YORUM | VEYSEL AYHAN
“Allah peygamberini vergi tahsildârı olarak göndermemiştir.”
Ömer bin Abdulaziz (ra)
(Nübüvvet ve Devlet Yazıları- 8)
İslam coğrafyasında Hristiyanların, Yahudilerin ve Mecusilerin vatandaşlık statüsü “zimmî” idi. Coğrafya genişledikçe Sabiîler, Maniheistler, Budistler ve Hindular da bu bu statüye dahil olmuştu. Bu topluluklar “cizye” ödeyerek askerlikten muaf tutuluyordu. Dinlerini istedikleri gibi yaşıyor, can ve mal güvenlikleri sağlanıyordu. “Öteki” kabul edilmiyor o topluluğun unsurlarından sayılıyordu.
Bir arada yaşama kültürü vardı ama bunun sınırları yok değildi. Mesela “Engin hoşgörülerine rağmen Moğol döneminde Hindistan’daki Müslüman idareciler, hâkimiyetleri altında bulunan Hintlilere Sati uygulamasını yasakladılar. Sati, dinen, erkek öldüğünde hanımının canlı canlı onunla birlikte yakılmasıydı.” (Müslümanların, Gayrimüslimlerle Münasebetleri, Muhammed Hamîdullah)
Fakat özgürlüğün sınırları oldukça genişti. Bugün için cinsel tercihlere karşı takınılması gereken tavrı gösteren bir alıntı yapayım:
“Bahreyn, Irak ve İran’ın fethedilmesi sonucunda İslam toplumunun bir parçası haline gelmiş olan Mecusiler’in dini inançlarına göre, kendi öz kızları, kız kardeşleri ve anneleri ile evlenmeleri caiz idi. Bu ilişki biçimi Müslümanlarca sadece gayridini değil gayriinsani olarak da mütalaa edilmiş olmasına rağmen, söz konusu zümrenin yaşam biçimlerine müdahale edilmemiştir. Nitekim bunu bir türlü kabullenemeyen Adiy, bir gün Hasan el-Basri’ye Hz. Peygamber ve Hulefa-i Raşidin döneminde Mecusilerin bu uygulamalarının neden yasaklanmadığını sormuştur. Hasan el-Basri, bunun nedenini belirtmemekle beraber, Hz. Peygamber ve Raşid halifeler döneminde Mecusilerin bu uygulamalarının bilindiğini, ancak buna rağmen hiçbir müdahalede bulunulmadığını doğrulamıştır.” (İlk Dönem İslam Toplumunda Gayrimüslimlerin Yeri: Haklar ve Hoşgörü, Mehmet Mahfuz Söylemez)
Cizye’nin Müslümanlardan alınan vergi ile karşılaştırması şöyleydi:
“Hatırlatalım ki, Cizye vergisi ödeme mükellefiyeti altına sokulan Gayrımüslim tebaa bölükleri, ödedikleri bu vergiye mukabil Müslüman tebaa bölüklerinin ödemek mecburiyetinde olduğu zekât vergisinden muaf ve beri tutulmuşlardı. Gerçekte sadece adam başına 1 dinardan ibaret sabit bir vergi olan cizyeye nazaran, yüzde hesabıyla miktarı değişken olduğu için zekat vergisi çok daha ağır bir vergiydi. (İslam Peygamberi, M. Hamidullah)
“İslam’da zimmîlere tanınan haklar, modern demokrasilerde yurttaşların geneline tanınmış değildir. ‘Cizye’ toplumsal ve kamusal hayatın genel finansmanına katılmak üzere gayrimüslimin üzerine terettüp eden vergidir, özel bir cezalandırma değildir. Cizye bugün bir tür ‘bedelli askerlik’e karşılık düşmektedir ki yüz binlerce vatandaş ‘devletin zimmîsi’ olmaya can atmaktadır.” (Din ve Siyaset, Ali Bulaç)
Ama bu durumun siyasi saiklerle suiistimal edildiği zamanlar olmuştu. Emevi valilerinden Haccâc bin Yûsuf (Haccâc-ı Zâlim) ve onu örnek alan bazı valiler Müslüman da olsalar ehl-i zimmetten cizye almaya devam etmişti.
“Horasan ve Maveraünnehir ahalisini İslamiyet’i kabul etmekten men eden sebep, İslam’ı kabulden sonra da kendilerinden cizye tahsiline devam olunması endişesi idi. Semerkant’a gönderilen Ebu Sayda ‘Oraya giderim fakat bir şartla her kim Müslüman olursa ondan cizye alınmayacaktır!’ şartıyla gitmiş ve İslam’a girenlerden cizye alınmayacağını ilan etmişti. Halk grup grup İslam’a girme konusunda yarışmıştı. Sonuçta doğal olarak cizye gelirleri epey azalmıştı.” (İslam Uygarlıkları Tarihi, Corci Zeydan)
“Emevi veya Abbasi yöneticileri, önce Hz. Peygamber’in, sonra da Irak’ın fethiyle Hz. Ömer’in temel esaslarını koydukları toprak hukukunu uygularken takip ettikleri politikaları değil, fetihlerle hazineye gelecek ganimet, elde edilecek esirler (köle ve cariyeler) ve toprak üzerinde özgürleşen zimmîlerin ödeyeceği cizye ve haraç ilgilendiriyordu. Bu güdü ile Emeviler bir ara ‘Müslümanlaşma’ya bile bir tür yasak koydular, çünkü cizye ve haraç Müslümanların ödediği zekat ve öşürden fazlaydı. Ta ki Ömer bin Abdülaziz halife olunca hem fetihleri durdurdu, hem köle ve cariyeleri özgürlüklerine kavuşturdu, hem de ‘Allah peygamberini vergi tahsildarı olarak göndermemiştir.’ deyip isteyenin Müslüman olabileceğini ilan etti.” (Medine Sözleşmesi, Ali Bulaç)
Himyerî melikler arasında Hıristiyan ve Yahudi dininden olanlar vardı. Tebuk seferinin dönüşünde Rasulullah (sas) onlara bir nâme göndermiş ve İslam’a girişlerini tebrik ettikten sonra alacakları idari tedbir ve tutumları onlara açıklamıştır. Bu nâmede, ödemek mükellefiyetinde oldukları vergilerini açıkladıktan sonra bu vergilerin asla kendisine veya ailesi mensuplarına sarf edilemeyeceğini, fakirlere ve yolda kalmış, sıkıntıya düşmüş yabancılara sarf edileceğini bildirmişti.
Nâmede şunlar da vardı:
“Yahudilerden yahut Hıristiyanlardan kim İslam’a geçerse geçsin, Müslümanların sahip olduğu haklar ve yükümlülüklere tabi tutularak, mü’minler arasına katılacaktır. Yahudilik veya Hıristiyanlığında ısrar gösterip sebat edenler, bundan zorla döndürülmeyecekler fakat cizye vergisine tabi tutulacaklardır. (İslam Peygamberi, M. Hamidullah)
“İlk dönem İslam tarihinden itibaren gayrimüslim yaşlı, düşkün ve kimsesizlerin bakımı, devletin bir sorunu olarak görülmüş; bunlara Müslümanlara yapılanın aynısı yapılmıştır…
İbn Zenceveyh’in açıkça ifade ettiği gibi Hz. Ömer döneminden itibaren zekat ayetinde geçen ‘el- mesakin’ ifadesinden kastın gayrimüslim fakirler olduğu sonucuna varmış̧ olan ulema, bu kitleye de zekatın verilebileceğine hükmetmiştir. Bunun bir sonucu olarak Emeviler döneminde Daru’z-Zekat’ların kurulmasından sonra bu kitleye düzenli olarak zekatlardan pay ödenmiştir. Bunun en güzel örneği ise bu kurumun iki ünlü yöneticisi, Amr b. Meymûn ile Amr b. Şurahbil’in uygulamalarıdır. Adı geçen iki zat, fakirlere dağıtılmak üzere kendilerine teslim edilen zekat mallarını üçe böler, 1/3’ünü Müslüman fakirlere, 1/3’ünü Araplara, kalan 1/3’ünü ise zimmî fakirlere dağıtırlardı. Zimmîler konusuna büyük hassasiyet gösteren Hz. Ömer, Suriye’de rastladığı âmâ bir Yahudi’nin dilendiğini görünce gençliğinde cizyesi alınan birinin ihtiyarladığında perişan durumda bırakılamayacağını söyleyerek kendisine beytülmâlin zekât gelirlerinden yardım edilmesini emretmiştir.” (İlk Dönem İslam Toplumunda Gayrimüslimlerin Yeri: Haklar ve Hoşgörü, Mehmet Mahfuz Söylemez)
Hz. Ömer’in başkumandanı Ebû Ubeyde bin Cerrâh zafer kazandığı her şehirde tellallar ile şu duyuruyu yaptırıyordu:
“Ey Rumlar! Allahü teâlânın yardımı ile ve halîfemiz Ömer’in emrine uyarak, bu şehri de aldık. Hepiniz ticâretinizde, işinizde, ibâdetlerinizde serbestsiniz. Malınıza, canınıza, ırzınıza, kimse dokunmayacaktır. İslâmiyetin adâleti aynen size de tatbîk edilecek, her hakkınız gözetilecektir. Dışardan gelen düşmana karşı, müslümanları koruduğumuz gibi, sizi de koruyacağız. Bu hizmetimize karşılık olmak üzere, müslümanlardan hayvan zekâtı ve öşür aldığımız gibi, sizden de senede bir kere cizye dediğimiz vergiyi vermenizi istiyoruz.”
Zimmîleri koruma imkânı kalmadığında bu durum ilan ediliyordu. Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Humus’ta halka bizzat şu duyuruyu yapmıştı:
“Ey Hıristiyanlar! Size hizmet etmeye, sizi korumaya söz vermiştim. Buna karşılık, sizden cizye almıştım. Şimdi ise, halifeden aldığım emir üzerine, Herakliyus ile savaşacak kardeşlerime yardıma gidiyorum. Size verdiğim sözde duramayacağım. Bunun için hepiniz Beytü’l-mal’a gelip, cizyelerinizi geri alınız! İsimleriniz ve verdikleriniz defterimizde yazılıdır.”
“Gayrimüslim cemaatler, okul açabilme ve okullarının programlarını serbestçe yapabilme yetkisine de sahip kılınmışlardır. Osmanlı hükûmeti, kiliselerde papazların vaaz ve nasihatlerini, din işlerine müdahale olacağı gerekçesiyle denetlemediği gibi, azınlık mekteplerinin ders programlarını ve idaresini de kontrol edememiştir… Osmanlı’daki gayrimüslimlerle ilgili olarak sıraladığımız bazı düzenlemeler ve kısıtlamaların aslında İslam dini ile alakası yoktur. Bu, sadece idari tasarruflarla yapılmıştır.” (XIII. Yüzyıldaki Cizye Uygulamalarında Gayrimüslimler, Dr. Sami Baybal)
İdari tasarrufla gayrimüslimlerin kaldırımdan yürümelerinin yasaklandığı zamanlar da olmuştu. “Tarihte gayrimüslimlerin bir gülistanda yaşadıkları söylenemez, gayrimüslimlere zaman zaman büyük haksızlıklar yapılmıştır ancak bu zulümler İslam’a rağmen hukuk ihlalleridir.” (Din ve Siyaset, Ali Bulaç)
Sonraki asırlarda maalesef yer yer ötekileştirme örnekleri görüldü.
“(Osmanlıda) zimmîlere güvenilmediği için şehir içinde ata binmeleri ve silah taşımaları yasaktı. İzinsiz kayığa binemezlerdi. Mesela Osmanlı Şeyhülislamlarından Ebüssuûd Efendi bir fetvasında, zimmîlerin yüksek ve gösterişli evler yapmaları, kıymetli elbiseler ve yakalı kaftanlar giyerek, ince tülbent, kürk ve sarık sarmaları yasaklanmıştı.
Müslümanların kavuk ve ayakkabıları sarı, Ermenilerin şapka ve ayakkabıları kırmızı, Rumların siyah, Yahudilerin mavi idi. 1630 tarihli bir fermanla İstanbul’daki zimmîlerin samur kürk, kalpak, atlas elbise giymeleri, kadınların Müslüman tarz ve kıyafetin de giyinmeleri, ferace ve yaşmak takmaları yasaklanmıştı. Dini bayramları dışında çarşı ve pazarda haç ile dolaşamazlardı. Müslüman evleri 12, zimmî evleri ise 9 zirâ yükseklikle sınırlıydı.” (Osmanlı Vatandaşlarının hukuki durumu, Prof. Dr. Gülnihal Bozkurt)
“Medine Sözleşmesi, ‘muharip/düşman’ olmadıkça gayrimüslimleri ümmetin bir parçası, yani siyasi birliğin ortağı kabul eder, bu ise tarihsel yönetimleri pek hoşnut edecek bir model olamazdı. Tebaa da buna o kadar alışmıştı ki, zihnen hiçbir şekilde sosyal sorumluluklar ve hukuk karşısında bir Müslümanla gayrimüslimin eşit olabileceğini kabul etmiyordu. 1850 Islahat Fermanı’na karşı gösterilen şiddetli tepkilerden birinin sebebi eşitlik ilkesinin gelmesiydi.” (Medine Sözleşmesi, Ali Bulaç)
Sonraki yazı: “İslam devleti” amaç olabilir mi?
Kaynak: Tr724