YORUM | Prof. Dr. SALİH HOŞOĞLU
Muhafazakar değerler ve muhafazakarlık öldü mü? başlıklı yazıma ilişkin müspet-menfi epeyce geri dönüş aldım. O yazıda amacım muhafazakarlık nedir ya da kimler muhafazakar kabul edilsin gibi bir çıkarım yapmak değildi. Muhafazakarlık (tabii ki Türkiye’de kullanılan anlamıyla) çok muğlak ve tartışmaya açık bir kavram. Siyasi alanda muhafazakarlığı herkes kendine göre anlıyor ve yorumluyor. Siyasi anlamda “muhafazakarlık”, benim anladığım şekliyle, kısmen Demokrat Parti, Adalet Partisi, Anavatan Partisinin ya da Adalet ve Kalkınma Partisinin kuruluşundaki temel yaklaşımdır. Yani dine saygılı ancak dini ve dini söylemleri siyasetin bir parçası yapmayan, devleti toplumun hizmetinde ve tarafsız bir konumda gören, demokratik bir toplumda yaşamayı önceleyen bir anlayıştır. Bu temel kabulden sonra önemli olan diğer konuları tartışabiliriz. Bu muhafazakarlığın benim anladığım anlamda bir yorumudur, başkaları başka türlü yorumlayabilirler.
Esas tartışmaya açmak istediğim konu dini hassasiyeti olan kesimde son yıllarda yaşanan büyük kırılmalar, kıyımların oluşturduğu fikri kaymalar, yanlış yönelimler ve yorumlardır. Toplumda, özellikle okumuşlar arasında, kökleri Osmanlının son dönemine giden ve oldukça yaygın olan iki farklı toplum telakkisi hakim durumdadır. Bunlardan daha elitist olan ve şimdilerde yeniden revaç bulan yaklaşım, toplumun kültür düzeyinin çok düşük olduğunu, halkın çoğunun birçok hayati konuyu anlamak ve değerlendirmekten çok uzak olduğunu ve mutlaka yukarıdan aşağıya bir kısım sınırlamalarla toplumun modernleştirilmesinin bir zaruret olduğunu savunmaktadır. Bu telakki genellikle Kemalist, laikçi ya da klasik CHP çizgisi diyebileceğimiz bir yaklaşımdır. Şimdilerde ülkeye hakim dindar görünümlü baskı rejimi ve bu rejime “alt kültür-gelir düzeyli muhafazakar addedilen kesimlerinden” devşirilen destek bu görüştekileri haklı çıkarır bir ortam oluşturdu. İkinci ve daha demokrat ya da muhafazakar kesimin benimsediği yaklaşım ise, son tahlilde halkın irfanının doğruyu bulmada aydınlardan daha başarılı olduğu yönündeki telakkidir.
Bu konuyla alakalı olan bir kavram (tam örtüşmese de) “kalabalıkların bilgeliği” kavramıdır. Kalabalıkların bilgeliği kavramını bilim dünyasının nazarına sunan ve buna bilimsel destekler sağlayan çalışmalar vardır. İngiliz sosyal bilimci Francis Galton, 1907 yılında Nature dergisinde yayınlanan Vox Populi (Halkın Sesi) başlıklı makalesinde bu konuda yaşanan bir deneyimi anlatır ve kalabalıkların bilgeliği kavramına dikkat çeker. Galton’un makalesinde, İngiltere’nin Plymouth şehrinde yaşanan bir olay aktarılır. Bir çiftçi festivalinde kalabalığın önüne çıkarılan bir öküzden kesilip yüzüldükten sonra kaç kilogram et çıkacağı katılımcılara sorulur. En yakın tahminde bulunanların ödül kazanacağı bu yarışmaya sekiz yüz kadar çiftçi tahminini bir kağıda yazarak katılır. Aynı zamanda orada bulunan kasaplar da kişisel olarak tahminde bulunurlar. Kalabalığın yaptığı tahminlerin yazıldığı kağıtlar toplanır ve bunların ortalamasının gerçek sonuca çok yakın olduğu görülür. Katılımcıların ortak aklı orada bulunan kasapların kendi başlarına yaptıkları tahminlerden daha isabetlidir.
Toplulukların şahıslara göre daha az yanılacağı tezine isteyenler İslami kaynaklardan da destekler bulabilirler. Özellikle “Ümmetim asla dalalet üzere ittifak etmeyecektir” (Buhârî, 61: 2, 61: 3) hadisi dikkat çekicidir. Ayrıca istişare ve istişare ile karar verme de oldukça önemli dini delillerle desteklenmektedir. Bu Hadis-i Şerife ve istişare konusundaki diğer dini delillere dayanarak birçoğumuzda kitlelerin (özellikle dindarların) yanlış bir görüşte ittifak etmeyeceği beklentisi oldukça yüksektir. Gerek Galton’un deneysel olarak desteklenmiş deneyimini gerekse dini kaynaklardaki değerlendirmeleri yüzeysel ve iyice incelemeden alıp kullandığımız zaman bir kısım yanılsamalar yaşamamız kaçınılmazdır. Nitekim kalabalıkların bilgeliğinin sağlıklı işleyebilmesi için bir kısım ek şartlar ve düzenlemeler gerekmektedir.
Kalabalıkların bilgeliğinin sağlıklı bir uygulaması için katılımcıların çeşitliliği mutlak bir gerekliliktir. Herkesin aynı kökenden ya da aynı eğitimden geldiği bir ortamda kalabalık ne kadar büyük olsa da, benzer fikirler öne çıkacak ve istenen bilgeliğe ulaşılamayacaktır. Çok önemli bir gereklilik de kitlenin yanlış yönlendirilmemesidir. Şayet organize bir şekilde kitleyi yönlendirmeye yönelik propaganda yapılıyorsa ve kitle merkezi olarak yanlış bilgilendiriliyorsa orada kalabalıkların bilgeliği tezahür etmeyecektir. Ayrıca kitledeki kişilerin bağımsız olarak karar vermeleri ve çevresindekilerin etkisi altında kalmamaları gerekir. Kalabalıkların bilgeliğinin toplumsal boyutta tezahür edebilmesi için, Galton örneğinde görüldüğü gibi, kalabalığın aldığı kararların yansıtılmasını sağlayan sağlıklı bir mekanizmanın da olması gerekir.
Görüldüğü üzere toplumların ortak aklı diyebileceğimiz bir mekanizma oluşturulmadan ve bunun için asgari şartlar sağlanmadan toplumun ya da bir toplulukların ortak aklından faydalanmak pek mümkün olmaz. Ancak bu şartlar sağlandığında topluluğun ortak aklı o topluluğun üretebileceği en iyi çözümleri üretebilmektedir. Son yıllarda yaşanan siyasi çalkantılarda ve büyük yıkımlarda Türkiye’de toplumun ortak aklının neden devreye girmediğini açıklamaya bu bilgiler yardımcı olabilir. Bu durumu “dindarların ya da toplumun duyarsızlığı” ile açıklamaya çalışan yaklaşımların da bu bilgiler ışığında tekrar değerlendirilmesi gerekir. Özellikle organize şekilde toplumu yanlış yöne yönlendiren ve dezenforme eden etkin bir mekanizmanın varlığı ‘kalabalıkların bilgeliği’nin oluşumunu engellemektedir.
Önceki dönemlerde bu kadar yaygın kullanılmayan ve bu konuyla ilgili başka bir söylem de “Anadolu insanı” tabiridir. Bu söylem özellikle sağcı, muhafazakar ve dindar kesimde çok alıcı buldu ve yaygın kullanılıyor. Bu kadar yaygın kullanılmasında ve kabullenilmesinde Türkiye’de yaşayanları ifade ederken “Türkler” ya da “Türklük” terimlerinin Kürtleri dışlayan bir çağrışıma yol açtığı düşünülmüş olabilir. Zamanla bu “Anadolu insanı” terimi tarihi ve güncel olaylar, hikayeler vs. ile de süslenerek büyüdü ve kıymet kazandı. Bu hayali topluluk; büyük şehirlerdeki ve bazı sahil kesimlerindeki “kendi kültürüne yabancılaşmış kişiler ve bir kısım aydınlar” dışında kalan bütün bir toplumu kapsar oldu. Artık bu insanlar birçok kişinin dünyasında “yanılmaz, irfan sahibi, fedakar, doğrudan yana” bir insan topluluğu haline geldi.
Son dönemde yaşanan büyük kırılmalar sonrası bu söylemler de yerle bir oldu. Herkesce “kutsanan” hayali “Anadolu insanının” ya da “muhafazakarların” haktan yana değil de menfaatten yana tavır alması herkeste büyük bir hayal kırıklığı oluşturdu. “Meğer Anadolu insanı bizim zannettiğimiz gibi haktan yana, feraset sahibi, fedakar kişiler değillermiş” yakınmaları duymaya başladık. Sonra da bu olumsuzluklar üzerinden yeni söylemler ve çıkarımlar üretilmeye başlandı. Yukarıda bahsettiğim halka elitist yaklaşım, özellikle bu süreçte doğrudan iktidar yanlısı bir grubun içinde olmayan gençler arasında yaygın alıcı buldu. Dindar bir çevreden gelen ya da kendini dindar olarak tanımlayan birçok kişi bile “muhafazakar Anadolu insanının” mevcut hükümete ve onun haksız uygulamalarına gözü kapalı desteğini “muhafazakarlığın hakikatsizliğine” ve “Anadolu insanı” söyleminin boş bir söylem olduğuna bağladı. Gene azımsanmayacak bir kitle “demokraside herkesin bir reyinin olmasını” tartışması gereken bir husus olarak işaretlemeye başladı. Bunun ötesinde dini bütün söylemlere sırtını dönen, en azından pek duyarlılık göstermeyen bir nesille karşı karşıyayız.
İşte “Muhafazakarlık öldü mü?” sorusunu bu konuları tartışmaya açmak için sordum. Meselelere toptancı ve yüzeysel yaklaşmak yerine nedenleri ve nasılları irdelememiz lazım. Yoksa “dindar, muhafazakar, Anadolu insanı” diye baştacı ettiklerimizle yaşadığımız hayal kırıklığını bu defa “elit, seçkin, iyi eğitimli” diye baştacı ettiklerimizle yaşarız. Bu başarısızlık ve hayal kırıklıkları, farklı söylemlerle kendini tekrar eder durur. Toplumda iyiye yöneliş olabilmesi için öncelikle siyaset alanı ile fikri/dini akımların bu kadar aynileşmesinin sona ermesi lazım. Hizmet Hareketi’ne en büyük zararı bir dönem siyasi bir hareketle yakın görülmesi (o dönemde ne kadar doğru işler yapılmış olsa da) verdi diye düşünüyorum. Siyasi ve bürokratik yapılar gücü esas alırlar, oysa Hizmet Hareketi gibi iyilik hareketleri ilkeleri esas alırlar. Bu tarz yakınlaşmalar menfaat ve güce dayanan siyasete zarar vermez ama iyiliğe, ilkelere ve gönüllülüğe dayanan hareketlere zarar verir. O nedenle ilkeleri önceleyen bir yaklaşımı yaymanın yollarını aramalıyız diye düşünüyorum.