YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU
Hz. Âdem’in yaratmasında olduğu gibi yeryüzündeki bütün canlı varlıkların yaratılışlarında da yegâne söz sahibi olan Allah’tır. İnsanın bilemediği, test edemediği ilk yaratılış hakkında en güvenli bilgi kaynağı vahiydir. Pek çok âyet-i kerimede farklı cins ve türden hayvanların yaratılışlarının doğrudan Allah’a ait olduğuna dikkat çekilir. Yaratılıştan bahseden hiçbir âyette evrim üzerinde durulmaz.
Mesela kâinattaki yaratılışa dair detaylı bilgilerin verildiği şu âyet-i kerimede yeryüzündeki canlı varlıkları yaratan ve yayanın Allah olduğu vurgulanır: “Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün ard arda gelişinde, insanlara yararlı şeyler ile denizde yüzen gemilerde, Allah’ın yağdırdığı ve kendisiyle yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her canlıyı orada üretip-yaymasında, rüzgârları estirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir topluluk için gerçekten âyetler vardır.” (Bakara sûresi, 2/164)
Benzer ifadeler Lokman sûresinde de tekrar edilir: “O gökleri, gördüğünüz gibi direksiz yarattı. Yere de sizi sarsmaması için ağır baskılar, yani ulu dağlar koydu ve orada her türlü canlıyı üretip yaydı. Gökten de su indirdik, orada her güzel çifti yetiştirdik.” (Lokman sûresi, 31/10)
Şu âyet-i kerimelerde de yeryüzünde hareket hâlinde bulunan tüm canlıları yaratan ve çoğaltanın Allah olduğu vurgulanır: “Gökleri ve yeri yaratması ve oraları her türlü canlı ile doldurması, O’nun (kudretinin ve hikmetinin) delillerindendir.” (Şûrâ sûresi, 42/29) “Siz insanların yaratılışınızda ve Allah’ın dünyanın her tarafında yaydığı canlılarda kesin bilgiye ulaşıp gerçekleri tasdik edecek kimseler için deliller vardır.” (Câsiye sûresi, 45/4)
Şu âyet-i kerimede ise insanların dışındaki canlıların da ümmetlerden, yani kendilerine göre özellikleri olan müstakil cins ve türlerden oluştuklarına dikkat çekilir: “Yeryüzünde hiç bir canlı ve iki kanadıyla uçan hiç bir kuş yoktur ki sizin gibi ümmetler olmasın.” (En’âm sûresi, 6/38) Peygamber Efendimiz (s.a.s) de bir hadislerinde köpeklerin (Ebû Dâvud, Edâhî 22), başka bir rivayette ise karıncaların müstakil bir ümmet olduklarını ifade buyurmuştur. (Müslim, Selâm 148) Bu âyet ve hadisler de yeryüzündeki bütün canlı türlerinin Allah tarfından müstakil bir sınıf olarak yaratıldıklarına delalet eder.
Nûr sûresinde geçen şu âyet-i kerimede de her bir canlının bizzat Allah tarafından yaratıldığı ifade buyrularak farklı canlı çeşitlerine dikkat çekilir: “Allah her canlıyı sudan yarattı: Kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı üstünde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür. Allah dilediğini yaratır. Çünkü Allah her şeye kadirdir.” (Nûr sûresi, 24/45)
Bu âyet, insanın balık, kuş, sürüngen ve maymun yoluyla evrim geçirerek mükemmelleştiğini iddia edenlere bir cevap niteliğindedir. Zira bu âyete göre Allah insana, sürüngenlere ve kuşlara ayrı ayrı ve birbirinden bağımsız birer yaratma bahşetmiş ve her bir türü kendi içinde mükemmel bir şekilde yaratmıştır. (Musa Kazım Yılmaz, “Kur’ân’a Göre İnsanın Yaratılış Mucizesi”, Yaratılış Kongresi, s. 520)
Bütün bunların yanında Kur’ân’ın örümcek, arı, deve, sinek, at, eşek, davar, inek gibi farklı farklı hayvanların yaratılışına dikkat çekmesi, her canlı türünü çift yarattığını beyan etmesi, bütün canlı varlıkların Allah tarafından rızıklandırıldığını ifade etmesi, Allah’ın her şeyi belli bir ölçü ve düzen içerisinde yarattığını bildirmesi, yaratmanın halaka, ebdea, enşee, ceale, zerae, savvara, berae ve fatara gibi aralarında nüans bulunan çok farklı fiillerle ifade edilmesi de yaratmanın bütünüyle Allah tarafından gerçekleştirildiğini, Allah’ın azamet ve büyüklüğüne delalet ettiğini ve maddenin, sebeplerin ve tesadüfün bunda bir tesirinin olmadığını gösterir.
Kur’an niçin yaratma üzerinde durur?
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki Kur’ân’da, bütün zaman ve kâinatı kuşatan şekliyle yaratmanın istisnasız bir şekilde Allah’a ait olduğu belirtilir. Birçok âyette farklı vesilelerle yaratılış üzerinde durulur, yaratmadaki sanat ve mükemmelliğe dikkat çekilir ve her fırsatta yaratmanın sadece Allah’a has bir fiil olduğu beyan edilir. Zira hakkıyla inanabilmek, yegâne Yaratıcının ancak Allah olduğu gerçeğinin anlaşılmasına bağlıdır. Sebepler, yaratmanın önünde sadece birer perdedir. Kur’ân, sürekli bu perdenin arkasında işleyen ilahî tecellilere dikkatleri çeker.
Mesela اللهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ buyrularak, zerreden galaksilere kadar büyük küçük her şeyin bizzat Allah tarafından yaratıldığı bir çok âyet-i kerimede takrar tekrar vurgulanır. (Ra’d sûresi, 13/16; Zümer sûresi, 39/62; Mü’min sûresi, 40/62; En’âm sûresi, 6/102)
Allah Resûlü’ne ilk inen şu âyetlerde Cenab-ı Hak, Kendisini “Yaratıcı” sıfatıyla tanıtır: اقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ خَلَقَ الإِنْسَانَ مِنْ عَلَقٍ “Yaratan Rabbinin adıyla oku, O, insanı alâk’tan (aşılanmış bir yumurtadan) yarattı.” (Alâk sûresi, 96/1-2)
Rûm sûresinde yer alan şu âyette ise Allah’ın yaratma fiilindeki mutlak irade ve kudretine dikkat çekilir: يَخْلُقُ مَا يَشَاءُ وَهُوَ الْعَلِيمُ الْقَدِيرُ “O dilediğini yaratır. Her şeyi bilen, her şeye kadir olan, yalnız O’dur.” (Rûm sûresi, 30/54)
Başka bir âyet-i kerimede ise şöyle buyrulur: أَمْ خُلِقُوا مِنْ غَيْرِ شَيْءٍ أَمْ هُمُ الْخَالِقُونَ أَمْ خَلَقُوا السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ بَل لاَ يُوقِنُونَ “Onlar bir Yaratan olmaksızın (kendiliğinden ve tesadüfen mi) yaratıldılar? Yoksa kendi kendilerini mi yarattılar? Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır, onlar kesin bilgiye ulaşmaya gitmezler.” (Tûr sûresi, 52/35-36) Bu âyetlerde yokluktan bir şeyin var olamayacağı, şuursuz maddenin ve kör tesadüflerin yaratmada hiçbir dahlinin bulunmadığı, gökleri, yeri ve bu ikisi arasındaki bütün varlıkları yaratanın ancak Allah olduğu beliğ bir üslûpla ifade edilir.
Vâkıa sûresinde yer alan şu âyet-i kerimelerde aynı şekilde yaratma ve var etmenin mutlak anlamda Allah’a ait fiiller olduğu çok net ifade edilir: “Sizi yaratan Biz’iz, hâlâ bu gerçeği ikrar ve tasdik etmeyecek misiniz? Şimdi düşünsenize o akıttığınız meniyi! Onu yaratıp insan hâline getiren siz misiniz, yoksa Biz miyiz? Aranızda ölümü Biz takdir ettik. Sizi yok edip yerinize benzerlerinizi getirmeyi ve sizi bilemeyeceğiniz bir biçimde ve vasıfta yaratmayı dilersek, Bize mâni olacak hiçbir güç yoktur. Siz ilk yaratmayı pek iyi biliyorsunuz, artık düşünüp ibret almanız gerekmez mi?” (Vâkıa sûresi, 56/57-62)
Cenab-ı Hak bir çok âyette yaratmanın Kendine mahsus bir fiil olduğu üzerinde dursa da, yaratılışın keyfiyeti, Kur’ân’da detaylarıyla ele alınan müstakil bir konu değildir. Yaratılış konusu genellikle Allah’ın varlığını ve öldükten sonra dirilmeyi ispat için kullanılan fer’i bir meseledir. İnsanın, canlı ve cansız varlıkların yaratılış ve niteliklerinin anlatıldığı âyetlerin asıl amacı, Allah’ın ilim, irade ve kudretinin üstünlüğünü göstermek, yaratma ve var etmenin ancak Allah’a has bir fiil olduğunu vurgulamak, O’nun ibadete lâyık tek İlâh olduğunu açıklamak, esma-i ilâhiyenin varlık âlemindeki baş döndürücü tecellilerine dikkat çekmek, kullarına ihsan ettiği nimetlerin bolluğunu hatırlatmak, onları şükür ve kulluğa teşvik etmek gibi hikmetlerdir.
Bununla birlikte Kur’ân’ın yaratılışla ilgili âyetlerinin çok önemli bilimsel hakikatlere işaret ettiğinde, nazarları varlık ve tabiata çekerek Müslümanları araştırmaya sevk ettiğinde, bilimsel merakları celb ederek insanlığın önüne ulaşılması gereken büyük hedefler koyduğunda da şüphe yoktur.
Burada şunu da belirtmek gerekir ki Allah’ın pek çok yaratma çeşidi vardır. Bunlardan biri yokluktan âni ve def’î yaratma demek olan ibda’dır. “Bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri yalnızca: ‘Ol’ demesidir; o da hemen oluverir.” (Yâsin sûresi, 36/82); “Bizim (olmasını dilediğimiz bir şey için) emrimiz sadece bir kere, hem de göz açıp kapama gibi pek hızlıdır.” (Kamer sûresi, 54/50) âyetlerinde bu yaratma çeşidinden bahsedilir.
Bir diğer yaratması ise yeryüzünde bulunan maddelerin yeniden terkip edilmesiyle meydana gelen tedrici (merhaleler şeklindeki) yaratmadır. Buna da inşa denir. Hz. Âdem’in farklı maddelerden tedrici olarak yaratılmasını veya semaların altın günde yaratılmasını buna misal verebiliriz. Cenab-ı Hak, fevri yaratmasıyla güç ve kudretinin nihayetsizliğine, tedrici yaratmayla ise âdetullahın nasıl gerçekleştiğine dikkat çeker. Allah’ın yaratması ibda’, ber’, zer’, fatr, sun’, inşâ’, ihdâs, îcâd, tasvîr, tekvîn, ihtirâ ve ca’l gibi daha başka kavramlarla da ifade edilir ki bunların her biri yaratmanın farklı boyutlarına işaret eder.
Kâinatın ve canlı varlıkların yaratılışında mükemmellik var mıdır?
Evrim teorisinin, Kur’ân âyetlerine muhalif düştüğü önemli noktalardan birisi de kâinat ve canlı varlıkları eksik, kusurlu ve düzensiz görmesidir. Hâlbuki Kur’ân pek çok âyetiyle kâinattaki bütün varlıkların hassas bir denge, müthiş bir düzen ve fevkalade bir mükemmellik içerisinde yaratıldıklarını haber verir. Evrimcilerin zannettiği üzere en küçüğünden en büyüğüne kadar canlı organizmalar kademe kademe basitten kompleks varlıklar hâline gelmemiştir. Hiçbir canlı varlık, başlangıçta kusurlu olup, eksikliklerin sonraki safhalarda tamamlanmasıyla yavaş yavaş değişerek bugünkü şeklini kazanmış değildir. Bilakis bunlar başlangıçta kompleks ve mükemmel yapılara sahip olarak yaratılmışlardır.
Buna delalet eden pek çok âyet-i kerime vardır. Mesela, “Yedi kat göğü birbiriyle tam uyum içinde yaratan O’dur. Rahman’ın yaratmasında hiçbir nizamsızlık göremezsin. Gözünü çevir de bak: Herhangi bir kusur görebilir misin? Sonra tekrar tekrar gözünü çevir de bak, gözün bir kusur bulamadığından, eli boş ve bitkin geri döner.” (Mülk sûresi, 67/3-4) âyetleri varlıktaki kusursuzluğa ve mükemmelliğe dikkat çeker.
Aynı şekilde şu âyetler de Allah’ın yaratmasındaki kemali, güzelliği ve sağlamlığı gösterir: “O her şeyi, en mükemmel, en güzel surette yaratandır.” (Secde sûresi, 32/7); “Hiç üzerlerindeki göğe bakmazlar mı? Bakıp da Bizim onu nasıl sağlamca bina ettiğimizi, onda en ufak bir çatlaklık, dengesizlik olmadığını düşünmezler mi?” (Kâf sûresi, 50/6); “İşte bu, her şeyi mükemmel ve sapasağlam yapan Allah’ın sanatıdır.” (Neml sûresi, 27/88)
Şu âyette de insanın fiziksel ve anatomik yapısındaki harikulade güzelliğe dikkat çekilir: “Allah o yüce Zattır ki sizin için yeryüzünü yerleşme yeri, göğü de kubbeli bir çatı yapmış, size sûret verip sûretlerinizi de en güzel şekilde yaratmış ve sizi helâl hoş nimetlerle rızıklandırmıştır. İşte Rabbiniz Allah budur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir.” (Mü’min sûresi, 40/64)
Şu âyetler de varlıktaki yaratılışın, nizamın, yasaların değişmediğini, varlık âleminin bidayetinden nihayetine kadar aynı kaldığını gösterir: “Allah’ın nizamında/âdetinde asla bir değişiklik bulamazsın.” (Ahzâb sûresi, 33/62); “Allah’ın yaratışında değişme yoktur.” (Rûm sûresi, 30/30)
Bediüzzaman Said Nursî, şu yaklaşımıyla kâinattaki güzelliği ikiye ayırır: “Her şeyde, hatta en çirkin görünen şeylerde bile hakiki bir güzellik tarafı vardır. Evet, kâinattaki her şey, her hâdise ya bizzat güzeldir; buna “hüsn-ü bizzat” (zâtına ait güzellik) denir. Ya da neticeleri yönüyle güzeldir, buna da “hüsn-ü bilgayr” (dolaylı güzellik) denir. Bir kısım hadiseler var ki, görünüşte çirkin ve karmakarışıktır. Fakat o görünen perdenin arkasında gayet parlak güzellikler ve intizam bulunur.”
Daha sonra hüsn-ü bilgayr dediği güzelliklere şu misalleri verir: “Mesela insan, Fâtır’ın kudretinin büyük mucizelerinden olan dikenli otları ve ağaçları zararlı, mânâsız görür. Hâlbuki onlar, ot ve ağaç türlerinin dikenlerle donatılmış kahramanlarıdır. Mesela, atmacanın serçelere musallat olması, görünüşte rahmete uygun düşmez. Hâlbuki serçenin kabiliyeti bu şekilde gelişir. Mesela, karın yağmasının pek soğuk ve tatsız olduğu düşünülür. Hâlbuki onun soğuk, tatsız perdesi altında o kadar sıcak gayeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, tarif edilemez.”
İnsanların, varlık ve olayların arkasına gizlenen saklı güzellikleri niçin göremeyip yanlış hükümlere vardıklarını da şöyle açıklar: “Fakat insan, hem görünüşe aldandığından hem de bencil olduğundan, dış yüzlerine bakıp bu hadiselerin çirkinliğine hükmeder. Sadece kendini düşündüğünden, yalnız kendine bakan neticeleriyle değerlendirerek onların şer olduğu hükmüne varır. Hâlbuki eşyanın insana ait gayesi bir ise Sâni’inin isimlerine ait gayeleri binlercedir.” (Bediüzaman, Sözler, s. 244)
Yukarıdaki âyetlerden ve Bediüzzaman’ın bu izahlarından da anlaşılacağı üzere canlı cansız bütün varlıklar mükemmel, ölçülü ve en güzel bir surette dünya sahnesinde yerlerini almışlardır. Bu da evrimcilerin iddialarının aleyhine bir delildir. Çünkü onlara göre canlı organizmaların gelişmesi evrimsel mekanizmalar sayesinde kademeli bir şekilde gerçekleşmiştir.
Kur’ân şöyle buyurur: “Rabbimiz her şeyi yaratan, sonra da onu yaratılış gayesine uygun yola koyandır.” (Tâhâ sûresi, 20/50) Allah, yarattığı her varlığı içinde bulunduğu şartlarda hayatını devam ettirecek bir donanımla yaratmıştır. Yoksa onlar, bu fizikî özelliklerini evrimleşerek elde etmiş değillerdir.
Ayrıca evrimciler, akıllarını mutlak ölçü olarak aldıkları, varlığın tasarımında kendilerini mühendis gibi gördükleri, değerlendirmelerinde indirgemecilik ve sathilikten kurtulamadıkları için, inceledikleri canlı organizmaların yapısında birçok kusur ve eksiklik olduğunu iddia ederler. Aslında gelişen bilim sayesinde bir zamanlar gereksiz veya hatalı görülen nice organ ve yapının gerçekte nasıl işlevsel ve faydalı oldukları anlaşılmış olsa da evrimciler acele hüküm vermeyi terk etmezler.
Allah, şu âyetiyle dünyanın gezilip görülmesini, yaratmadaki mucizevi güzelliklerin fark edilip bunlardan ibret alınmasını emreder: “De ki: “Dünyayı gezin dolaşın da, Allah’ın yaratmaya nasıl başladığını anlamaya çalışın. Sonra, Allah tekrar yaratmayı da ölümden sonra diriltmeyi de gerçekleştirecektir. Allah elbette her şeye kadirdir.” (Ankebut sûresi, 29/20)
Şayet evrimcilerin iddia ettikleri gibi, kâinat evrimle yaratılmış, canlı varlıklar mutasyon ve tabii seleksiyon sayesinde ortaya çıkmış olsalardı, Allah böyle bir emir vermezdi. Zira bu takdirde canlılar dünyasında görülen bütün ihtişam ve güzellik tabiatın ve tesadüflerin bir eseri olmuş olurdu.
Yaratmanın mahiyet ve keyfiyeti akılla anlaşılabilir mi?
Daha önce de ifade edildiği üzere en temelde Allah’ın iki tür yaratması vardır. Bunlardan biri, yoktan yaratma, diğeri ise var olan maddelere yeni bir şekil ve yapı kazandırma şeklinde gerçekleşir. İnsan aklı, var olan maddelerin bir araya getirilerek ve farklı terkiplere tâbi tutularak yeni varlıkların oluşmasını anlasa da; yoktan var etmeyi anlayamaz. Hiçlikten, ademden yeni varlıklar yaratmanın keyfiyet ve hakikati hakkında hiçbir fikir yürütemez.
Bu yüzden Cenab-ı Hak, yaratmanın keyfiyet ve hakikatini akla yaklaştırmak için sürekli sebeplere dikkat çeker. Kudret ve iradesinin nihayetsizliğini ve yaratmasındaki harikulâde kolaylık ve sürati gösterme adına “Ol” demesiyle bir şeyin hemen vücuda gelivereceğini beyan buyursa da, çoğu âyette yaratmanın hep sebepler dairesinde anlatıldığı görülür. Mesela gökleri ve yerleri “duhan”dan, insanı topraktan, canlıları sudan yarattığını beyan buyurur. Çünkü dünya, daru’l-hikmettir. Allah, âdeti gereği burada her şeyi sebeplere bağlamıştır.
Aslında bir damla sudan yaratılan her insan, her canlı varlık bir mucize olsa da, insan sebep-sonuç münasebeti içerisinde gerçekleşen olayları âdiyattan (sıradan) görür. Onlardaki mucizevi yönü yeterince kavrayamaz. Ülfet ve ünsiyete yenik düşer. Hatta yaratmayı anlayamayan ve kabul etmeyen bazı insanlar, öldükten sonra dirilmeyi de reddeder. Bu sebepledir ki Cenab-ı Hak, insanların yaratma fiilini anlayabilmeleri adına peygamberleri eliyle sebepleri kaldırarak mucizeler gösterir ve Yüce Kitabında da bunları bize nakleder.
Mesela Hz. İsa, çamurdan kuşlar yapıp Allah’ın izniyle onlara hayat verir. (Âl-i İmran sûresi, 3/49) Hz. İbrahim’in, parça parça yapıp her bir parçasını ayrı bir dağ başına bıraktığı kuşlar, çağrısıyla birlikte tekrar uçarak ona gelirler. (Bakara sûresi, 2/260) Hz. Musa’nın yere attığı asası bir anda canlı bir yılan oluverir ve hareket etmeye başlar. (Tâhâ sûresi, 20/20) Ölen bir insana, kesilen sığırdan alınan bir parçayla vurulunca tekrar hayata döner. (Bakara sûresi, 2/73) Ölümden sonra insanların nasıl dirilteceğini merak eden biri yüz sene ölü bırakıldıktan sonra tekrar diriltilir. (Bakara sûresi, 2/259)
Allah, bütün bu misallerle canlıları nasıl yarattığına dair bizlere ipuçları verir. Evrimcilerin iddia ettiği gibi insanın, insan olabilmesi için milyonlarca sene evrim geçirmesine ihtiyaç yoktur. Çünkü Yaratan, Allah’tır ve O’nun kudreti mutlaktır, sonsuzdur, sınırsızdır. Değil milyonlarca, milyarlarca sene de geçse ilahî bir fiil olmaksızın en küçük bir canlının dahi kendi kendine vücuda gelmesi mümkün değildir. Şu âyet de buna işaret eder: “İyi bilesiniz ki yaratmak da, emretmek yetkisi de Allah’a mahsustur. Rabbülâlemin olan Allah ne yücedir!” (A’raf sûresi, 7/54)
Bu sebeple bütün varlıkların ilk türlerini anne-baba olmaksızın yeryüzündeki element ve bileşiklerden Allah yarattığı gibi, onların yavrularını da bir damla sudan Allah yaratmaya devam etmektedir. Öldükten, çürüyüp dağıldıktan sonra bütün insanları yeniden kabirlerinden dirilterek mahşer meydanında toplayacak olan da Allah’tır. Çünkü yaratma fiili bütünüyle O’na mahsustur, bu konuda hiçbir sebep O’na ortak olamaz.
Kur’ân’a göre insanın maymunsu canlılardan gelme ihtimali var mıdır?
Evrim teorisinin en çok tepkiye sebep olan iddiası, insanın maymundan veya maymunsu canlılardan geldiğidir. Teistik evrimi savunan bazı Müslümanlar da, bazı kavimlerin maymuna çevrildiğini anlatan âyetleri bu iddialarına delil getirirler. Gerçekten de iki âyette bazı insan topluluklarının aşağılık maymunlara (Bakara sûresi, 2/65; A’raf sûresi, 7/166), bir âyette de maymun ve domuzlara çevrildiği anlatılır (Mâide sûresi, 5/60).
Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki burada maymundan insana bir dönüşüm değil, insandan maymuna bir dönüşümden bahsedilir. Yani evrimcilerin savundukları iddiaların tam tersi bir durum söz konusudur. İkinci olarak, buradaki “mesh” (maymuna döndürme), Allah tarafından verilen bir ceza çeşididir. Üçüncü olarak, cezalandırılan insanların suret ve şekil olarak maymun olup olmadıkları müfessirler arasında ihtilaflıdır. Zira bazılarına göre bu âyetlerde bahsedilen mesh, manevi bir hâdisedir. Yani söz konusu toplulukların ahlâk ve karakter itibarıyla maymunlaşmalarından bahsedilir. Dolayısıyla bu âyetlerden yola çıkarak evrime delil çıkarılamaz.
Öte yandan Kur’ân’ın insana verdiği konum ve değer açısından meseleye bakıldığında da onun balık, sürüngen ve maymun gibi hayvanlardan evrimleşmesinin asla söz konusu olamayacağı anlaşılır. Çünkü Kur’ân, birçok âyette insanın nasıl müstesna bir varlık olduğunu anlatmak suretiyle onunla hayvanlar arasını kesin hatlarla ayırmıştır.
Kur’ân’da insanla ilgili verilen şu bilgiler onun bu müstesna konumuna dikkat çeker: İnsan, mükerrem, yani çok şerefli, izzetli ve saygıdeğer bir varlıktır. (İsrâ sûresi, 17/70) Ahsen-i takvim üzere (en güzel ve en mükemmel bir biçimde) yaratılmıştır. (Tîn sûresi, 95/4) Yeryüzünün halifesi (hükümdarı) kılınmıştır. (Neml sûresi, 27/62) Allah, bütün varlığı ona musahhar kılmış, yani onun istifadesine sunmuş ve emrine vermiştir. (İbrahim sûresi, 14/32-34) Allah, ilk insanı “iki eliyle” yarattığını ve ona kendi ruhundan üflediğini bildirmek suretiyle onun yaratılışındaki eşsizliği ve özel statüyü vurgulamıştır. (Sâd sûresi, 38/72-75) Melekleri kendisine secde ettirmiştir. (Bakara sûresi, 2/34) Ona akıl, şuur ve irade vermiş, eşyanın isimlerini ve hakikatini öğretmiş ve onu beyan kabiliyetiyle donatmıştır. Dağların taşımaktan imtina ettiği emanetini insana yüklemiştir. (Ahzab sûresi, 33/72)
Bunca nimetlerle donatılan bir varlığı, hayvanların bir devamı olarak gören bir anlayış, kesinlikle Kur’ân’la telif edilemez. Evrimcilerin iddia ettiği üzere insanın ne maymunlarla bir akrabalığı vardır, ne de köpeklerle. Hiçbir hayvan, hiçbir canlı türü insanın kuzeni değildir. Çünkü o, hayvanlardan ayrı müstakil bir varlık olarak yaratılmıştır. İnsanın, Kur’ân’ın iki farklı âyetinde “hâsiîn (aşağılık)” olarak nitelediği bir hayvandan geldiğini veya onunla aynı ortak ataya sahip olduğunu iddia etmek, ona karşı yapılmış en büyük saygısızlık ve en büyük hakarettir. Hatta böyle bir anlayış, bir açıdan nefha-i ilâhî ve eşref-i mahlûkat olan insanı, hayvan derekesine düşürmek demektir.
Şu âyet-i kerimelerde, insanın sahip olduğu yapı, şekil ve suretin bizzat Allah tarafından ona verildiği, Allah’ın irade ve tercihiyle belirlendiği açıkça beyan edilir: “Ey insan, nedir seni o kerim Rabbin hakkında aldatan? O değil mi seni yaratan, bütün vücud sistemini düzenleyen ve sana dengeli bir hilkat veren, Ve seni dilediği bir surette terkip eden?” (İnfitâr sûresi, 82/6-8)
Dolayısıyla insan, kör ve şuursuz evrimsel mekanizmaların tesadüf zincirleri içerisinde ortaya çıkardığı, maymunsu varlıklardan gelen sıradan ve basit bir varlık değil; bizzat ilâhî irade, ilâhî ilim ve ilâhî kudret tarafından mükemmel ve müstesna bir şekilde yaratılan bir yeryüzü halifesidir.
Kaynak: Tr724