Aslıhan Aykaç Yanardağ*
10 Aralık, 1948 yılında İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin kabul edildiği gün olarak o tarihten bu yana Dünya İnsan Hakları Günü olarak anılmakta. Bugüne kadar süre gelen insan hakları ihlalleri ve bitmeyen mücadeleler bu günün kutlanacak bir gün olmaktan çok uzak olduğunu gösteriyor. Birinci Dünya Savaşı sonunda dört beş milyon aralığındaki mülteci sayısı İkinci Dünya Savaşı sonunda on ile on bir milyon aralığında değişmekteydi. Savaşların can kaybı, yaralılar ve mülteciler açısından kitleselliğinin ötesinde savaşlar süresince uygulanan şiddet ve insanlık dışı muameleler, uluslararası barışın yeniden kurulması ve barışa dayalı bir sistemin kurallarının evrensel bir biçimde ifade edilmesi için 1945 yılında Birleşmiş Milletler’in kurulmasına ve 1948 yılında İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin ilanına gerekçe oldu.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin imzalanmasından bu yana geçen yetmiş yıl içinde insan hakları ihlalleri azalmış ve bölgeselleşmiş olsa da evrensel bir geçerliğe ulaşmadı. 1994 yılında Ruanda’daki etnik çoğunluk olan Hutular yaklaşık 800 bin Tutsi’yi öldürdü. 1995 yılının Temmuz ayında Sırplar Srebrenitsa’da sekiz binden fazla Boşnak’ı katletti. 1998 ve 1999 yıllarında Kosova Savaşı’nda gerçekleşen savaş suçları ve insan hakları ihlalleri, İkinci Dünya Savaşı’ndaki Yahudi Katliamı’ndan sonra dile getirilen “Bir daha asla!” sloganını haksız çıkardı, insanlık bir kere daha Avrupa’nın ortasında toplama kamplarına, etnik temizliğe, sivillerin öldürülmesine, toplu katliamlara ve tecavüzlere tanık oldu.
1948’den bu yana gözlemlenen insan hakları ihlalleri yalnızca savaşlardan kaynaklanan durumlar olarak ortaya çıkmadı. Totaliter rejimler, iç savaşlar, kriminal ekonominin paramiliter mücadeleleri de insan hakları ihlallerini yaygınlaştırdı. Özellikle küreselleşmeyle birlikte artan terörist faaliyetler de savaş pratiğini farklı bir zemine taşıyarak, farklı stratejiler kullanarak insan haklarını tehdit etmeye başladı. Devletler ve devlet dışı aktörler arasındaki silahlı mücadele yalnızca devlet kurumlarını ya da kamusal varlıkları değil aynı zamanda özel hayatı ve sivilleri de hedef aldı. Çatışmanın değişen yapısı, evrensel insani değerlerin korunmasına yönelik düzenlemelerin, kurumların ve önleyici mekanizmaların giderek daha da yetersiz hale gelmesine neden oldu.
Türkiye adil yargılamamış!
Bütün bunlar içinde özellikle dikkat edilmesi gerek örneklerden biri 1948 yılında İsrail Devleti’nin kurulmasıyla birlikte toprak bütünlüğü ve bir halk olarak varlığı tamamen savunmasız kalan Filistin’in durumudur. Bir taraftan ABD’nin hegemonik rolü gereği Filistin’in varlık mücadelesinin uluslararası sistemin dışına itilmesi, diğer taraftan sanki ABD’nin 51’inci eyaleti olarak Ortadoğu’da varlığını sürdüren İsrail’in işgal politikaları, Yahudi yerleşimcilerin baskısı, Filistin halkının ekonomik tecrit, altyapı eksikliği ve her türlü insani standart yoksunluğuyla başa çıkmasını zorlaştırmaktadır. BM, UNRWA (Yakındoğu Filistin Mültecilerine Yardım Ajansı) ile yurtlarını kaybeden ve yaşadıkları yeri terk etmek zorunda kalan Filistin halkına yardım eli uzatsa da ne Sabra ve Şatila katliamına, ne İsrail’in yayılmacı politikalarına ve yerleşimcilerine ne de Gazze halkının yoksulluk ve yoksunluk içindeki yaşam mücadelelerine çare olmuştur.
Savaştan kaynaklanan, ölümle ve katliamla sonuçlanan insan hakları ihlalleri en dramatik örnekler olsa da yaygınlığı, uzun süreli olması ve uluslararası boyutu nedeniyle mültecilerin durumu insan hakları sorunlarının başında gelmektedir. Sayılara baktığımızda dünyadaki en büyük beş mülteci grubu sırasıyla Suriyeliler, Afganlar, Güney Sudan, Myanmar ve Somali mültecilerinden oluşuyor. Dünyadaki en büyük mülteci nüfusunun en büyük kesiminin de ülkemizde yer aldığı göz önüne alındığında, Türkiye’nin kendi iç siyasetinden kaynaklanan insan hakları sorunlarının ötesinde, uluslararası ilişkilerinden kaynaklanan bir insanlık dramıyla karşı karşıya olduğu ve bu konuda etkin politika yapımının aciliyeti daha belirgin bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Türkiye, savaştan kaçan Suriyeli mültecilere kapılarını açarak göz ardı edilemeyecek bir cömertlik göstermiştir, bu hafife alınamayacak bir insani açılımdır. Ancak diğer taraftan Suriyeli mültecilerin Türkiye’deki durumu, yasal statülerinin belirsizliği, politik olarak maniple edilmeleri ve toplumsal olarak dışlanmaları Türkiye’nin insani açılımını politika yapımı, yasal düzenlemeler ve etkin bir kaynak aktarımı ile desteklemediğini göstermektedir. Dolayısıyla evet, dört milyonun üzerinde Suriyeli ülkelerindeki savaştan kaçarak can güvenliği elde etmiştir, ancak insani yaşam şartlarına ulaşmamıştır. Mültecilerin Ege Denizi üzerinden Avrupa ülkelerine ulaşma çabaları sıklıkla ölümle sonuçlanmaktadır. Son olarak Türkiye’nin Suriye’deki iç çatışmaya müdahil olma biçimleri, sınır ötesi operasyonları ve uluslararası arenadaki Suriye pazarlıkları Suriye’de barışın tesis edilmesine ve dünyanın en acil ve en büyük insan hakları sorunlarından birinin çözümüne katkı sağlamamıştır. Sorunun uzaması, başka tür toplumsal sorunların da kemikleşmesine yol açmaktadır.
Son olarak, insan hakları alanındaki bir başka önemli sorun bireysel özgürlükler ve sivil hakların kullanımına dair sorunlardır. Cinsiyet ayrımcılığı, ırksal ve etnik azınlıkların maruz kaldığı toplumsal dışlama, ayrımcılık ve şiddet, eşcinsel bireylerin görünürlüğü ve toplumsal varlığına yönelik tehditler sıklıkla karşılaşılan ve insan hakları düzenlemelerinin yetersiz kaldığı durumlardır. Özellikle liberal demokrasinin krizi ve siyasi yapılarda artan otoriterleşmeye bağlı olarak muhalif görüşlere sahip insanların temel yaşamsal haklarından mahrum edilmesi, tutuklama, işkence ve cinayetlere kurban gitmesi en temel sivil hakkın, ifade özgürlüğünün yok sayılması anlamına gelmektedir. Her ne kadar bireysel haklara yönelik düzenlemeler iç hukukun bir parçası olsa da bugün uluslararası örgütlerin uluslararası sistemin yürütülmesindeki artan etkinliği, ulus-devletin küresel entegrasyon adına egemenliğini bu tür örgütlerle paylaşması ve son olarak kitlesel medya aracılığıyla bilginin sınır tanımaz ve hızlı akışı devletler üzerinde hukuki düzenlemeler yapma yönünde baskı yaratmaktadır. Ancak “devlet güvenliği”, “ulusal çıkarlar” gibi söylemler, hakim ideolojideki teklik vurgusu, politik çoğulculuğa, toplumsal çeşitliliğe ve çok sesliliğe engel olmaktadır.
İnsan haklarına dair sorunların bugün bu kadar farklı mecrada devam ettiği, insan hakları ihlallerinin kitlesel sonuçları olduğu dikkate alındığında İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin evrensellik iddiası fazlasıyla kuşkuludur. BM üyesi olan ülkeler insan haklarını ihlal etmektedir ve BM’nin bu konuda hiçbir yaptırımı yoktur. BM’nin 1948’den beri Filistin sorununu çözememiş olması ve Filistin halkının mağduriyetinin yetmiş yıldır devam ettiği, üstelik Filistin sorununa yönelik yoğun ilgiye rağmen diğer örgütlerin de kısıtlı bir etki yarattığı düşünüldüğünde uluslararası örgütlerin insan hakları konusundaki etkinliği ve yaptırımı da yetersiz kalır. Dolayısıyla insan hakları sorunun çözümü uluslararası hukukta ya da uluslararası örgütlerde değildir; bu gibi yapılar yerel sorunlara doğrudan temas etmekten uzak oldukları için ancak genel ve yüzeysel değerlendirmeler yapar, çatışmanın kökenine müdahale edemezler. İkinci olarak, ulusal düzeyde devlet ve hukuki düzenlemeler de insan hakları ihlallerinin izlenmesi ve çözülmesinde doğru çözüm araçları olamazlar, zira hükümetler kendileri insan haklarını ihlal etmekte, hukukun üstünlüğünü ve yargı bağımsızlığını delmektedir.
Kurumsal yapıların ve hukuki mekanizmaların sürdürdüğü çözümsüzlüğe karşılık tabandan gelen, yerele temas eden toplumsal hareketler, hak mücadelesinin filizlenmesinde daha gerçek bir zemin sunacaktır. Bütün dünyada ve özellikle ABD’de eşcinsel bireylerin hak mücadeleleri yasal tanınmayla sonuçlanmış, ABD federal düzeyde eşcinsel evlilikleri tanıyarak bu bireylerin yasal haklarını daha önce görülmemiş bir düzeyde genişletmiştir. İran’da My Stealthy Freedom (Benim Gizli Özgürlüğüm) hareketi kadınların örtünme ve diğer konulardaki baskılara karşı verdiği mücadelenin bir örneğidir. Bugün Sarı Yelekliler’in mücadelesi de bir hak mücadelesidir. BDS (Boykot, Yatırımların Geri Çekilmesi ve Yaptırımlar) hareketi İsrail devletinin Filistin halkına yönelik politikalarını protesto amacıyla ortaya çıkan bir boykot hareketi olarak BM sisteminin yaratamadığı bir kamuoyu yaratmış ve sorunun görünürlüğünü sürekli kılmıştır. Tepeden inme hukuki çözümler ve kurumsal yaklaşımlar bir hak zemininden çok bir lütuf ya da temenni olarak görülebilir, oysa hak talebi tabandan geldiğinde değişime giden yolun önemli bir kısmı kat edilmiş demektir.
Fotoğraflar: Aslıhan Aykaç Yanardağ
*Doç. Dr., Ege Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü