sürdü, hâlen de siyahların “eşit” olabileceği fikri, bazılarını korkutuyor. Ama bu “yabancı fobisi” (xenophobia) beyazlara özgü bir durum değil.
Irkçılığı bir çeşit “suç” olarak kategorilendirip rafa kaldırmak kolay gelse de, her dönemde bazı insanlar “ırkçı değilim ama…” diyerek, hatta daha da ileri gidip “ırkçılıksa ırkçılık…” diyerek “yabancı” gördüğüne karşı bu güvensizliği izhar etmeyi sürdürüyor. Evet, bu baştan sona bir güven problemi, bana kalırsa. Ve güven kolay kaybedilen, zor kazanılan bir his. Peki bütün yabancılara karşı aynı güvensizliği yaşıyor muyuz? Bu da, duruma göre değişebiliyor. Türkiye’ye son 10 yılda Suriye’den, Irak’tan ve Afganistan’dan milyonlarca insan geldi. Bu insanların “eğitimsiz”, “cahil”, “gelişmemiş” olduğu varsayımı toplumda yaygın olduğu için, rahatsızlık da artıyor. (“Herkes kendi doğusundaki kültüre oryantalist bakar” gibi bir söz hatırlıyorum!) Tabi, günlük hayattaki karşılaşmalar da “düzensiz” olduğu için bu önyargılara meşruiyet kazandıran durumlar ortaya çıkabiliyor.
Ama Türkiye’ye, sözgelimi 10 milyon İskandinav gelip yerleşmek zorunda kalsaydı, tepkiler bu şekilde olur muydu, sorusu da gayet kafa karıştırıcı. Bir anda “Tabi ki olmazdı!” demek de mümkün değil çünkü “yabancı” ile ilgili düşüncelerin tolere edilebileni var, edilemeyeni var. Mesela Anadolu’daki pek çok küçük şehirde üniversiteler var ve buraya gelen üniversite öğrencilerinin de “oranın âdetlerine uymama” gerekçesiyle, tıpkı göçmenlerin yaşadığına benzer bir “kabullenilmeme” sorunu yaşadığı durumlar olduğunu biliyoruz. Çünkü yabancıların en çok da “kurulu düzenimizi bozacağı” korkusunu yaşıyoruz. Toplumumuz “yabancılar olmadan önce” bir çeşit “cennettir” çünkü orası bizim “evimizdir”. Yabancılar orayı ister istemez değiştirir ve “dostum biz burada değişiklikleri pek sevmeyiz”.
Buna çare olarak, özellikle Avrupa’da, “entegrasyon” meselesi gündeme getiriliyor. “Yabancılar” bize benzerlerse, toplumdaki bu “korku” da tarihe karışır, diye düşünüyoruz. Tabi burada da önyargılar rol oynuyor. İlk önyargı, “biz” diye bir şeyin var olduğu fikri. Evet, ulus-devletler benzer hikâyelere sahip toplumlar, daha formel adıyla, “milletler” inşa etti. Fakat “millet” dediğimiz olgu, “hayalî” (imaginary) bir kategoriydi ve her dönemde bunun sınırları değişti, daha da önemlisi bu kurgu, “toplum içi farklılıkları” yok sayıp “ortak değerler” adı altında çoğu zaman da dayatmacı bir “kanon” inşa etti.
Oysa bir toplum hiç “yabancı” barındırmasa bile, kendi içinde yeterince farklılığa sahip olacaktır, kültürün doğası gereği. Bu entegrasyon hikâyesinin ikinci önyargısı olan “dışarıdan gelenlerin buraya uyum sağlama zorunluluğu” bu nedenle, tıpkı bir milleti ayakta tuttuğu iddia edilen değerler gibi, bir çeşit kurguya dayanır. Bir “biz” ve “öteki” yaratmak ve bu “öteki” “biz”e benzeyene kadar (tamamen benzemese de, kabul edilebilir marjlarda) onu “dönüştürmek” şeklinde özetlenebilecek entegrasyon hikâyesi, bu sebeple bir türlü çözülemeyen bir matematik problemi oldu.
Çünkü üzerinde gereksiz vurgu yapılan bazı “farklar” değişmesi zor gerçekler. Mesela siyah derili bir insan ne yaparsa yapsın, bir grup beyaz derili insanın arasında “farklı” duracaktır. İsimler, kültürler, dinler, âdetler, alışkanlıklar… Bazen bir yetişkin olarak siz bazı şeyleri tolere edersiniz ama “çocuğum karşılaşmasın” diyerek korumacı da davranabilirsiniz. Bunların tümünü dönüştürüp en temeldeki bu “yabancıya duyulan güvensizliği” yıkmak pek de mümkün görünmüyor. Peki, madem mesele yabancılık ve güvensizlik, “bir araya gelsek ve tanışsak” nasıl olurdu? Burada da hayatın gerçekleri devreye giriyor. En birincisi de, insan ilişkilerinin her zaman pozitif duygularla yürütülmemesi. Çünkü “toplum” olmak, evet “ortaklıklar” inşa etmek demektir, ama aynı zamanda rekabet duygusu, hoşnutsuzluk ve hatta sıkı nefret de barındırır. “Toplum” olmak, bu türlü krizleri de barışçıl (sulh) bir yolla çözebilmeyi gerektirir.
Güdülenmiş, projelendirilmiş ve zoraki bir araya getirilmiş “insanlar” bu sebeple otantik bir “toplum” kuramazlar. 20. yüzyıl başındaki “ulus inşa etme” projelerinin kısmen de olsa başarıya ulaşma sebebi, pek çoğu Avrupa’dan ithal edilen modern devlet uygulamalarının bu “ortaklığı” mecbur etmesinin yanında, dönemin elitlerinin “milliyetçi” söylemlere neredeyse koşulsuz bağlılıklarıydı. Gelgelelim, “toplum” kurgunuz geniş grupların “dışarıda bırakılmasına” ve nihaî asimilasyonuna dayanıyorsa, problemler yaşamanız da mukadderdir ki, Türkiye gibi ülkelerin asırlık etnik krizlere sahip olması buna iyi örnektir.
Bugün Avrupa’nın karşı karşıya kaldığı “göç” probleminin, ulus-devletleşme süreçlerinde yine Avrupa’yı taklit ederek (birçoğu da Avrupalıların “gözetiminde”) devlet kuran toplulukların “dışlayıcı” politikalarının ve bir yüzyıldır çözemedikleri problemlerin acı bir sonucu olması da tarihin ironisi. Öte yandan, her ne kadar “kurgu” olsa da, Avrupa’da bir “biz” fikrinin hayal edilmesi çok daha kolay. Bin yıllara dayanan bir “Batı medeniyeti” ideası, kolaylıkla ve bir hayli de ikna edici şekilde, yeni gelenlerin üstüne boca edilebilecek kıvamda. Çünkü 19. yüzyıldan beridir hüküm süren “modernite” zaten bu idea üzerine kuruldu ve muhayyel bir “Batı” fikri, sıkça tekrar edildiği için artık hakikat sayılan hikâyelerden birine dönüştü. Devasa bir literatür ve literatürün eğitim, medya ve kültür ürünleri kanalıyla canlı tutulması da cabası.
Türkiye’de Osmanlı’nın son döneminde ve Cumhuriyet’in başlarında gösterilen “dışlayıcı kimlik inşası” hareketinin arka planında pek çok tarihçi bu sebeple, “biz” fikrinin yeterince özgüvenli bir biçimde ifade edilememesini görüyor. Düşünün, 6-7 milyon “yabancı” geliyor ve onları “Türkiye’ye özgü bir toplum kurgusunun” içinde eritmeniz, “size” benzetmeniz bekleniyor. Peki siz kimsiniz? Bu soruya Türkiye cevap verebilmiş midir? AKP’nin ve çekirdeğindeki İslamcı ideolojinin getirdiği “yarılma” zaten bu soruya geçmişte verilmiş cevaplarla bir “uyumsuzlaşma” değil miydi?
Biraz da bu sebeple bugün Türkiye’ye gelen göçmenler “bir çeşit demografi istilası” olarak yorumlanıyor ve bu “yabancılar” AKP-dışı kesimlerce doğrudan “medeniyet projesinin” karşıtı olarak konumlandırılıyor. Tabi bunlar teorik tartışmalar. Gerçek hayatta ise, “yabancılar” CHP’lileri ya da İYİ Partilileri olduğu kadar AKP’lileri de kaygılandırıyor ve siyaseten buna bir çözüm üretilmesi gerektiği konusunda toplumun geniş kesimleri “uzlaşıyor”. Öte yandan siyasî spektruma bakıldığında, her türlü yabancıya kesinlikle karşı olan “püritenler” olduğu kadar, yabancının bazı türlerine, mesela daha “vahşi” ya da “vasıfsız” olanına burun kıvıranlar var.
Türkiye, ne devlet kapasitesi olarak ne de sivil toplum bakımından, böyle bir göç dalgasını krizsiz, problemsiz göğüsleyebilecek durumda değil. Mesela 2019 yılında, Almanya’da 13.7 milyonun, yani nüfusun yüzde 17’sinin “ilk kuşak göçmen” olduğu saptanmış. Yani başka yerde doğmuş, Almanya’ya gelmişler. Ama Almanya büyük memleket ve göçmenlerin önemli bir kısmı Doğu Avrupa’dan, diyebilirsiniz. ABD her yıl 1 milyonun üzerinde dış göç alıyor fakat bunun da anlamlı bir kısmı eğitim ve iş fırsatları ile geliyor, denebilir. Daha da önemlisi, ülke ekonomileri yeni gelenleri, sisteme halel vermeyecek şekilde adapte edebilecek kadar yeni iş üretiyor. Türkiye’de ise pasta her geçen gün daralıyor.
Önümüzdeki yıllarda göçler daha da artacak ve bunlara iklim göçü dediğimiz dalgalar da eklenecek. Türkiye, jeopolitik olarak bu göç hareketleriyle bir şekilde ilişkilenecek. Eğer Türkiye’yi yönetenler “yabancılar” ile “yerliler” arasında bir sulh icat edemezlerse, bu meseleyi her yönüyle ele alıp ekonomik, hukukî, toplumsal mekanizmalar kurarak adımlar atmazsa, çok kötü sonuçlar yaşamak işten bile değil. Tabi her şeyden önce siyasetin, önce “yerlileri” sakinleştirecek şekilde siyaseti kutuplaştırmaktan vazgeçmesi ve “toplum” bilincini, “aidiyet duygularını” onarması gerekir ki, bunları düşünen var mıdır elitler arasında bilmiyorum.
Sizi yönetenler her zaman olduğu gibi bu türlü adımları atmakta gecikebilirler. Gelenlerin bir kısmını gönderseniz bile, bir çoğuyla artık ortak bir geleceğiniz var. Belki siz, “yabancılarla” konuşarak bir şeyler yapabilirsiniz. Hayret edeceksiniz, o yabancıların da bir geçmişleri, hikâyeleri var. Kimbilir, sizin bu kasvetli hayat yolculuğunuzda, size faydaları bile dokunabilir.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***