YORUM | VEYSEL AYHAN
(Nübüvvet ve Devlet Yazıları- 9)
Devletin kartvizitinde görünür şekilde “İslam” yazdığında o devlete ait tüm idari yanlışlar dine mâl ediliyor. Bu durumu cizye uygulamalarında gördük. Bir kasap, cerrah önlüğü giyerek ameliyata girse bu ameliyattaki hatalar doktorlara mâl edilir. Yezit karakterli bir yönetici besmele çekerek veya “hamdolsun” diyerek zulüm yapsa yapılan mezalim dine fatura edilir.
Peki o zaman böyle bir mağduriyet yaşayan İslam’ın “devlet”e devlete gereksinimi var mı?
Din ve devlet farklı genetik kodlar içerir. Din dinlerle, devlet, devlet yönetim biçimleriyle karşılaştırılabilir. Her ikisinde farklı zaruretler ve gereklilikler söz konusudur.
Din, zorlama ve güç kullanmadan uzaktır ama devletin temeli güç ve zorlamadır.
En âdil devlet bile güç ve zorlamaya başvurur.
Din ise herkese adalet tavsiye eder.
Devlet ise adaleti güçle gerçekleştirir.
Haklının hakkını güç kullanarak haksızdan alır.
Devlet aygıtının motoru “güç”le çalışır.
Dine bir aygıt diyecek olursak dinin bu tür bir “motoru” yoktur.
Din sadece iki unsurdan oluşur: Temsil ve tebliğ.
Özü şudur: Berrak ve şeffaf yaşamak ve böyle yaşamayı önermek.
Din ve devlet, sonuçları itibariyle de farklıdır.
Dini tebliğ karşılıksız yapılır. Ama devlet bir ücret ve makam yeridir.
Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve Ömer bin Abdulaziz (r.anhüm) dönemleri istisna tutulursa devlet talebinin ardında dünyeviliğin olmaması çok nadirdir.
“Halife Ömer, yardımcılarının görmezden geldiği muhtaç bir dula bizzat yemek götürmüştü; çünkü mahşerde, kendi sorumluluğunun bu iş için en uygun devlet görevlisini tayin etmekten ibaret olduğu yollu savunmasının geçerli olmayacağını biliyordu. Bu ilke esas alındığında ne bir anayasaya ne de ayrı bir kamu hukukuna gerek kalıyordu; kamu görevi addedilebilecek görevler de yargı önünde neredeyse aynı temel üzerinde ele alınıyordu.” (İslam’ın Serüveni I, İslam’ın klasik çağı, Marshall G. S. Hodgson)
Hz. Ömer olmak mümkün değildir.
Bediüzzaman Hazretleri bu erişilmezliği şöyle ifade eder:
“Hilâfet ve saltanata geçen, ya nebî gibi mâsum olmalı veyahut Hulefâ-i Râşidîn ve Ömer ibn-i Abdülâziz-i Emevî ve Mehdî-i Abbâsî gibi harikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki, aldanmasın.”
Nebî gibi bir “mâsumiyet” mümkün değildir. Bu sebeple de devlete “dini” iliştirmek daima dinin yıpranmasına sebep olur.
Dinin asli fonksiyonunu ifade eden tebliğ ve irşad’ın en mümeyyiz vasfı ve tesir etmesinin sırrı karşılıksız oluşudur.
İçinde istikbale ait siyasi niyetler taşıyan bir tebliğ virüslenmiş olur.
Mesela; “Güç kazanalım, öyle olursa tebliğ ve irşadı daha rahat yaparız.”
Veya “İktidar yardımıyla milleti Müslümanlaştıralım.”
Veya “Hele kuvveti ele geçirelim işimizi rahatça yaparız.”
Kalplere ve gönüllere girmekten aciz olanlar bu yolları çare olarak düşünür.
Tüm bunlar tebliğ ve irşadın tesirini ortadan kaldıran viral niyetlerdir.
Böyle olduğunda sütün kaymağı niteliğindeki tebliğ, bozulur, kokar ve insanları iğrendirir.
Ki bugün bunu fiilen yaşıyoruz.
“Siyasî Müslümanlık denen şey, öyle bir tuz-biber oldu ki, İslam’ın ruhunu öldürdü, Kitab’ı öldürdü, Sünnet’i öldürdü, Usûlu’d-Din’i öldürdü; sadece meseleyi lafa, lafazanlığa, demagojiye ve diyalektiğe bağladı.” (Bamteli, Fethullah Gülen)
Bediüzzaman Hazretleri uhrevi niyetlerin bile ihlası bozmasından endişe eder:
“…hizmet-i imaniyemi maddî ve mânevî kemalât ve terakkiyatıma ve azaptan ve Cehennemden kurtulmama ve hattâ saadet-i ebediyeme vesile yapmaklığıma, yahut herhangi bir maksada âlet yapmaklığıma mânevî gayet kuvvetli mânialar beni men’ ediyordu.”
İlk 8 yazı bir arada değerlendirilirse Medine “site devleti”nin konjonktürel bir gereklilikten ortaya çıktığı görülür. Nübüvvet mesajının korunması ve iletilmesi asli misyondur. Allah Rasulü’nün devlet kurma, yönetme gibi asli bir mükellefiyeti yoktu. Savaş “mesaj”a yönelik bir tehdit durumunda ancak söz konusu olabilirdi ve olmuştu. Medine Sözleşmesi sonrası Mekkeli müşrikler kin ve intikam peşinde olmasa Medine’de tesis edilen bu barış ortamı bozulmayacaktı.
Eğer bir peygamber düşünce ve inanç hürriyetinin garanti altında olduğu bir ülkede neşet etmiş olsa, görevini barış içinde yapar. Allah Rasulü’nün (sas) yegane endişe ve tehalükü “mesaj”ı idi. Tek kaygılandığı husus Allah’ın tanınıp bilinmesiydi.
Habeşistan’a hicret eden Müslümanlar Necaşi’nin yönetimi altında barış içinde dinlerini yaşamışlardı. Oradaki devleti “İslami” bir şekle sokma niyeti taşımamışlardı.
Bu konuda en net ifadeler Fethullah Gülen Hocaefendi’ye ait:
Şark-ul Avsat’ta yayınlanan röportajında bu kritik konuda şunları ifade ediyor.
“Şunu çok net bir şekilde ifade etmek istiyorum; eğer insanlar dinlerini diyanetlerini serbest bir şekilde bir ülkede yaşayabiliyorlar, onun kurumlarını kurabiliyorlar, çocuklarına ve isteyen başkalarına dinlerini öğretebiliyorlar, dinleri ile ilgili kamusal alandaki tartışmalarda konuşabiliyor, dini taleplerini hukuka ve demokrasiye uygun bir şekilde dile getirebiliyorlarsa, bu insanların dini ya da ‘İslami’ bir devlet kurmaya çalışmalarına gerek yoktur.
İdareyi zorla ele geçirip, insanları onun zoru ile dindar yaptığınız ülkelerde, insanları münafıklaştırır ve devlete mürailik yapan parazitler haline getirirsiniz. Bu insanlar, ülkelerinde dindar görünürler; ama yurtdışına çıkınca dine ters ve günahlara çok açık bir hayat sürerler. Hukuka olan saygı azalır, riya artar. Farklı ülkelerdeki tecrübelere bu nazarla bakarsanız, soyut görünen ifadelerimin aslında somut gözlemlere dayandığını göreceksiniz.
DİNİ ÖZGÜRLÜKLER DEMOKRATİK YOLLA TALEP EDİLMELİ
(Demokrasi)İdare edenlerin onları seçenlere hesap vermesi itibariyle ve İslam’ın şer olarak gördüğü istibdadın zıddı olarak İslam’ın idareyle alakalı prensiplerine en uygun sistem olduğu söylenebilir. Canın, aklın, malın, ailenin ve dini özgürlüklerin korunduğu, kişilerin hak ve özgürlüklerinin savaş halleri gibi çok ciddi istisnalar dışında sınırlanmadığı, azınlıkların eşit vatandaş muamelesi gördüğü ve hiçbir ayrımcılığa tabi tutulmadığı, bireylerin şahsi, sosyal ve siyasi işlerde fikirlerini serbestçe dile getirip bunları uygulayabildiği bir ülke İslam’a uygun bir ülkedir. Bir ülkede, insanlar, hangi sistem olursa olsun, düşünce ve inançlarını özgürce ifade edebiliyor, dinlerini yaşayabiliyor, mülk edinme gibi özgürlüklerine sahiplerse, Müslümanların ve diğer din sahiplerinin o ülkenin rejimini değiştirme gibi bir görevleri yoktur. Bu özgürlüklerin olmadığı yerlerde, şiddete asla başvurmadan, demokratik yollarla bu özgürlükleri elde etmek için uğraş verilmelidir.” (Fethullah Gülen, Manuel Almeida, Şark-ul Avsat Tarih, 24 Mart 2014)
Kur’an, devlet sistemi önerir mi? Yoksa hakem olarak kenarda durup; insanlara ve sistem sahiplerine tavsiyelerde mi bulunur, ölçü ve esaslar mı verir?
İSLAMİ DEVLET TABİRİ KENDİ İÇİNDE ÇELİŞKİLİDİR
Bu da Le Monde’dan.
“İslam’ın idareyle alakalı temel değerleri hukukun üstünlüğüne ve yargının bağımsızlığına saygı, iktidardakilerin hesap verebilmeleri ve her insanın temel haklarının ve hürriyetlerinin korunması gibi değerlerdir.
Siyasal İslamcıların iddialarının aksine İslam, bir yönetim şekli veya yönetimle alakalı bir ideoloji değildir, bir dindir. Belki yönetimle alakalı bazı prensipler vaz’ eder; ki bu vaz’ etmiş olduğu prensipler bütününün çok küçük bir yüzdesini teşkil eder. İslam’ı siyasal bir ideolojiye indirgemek İslam’ın ruhuna karşı işlenmiş büyük bir suçtur.
Hakimiyetin millete ait olması, -hâşâ- onun Allah’tan alınarak insanlara verilmesi değil, Allah tarafından insanların tasarrufuna tevdi edilen bir hususun herhangi bir müstebit şahıs veya oligarşiden alınıp cumhura tevdi edilmesidir.
Ayrıca ‘devlet’ dediğimiz şey insanların bir araya gelerek temel haklarını ve hürriyetlerini muhafaza, adalet ve barışı temin için oluşturdukları sistemin adıdır. Devlet bizatihi maksat değil, insanların her iki cihanda mutluluğa ulaşması için yardımcı bir araçtır. O sistemi oluşturan insanlar bir takım temel inançlar ve değerleri ne ölçüde benimsemişlerse devlet de o ölçüde o inanç ve değerlere yakındır. Dolayısıyla İslami devlet tabiri kendi içinde çelişkilidir. İslam’da ruhban sınıfı olmadığı için teokrasi de İslam’ın ruhuna yabancıdır. İnsanlar arasında bir sosyal kontratın neticesi olan devlet nihayetinde insanlardan müteşekkildir; ‘İslami’ veya ‘kutsal’ olamaz.” (Fethullah Gülen, Le Monde, 25 Şubat 2019)
Sonraki yazı: IŞİD, El Kaide ve Müslümanlık
Kaynak: Tr724