YORUM | YAVUZ ALTUN
Belçika’da koronavirüs salgınının başlamasıyla en popüler bilim insanlarından biri hâline gelen virolog Marc Van Ranst, iki haftadır ailesiyle birlikte güvenli bir evde yaşıyor. Çünkü birliğinden ağır silahlar alarak kaçan Jürgen Conings isimli bir keskin nişancı askerin hedefi hâline geldi. Van Ranst, hükümetin uyguladığı salgınla mücadele önlemlerinin “mimarı” olarak biliniyor ve Conings’in ortadan kaybolmadan önce bıraktığı mektuplardan birinde, tam da bu sebeple, yani insanların hayatlarını “kısıtladığı” gerekçesiyle adı geçiyor. Polis bir yandan her yerde Conings’i ararken, diğer yandan salgın tedbirlerinde rolü olan diğer isimlere yönelik korumayı da arttırdı.
Avrupa’da hükümetlerin uyguladığı salgın kısıtlamalarına karşı “isyanlar” bir hayli yaygın. Almanya’da salgının bir uydurma olduğunu düşünen protestocular birkaç kez polisle karşı karşıya geldi. Berlin’deki gösterilerden birinde, protestocular Meclis binasına dâhi girdi. Nitekim, Belçika’daki vakada da, çeşitli sosyal medya gruplarında firari asker Conings’e destek mesajları yağıyor. Bazı insanlar, bir yıldan fazla bir süredir hayatlarını etkileyen koronavirüs salgınının “siyasi elitlerin uydurması” olduğundan emin. Bununla birlikte Avrupa’da, tabi Amerika’da da, çok ciddi bir “aşı karşıtı” kitleden bahsedebiliriz. Devletler insanların aşı olmalarını sağlamak için çeşitli kampanyalar yapıyor. ABD’nin Ohio eyaleti, aşı olanlar arasında yaptığı çekilişle 5 kişiye 1’er milyon dolar dağıtacağını açıkladı.
Çeşitli sebeplerle toplumsal hoşnutsuzluk artınca bunun nasıl yansımaları olacağını kestirmek cidden güç. Ama ilginç bir trend var ki endişe verici. Batılı orduların içindeki bazı subaylar, mektup yayınlayarak hükümetlere uyarılarda bulunmaya başladı. Aralık ayında İspanya’da 271 emekli askerin yayınladığı bildiri, solcu hükümeti eleştiriyordu. Emekli askerlerin bildirisi, emekli hava kuvvetleri subaylarının kurduğu bir WhatsApp grubunda İspanya’nın eski diktatörü Franco’ya övgüler dizildiği ve bazı solcu politikacıların “öldürülmesi gerektiği” yönündeki mesajların medyaya sızmasından sonra yayınlandı üstelik.
Geçtiğimiz aylarda, hem de iki defa, Fransa’da emekli generaller Devlet Başkanı Emmanuel Macron’a “ülkedeki radikal İslam tehdidine karşı gerekli adımları atma” çağrısında bulundu. (Bir benzeri yakın zamanda ABD’de de yaşandı.) Macron hâlihazırda aşırı sağcı politikalara boyun eğmekle suçlanırken, bu uyarıların gelmesi tartışmaların üzerine tuz biber ekti. Ülkedeki ultra milliyetçi lider Marine Le Pen’in gelecek seçimde Macron’u ciddi anlamda zorlaması bekleniyor ve Macron’un “sağa kayması” da seçime yönelik taktiksel bir hamle olarak görülüyor. Ancak ülkedeki nüfusun yaklaşık yüzde 9’unu oluşturan Müslümanlar huzursuz olmaya devam ediyor. Ayrıca Le Pen’in halk desteği de pek azalacak gibi görünmüyor. İspanya’da “aşırı sağcı” parti Vox’un yüzde 15’in üstünde oy aldığını hatırlatalım.
Almanya’da da benzer bir durum söz konusu. Geçen yıl Alman savunma bakanlığına bağlı profesyonel tecrübeli subaylardan oluşan Özel Kuvvetler Komutanlığı birimi, “aşırı sağcı ideolojiye esir olduğu” gerekçesiyle dağıtılmıştı. Alman istihbaratı bir süredir ülkede “aşırı sağ grupları” mercek altına almış durumda. Bütün Avrupa’da “aşırı sağcı radikalleşme” bir anlamda “radikal İslamcı” tehdidin yerini almak üzere. Bu yeni durumun ekstra kaygı verici olmasının en büyük sebebi, yukarıdaki örneklerde de görülebildiği gibi ordu ve hatta polis içinde de bu ideolojiye desteğin gizlenemeyecek oranda olması.
ABD’deki meşhur 6 Ocak Kongre baskınını hatırlıyorsunuzdur. Baskına katılanlarla ilgili yürütülen soruşturmalarda, “aşırı sağcı” grupların ordu ve polis içinde de işbirlikçileri olduğu yönünde haberler medyaya yansımıştı.
Adına ırkçılık, yabancı düşmanlığı ya da “beyaz ırkın üstün olduğu” ideolojisi, ne derseniz deyin, Batı’da önümüzdeki yıllarda karşı karşıya kalınacak en büyük problemlerden biri bu. ABD’de George Floyd’un öldürülmesi sonrası başlayan Black Lives Matter (Siyah Hayatlar Önemlidir) hareketi, politikacıları ve medyayı cesaretlendirse de, özellikle koronavirüs salgını sebebiyle bazı çatlamalara uğrayan toplum düzeni, yeni huzursuzluklar üretmeye devam ediyor. Fransa’daki Macron örneğinde olduğu gibi, bazı ülkelerde ana akım tartışmalar “sağa” kayıyor ve belki on yıl önce telaffuz edilmesi bile skandal olarak nitelenecek “göçmen karşıtı”, “yabancı karşıtı” ya da alenen ırkçı (Belçika’da bir politikacı geçenlerde “Beyazlar ülkede dominant faktör olmalı” dedi mesela) söylemler, geniş kesimlerce satın alınabiliyor. Buna ek olarak otoriterleşmenin “daha iyi bir alternatif” olabileceğine dair düşünceler, kara bulutlar gibi Batılı elitlerin etrafında dolaşıyor.
Radikalleşme ve kutuplaşma, tek taraflı okunabilecek bir olgu değil. Sosyal medyanın da etkisiyle, sürekli yüksek perdeden birbiriyle çarpışan kutuplardan ve kimlik meselelerinin yakıcılığı ile her kimlik içinde radikalleşen seslerden bahsetmek mümkün. İkinci Dünya Savaşı sırasında Viyana’dayken Nazi işgaline rast gelen Sigmund Freud, medeniyetin insanlığın özündeki vahşeti örten ince bir perde olduğunu söylemişti. Kolayca sıyrılabilir. Sadece savaş değil, ekonominin kötüye gitmesi ve geniş halk kesimlerinin eski refah ve imtiyazlarını kaybetmeleri de bu türlü çatışmaların tetikleyicisi olabiliyor. Herhalde her kesimde sağduyuyu hâkim kılmanın bir yolunu bulmak gerekiyor.