SANAT | M. NEDİM HAZAR
Sinema, her ne kadar, ‘yedinci sanat’ kavramıyla, diğer sanat dallarından daha farklı bir konuma sürüklense de, pek çok yönüyle diğer sanatlardan öykünmüş onları referans almış ve tarihi boyunca izlerini sürmüştür. Sinema sanatının kilometre taşlarını diken isimler, yani yönetmenler de bu geleneğin en kayda değer temsilcileridir. Sinema, hareketli görüntüyü, beyazperdeye taşıdığı günden itibaren, sanatın kendine özgülük, biriciklik özelliğini yok edecek olmakla itham edilse de günümüzde, yeni gelişen teknolojiler karşısında, bizzat sinemanın kendisi geleneksel sanatların kadim temsilcisi haline gelmiş görünüyor.
Sinemanın kendine has bazı gelenekleri vardır. Bunlardan en zevklilerinden biri cameo sahneleri olsa gerek. Cameo’yu geek dünyası az çok tanır. Geek gündeminin gözde filmlerinden sık sık karşılaştığımız karşılaşmayınca panik olduğumuz bir sinema oyunudur çünkü cameolar. Bazı yönetmenler filmlerinin bazı sahnelerinde kendilerine yer verir ve bu eyleme cameo ismi veriliyor. Cameo yöntemini ayrıca yüzyıllardan beri resim ve kitaplarda kullanılan kendini katma tekniğinin sinema karşılığı olarak tanımlayabiliriz.
Ünlü korku filmi yönetmeni Alfred Hitchcock bir cameo ustası olarak da bilinir. Hitchcock, imza attığı Psycho’dan Birds’e 57 filmden 40’ında en az bir sahnede kendini gösterir. Diğer 17 filmde cameo kullanmaması, o filmleri damgalayacak kadar benimsememiş olması dedikodularını gündeme getirmiştir.
Nasıl ki Dostoyevski edebiyata, Van Gogh ya da Picasso resme, Beethoven müziğe damga vurduysa bu isimlerin sinemadaki karşılıkları da var. Bunun sebebi sırf üstün yetenekleriyle ölümsüz sanat eserlerini beyazperdeye taşımış olmaları değil. Aynı zamanda yapıtlarına attıkları imzalarla benzersiz hale gelmeleri. Picasso da, Dali de muhteşemdir ama ikisinin eserlerine baktığınızda, yakın kökenlerden gelmelerine karşın bir benzerlik bulamazsınız. Bu dediklerimiz peliküler eserler için de geçerli.
Akşamı evde geçirmeye karar verdiniz, televizyonda kanallar arasında geziniyorsunuz, aniden siyah bir ekrana denk geldiniz, birkaç saniye sonra bir kapak açıldı ve karşınızda size doğru bakan iki yüzle karşılaştınız. Böyle bir sahne yaşadıysanız, tebrikler, bir Quentin Tarantino filmine ortasından dalıvermişsiniz demektir. Ünlü yönetmenin filmlerinde kullandığı en bilinen imzalarından olan bu kareye bir de kadın ayaklarını yakın plan alan kadrajları ekleyebiliriz. Son dönemin kült yönetmeni Tarantino’nun bir filmini tanımak için sadece bu iki detayı bilmek bile yeterli.
Tarantino gibi, filmlerindeki imzasını kadrajlarından tanıyabileceğiniz bir başka son dönem ustası ise Wes Anderson. Tennenbaum Ailesi (2001), Darjeeling Limited (2007) gibi filmlerle ismini sinema tarihine kazıyan yönetmenin alametifarikası ise kadrajlarında kullandığı simetri. Anderson’un hemen bütün filmlerinde karakterlerin yer aldığı planlarda oluşan ve gözden kaçmayacak simetri, onun filmlerinin en göz alıcı detayı. ABD’li yönetmen Martin Scorsese de kendine has planlarıyla öne çıkan bir isim. Scorsese, karakterin arkasına takılan ve sokaktan kapalı mekâna kadar devam eden uzun planlarıyla sinema dilinde adeta çığır açtı. Ona kadar belki de hiçbir yönetmen karakterle izleyiciyi bu kadar özdeşleştirmeyi denememişti. Scorsese, sinema tarihinin en çok hatırlanan sahnelerinden olan Taxi Driver’daki (1976) ana karakterin ayna karşısında kendi kendine konuşma sahnesiyle, karakter özleştirme açısından çıtayı çok yükseklere koymuştu. Scorsese, bu planın benzerlerini yıllar boyu birçok filminde kullandı.
Kadrajlar ve planlar, sinemada marka oluşturmak adına yönetmenlerin kullandığı yöntemlerden sadece bir tanesi. Hemen her büyük yönetmen çok farklı yönleriyle izleyici karşısına çıkıyor. Sinemada gerilimin babası olarak bilinen Alfred Hitchock, hemen her filminde ufak bir rol alarak filmlerine imza atmıştır. Son derece gösterişsiz olan bu rollerde, köpek gezdiren adam, otobüsteki beybaba, köşede duran gizemli şahsiyet gibi son derece sıradan karakterlere hayat verse de, bu karakterlerin izleyicinin hafızasında kalması için epey bir çaba göstermişti. Öte yandan Hitchock, bu çabasına karşılık hiçbir filminde oyuncu ekibi içinde isminin geçmesini istememişti. Tam 37 filminde çok kısa rol alan ünlü yönetmen seyircide böylesi bir beklentinin oluştuğunu görünce kendi ‘cameo’su için izleyiciyi bekletmemek adına filmin hemen başlarında görünüp kaybolmayı gelenek haline getirmişti.
Kendine has olmak adına en komplike yolları seçen yönetmen ise hiç kuşkusuz Stanley Kubrick’ti. Hikâyeleri, uzay boşluğu ya da 60’lar İngiltere’si gibi birbirinden çok ilgisiz görünen mekânları yer edinse de, konuları gizli örgütlerdeki ilişki ağlarından, askerlik yaşantısına dek uzansa da, çok sayıda film eleştirmeni, emsallerinin büyük kısmını, Kubrick’in bu çok çerçeveli sanat yapıtları arasındaki bağlantıları bulmaya harcamıştır. Bu bulguların çoğu mantıklı görünse de, Kubrickseverlerin bu çabası kimi zaman yönetmenin kendisini dahi şaşırtacak noktaya gelmiştir.
Yine de Kubrick denildiğinde, mekân ve zamandan bağımsız olarak hemen her hikâyesinin, insanoğlunun karanlık noktalarına kadrajı odaklayıp, spot ışığını da sonuna kadar açtırmak gibi bir ortak özelliği olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim, Eyes Wide Shut’taki (2001) Dr. Horford’dan geçmişe doğru uzanırsak, Clockwork Orange’ın haşarı (!) çocuğu Alex’e bir köprü kurmak da mümkün olacaktır. Ancak Kubrick, kendi hikâyesini yaratırken bundan çok daha somut devamlılık kriterlerine de uymuştur. Aslında Kubrick için sembolizm takıntılı bir yönetmen demek de pek yanlış olmaz. Kimi zaman oyuncularını da isyan ettirecek kadar titiz çalışarak hazırladığı kadrajlarını zaten bu takıntılı halinden başka ancak dehasıyla açıklayabiliriz. Öte yandan kendisinin sanatı hakkındaki bilgilerimiz de bazı noktaları açıklamaya yetmez. Örneğin her filminde kullandığı, ‘CRM114’ markası, kimi zaman bir ilaç, kimi zaman da bir teknolojik alet olarak karşımıza çıkar.
Öte yandan daha anlaşılabilir bir imzası ise psikolojik çözülme yaşayan başkarakterin kadraja alınma anıdır. Kafanın hafif öne eğik olduğu ama gözlerin yukarı baktığı bu plan, yönetmenin filmlerinde, olay örgüsünün çözülme anının yaklaştığına işaret eder.
Sinema tarihinin en anlaşılması zor isimlerinden olan David Lynch de kendine has sinema eserleri verme konusunda oldukça başarılı bir isim. Modern korku ve gerilim öğelerini beyazperdeye taşıma konusunda en başarılı yönetmenlerden olan Lynch, hemen her filmi için ABD’nin uçsuz bucaksız düzlüklerindeki kasabalarından birini mekân ediniyor. Büyük şehrin karmaşasındansa, küçük yerleşim yerlerinin kasvetli sakinliği içinde gerilim tohumlarını daha iyi ekebileceğini düşünen Lynch’in bu konuda oldukça haklı olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Lynch’in hikâyesinde önemli yer tutan orta-sınıf ABD ailesi ve karakterleri de, stereotip karakter özellikleri sayesinde iç dünyalarındaki siyah-beyaz ayarındaki çelişkileri ortaya çıkarıyor. Lynch, bu mekân ve karakter özelliklerini izleyiciye sunarken, en azından yarı-karikatürize bir üslup kullanıyor, bunun için de yakın plan çekimler onun sinemasında önemli yer tutuyor. Kimi zaman yüz pürüzlerini dahi rotaya çıkaran yakın kamera açıları ve gözlerdeki boşluğu ortaya çıkaran kadrajlar Lynch sinemasının alametifarikası diyebiliriz. Bu absürt sinematografi içinde yer tutan önemli bir başka etken de renk kullanımı. Lynch için sarı saçlı kadın, kırmızı perde, siyah kontrastlı ışık, hikâyesinin vazgeçilmez anlatıcıları arasında.
Elbette sinemadaki yönetmen imzaları hem yönetmenler hem de imzanın atılış şekli açısından bunlarla sınırlı değil. Ancak böylesi kapsamlı bir yazıyı sayfalara sığdırmak da mümkün değil. Sinemayı resim sanatının dönemsel değişimlerine bölen Fransız yönetmenlerden, genç kuşakta imzalarını, teknolojinin nimetleriyle birleştiren yeni dahilere kadar daha pek çok deha yer alıyor. Yine de bahsettiğimiz isimler sinemada kendine has olmak konusunda hâlâ başı çekiyor.
Kaynak: Tr724