YORUM | REŞİT HAYLAMAZ
“Yâ Resûlallah!” dedi, Hazreti Ömer (radıyallahu anh). “Bırak beni de şu İbn-i Selûl’ün kellesini uçurayım!”
Olayın sıcaklığında sıcak kanlı insanlardan beklenen bir tavırdı bu ve Hazreti Ömer (radıyallahu anh) gibi bir fıtrat da bunu yapmıştı. Ne var ki Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) oralı değildi. Bilakis O (sallallahu aleyhi ve sellem), bir temkin ve teenni insanıydı. Teklifinin onay almadığını fark eden Hazreti Ömer (radıyallahu anh), sesinin tonunu düşürerek bir adım daha attı; “Şayet onu, Muhâcirîn’den birisinin öldürmesini uygun görmezsen, Sa’d İbn-i Muâz veya Muhammed İbn-i Mesleme’ye emret, bunu onlar yapsın! Bu işi, Abbâd İbn-i Bişr de yapabilir!” diyordu.
Onun bu heyecanı ve hislerinin tetiklediği teklifler karşısında Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), “Nasıl olur, yâ Ömer!” buyurdu. “İnsanlar, ‘Muhammed arkadaşlarını öldürüyor!’ demezler mi? Hayır, ben öyle yapmayacağım.”
Şüphesiz bu beyanlar, Hazreti Ömer gibi bir fıtratı teskin adına söylenmiş sözlerdi. Yoksa, Nebevî tercihlerin temelinde, insanların meseleye nasıl yaklaşacağı değil, her daim Allah’ın rıza ve hoşnutluğu söz konusuydu. Hislerinden arındırabilmek için bir de vazife verdi Hazreti Ömer’e (radıyallahu anh); “Haydi” dedi. “Sen, mü’minlere seslen de dönüş için yola koyulsunlar!”
Derken, hiç durmaksızın devam edecek bir yolculuk başlamıştı. Medîne’ye dönüyorlardı!
Havanın sıcaklığına rağmen neredeyse 24 saat devam eden bir yolculuktu bu. Belli ki Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), bir kara bulut gibi ashâbının üzerine çöken bu çirkin gündemin değişmesini istiyordu. O kadar ki bitmiş, tükenmişlerdi! Zaten, mola verildiği anda istisnasız hepsi uyuyakalmıştı!
Ancak, Hazreti Abdullah’ın (radıyallahu anh), onca yorgunluğuna rağmen gözüne bir türlü uyku girmiyordu! Beynine saplanan kıymıkların birini çıkaramadan öbürü batıyor ve İbn-i Selûl’ün sözleriyle çevirdiği tezgâhları hatırladıkça çılgına dönüyordu.
İki arada bir derede kalmıştı. Evet, İbn-i Selûl, öz babasıydı ama uğrunda canını feda etmeye teşne olduğu davasına, hele bu davanın şânı yüce Peygamberi’ne dil uzatmış, insan olan insana söylenmeyecek en kötü sözleri insanlığın baş Muallimi’ne söylemiş, üstelik köşeye sıkıştığı anda da samimiyet timsali birisini töhmet altında bırakacak adımlar atmıştı.
Diğer taraftan, gerek Hazreti Ömer’in (radıyallahu anh) isteklerini gerekse insanlar arasında babasının hakkında konuşulanları o da duymuştu.
Daha fazla dayanamadı; kan beynine sıçramış vaziyette ve bir solukta Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) yanına geldi; “Yâ Resûlallah!” dedi. “Duydum ki gündemine, yaptığı işler ve verdiği eziyetlerden dolayı İbn-i Selûl’ü ortadan kaldırmak gelmiş. Şayet bunu gerçekten yapmak istiyorsan, bu işi yapmaya ben talibim; emret, onun başını sana ben getireyim!”
Kan donduran cümlelerdi bunlar ve bunları, yiğit bir oğul, çok sevdiği babası için söylüyordu! Bununla da kalmadı ve gerekçesini de söylemeye başladı; “Vallahi” diyordu. “Hazrecliler, babasına karşı benden daha saygılı ve hayırlı başka bir evlat tanımazlar. Onu ortadan kaldırma işini başkasına emredeceğinden korkarım ki o da babamı öldürür. Sonra ben, İbn-i Selûl’ün katilinin çarşı-pazarda dolaşmasına tahammül edemem ve ben de onu öldürür, bir kâfire karşılık bir mü’minin kanına girerim de bundan dolayı Cehennemlik olurum! Ne olur yâ Resûlallah! Böyle bir niyetin varsa, müsaade et, onu ben infaz edeyim.”
Görüldüğü üzere her şeyin farkındaydı ve çok sevdiği babasına açıktan “kâfir” diyebiliyordu. Gözünü karartmıştı ve azıcık bir işaret, hafif bir meyil görebilseydi, dediğini de yapardı.
Ancak olmadı; ortada, zannettiğinden daha büyük bir şefkat, tahmin ettiğinden daha yüce bir merhamet vardı. Hazreti Abdullah’ın (radıyallahu anh) heyecanlarına şahit olan Sultân-ı Rusül (sallallahu aleyhi ve sellem), önce “Hayır” buyurdu ve ardından ilave etti:
“Ne senin babanı öldürmeye niyetim var ne de bunu başkasına emrettim. Aksine o, bizim aramızda kaldığı müddetçe ona hep iyi davranacak ve onun hakkında hep iyilik düşüneceğiz!”
Bir nebze olsun yüreği soğumuştu, Hazreti Abdullah’ın (radıyallahu anh). Ancak içindeki fırtınaları bir türlü teskin edemiyordu.
Nihayet, Akik vadisine gelindiğinde babasının yolunu kesti; yularından tutmuş ve devesini de çöktürmüştü. Her tarafından ciddiyet dökülüyordu; bir daha kalkamaması için yuları devenin ön ayaklarına dolamış, ayağıyla da üzerine basmıştı.
Olup bitenlere bir anlam veremeyen veya en azından öyle gözüken babasıyla göz göze gelmişlerdi!
İbn-i Selûl’ün hiç görmediği ve oğlu Abdullah’tan (radıyallahu anh) hiç beklemediği hareketlerdi bunlar.
Bütün ciddiyetiyle gözlerini babasının gözlerine kilitlemiş, “İzzet ve kuvvetin, Allah ve Resûlü’ne ait olduğunu söyleyip ikrar edeceğin âna kadar yerinden kımıldamayacaksın!” diyordu.
Oğlunun bu samimi duruşu karşısında hâlâ kendi ikbalini düşünen İbn-i Selûl’ün derdi daha başkaydı; “Demek sen!” diyordu. “Bu kadar insan arasında beni rezil ediyor ve şehre girmeme engel oluyorsun ha!”
“Evet” dedi, Hazreti Abdullah (radıyallahu anh). “İnsanlar arasında en aziz kimdir en zelil kimdir, bunu sana öğreteceğim âna kadar bugün sana izin vermeyeceğim! Şayet dediklerimi yerine getirmezsen, boynunu vurmaktan da geri durmam!”
Şakası yoktu ve İbn-i Selûl de bunu okumuştu; “Yazıklar olsun sana!” dedi. “Gerçekten de dediğini yapacak mısın?”
Hiç tereddüdü yoktu; “Evet!” dedi. Ardından da ilave etti:
“Hiç şüphen olmasın!”
Bu ciddiyeti gören İbn-i Selûl ne yapmıştır?
Elbette, İbn-i Selûllüğünü!
Kösele suratlı adam, bütün yolların kapandığı ve köşeye sıkıştığı demde yine suret-i haktan yana bir duruş sergiledi; istemese ve inanmasa da “Ben şehadet ederim ki izzet ve kuvvet Allah’a, Resûlü’ne ve mü’minlere aittir!” diyordu.
Hazreti Abdullah’ın (radıyallahu anh) babasına yaptıkları Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) kulağına da gelmişti. Duyar duymaz harekete geçti ve doğruca yanlarına geldi. Bu sırada Hazreti Abdullah’ın (radıyallahu anh) ayağı, hâlâ babası İbn-i Selûl’ün devesinin ön ayaklarına dolanmış yuların üzerinde duruyordu.
Göz dolduran bir şefkatle manzarayı süzdü, bir müddet ve ardından, her şeye rağmen Hazreti Abdullah’a (radıyallahu anh) işaret ederek babasına yol vermesini söyledi.
Hazreti Abdullah’ın (radıyallahu anh) bu duyarlılık ve hassasiyetini de görmezden gelmedi; yanına geldi ve onun için hayır duasında bulundu.
Diğer tarafta, olay patlak verdiği andan itibaren gözü Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) üzerinde olan Hazreti Zeyd (radıyallahu anh), beklediği ânın geldiğini fark etmişti; vahyin ağırlığı çökmüş, Fahr-i Âlem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) boncuk boncuk ter döküyordu!
Yalancının mumu sönmek üzereydi ve gerçekten de beklediği gibi oldu. Vahiy hali geçer geçmez Habîb-i Kibriyâ Hazretleri (sallallahu aleyhi ve sellem), Hazreti Zeyd’in (radıyallahu anh) yanına doğru gelmeye başladı.
Yaklaştı ve kulaklarından tutarak onu yukarıya doğru çekti. O kadar ki Hazreti Zeyd (radıyallahu anh), oturduğu yerden ayağa kalkmak zorunda kalmıştı. Belli ki herkese göstermek istiyordu. Mübarek elleriyle tuttuğu kulaklarını kastederek, “Kulakların seni yanıltmamış, ey delikanlı!” buyurdu. “Çünkü az önce Allah (celle celâlühû), senin sözünü doğrulayan vahyi bana indirdi.”
Münâfikûn Sûresi nâzil olmuş, adamın söyleyip de inkâr ettiği veya iftira olarak nitelediği her şeyi gün yüzüne serivermişti.
İç içe geçmiş ama bir o kadar da farklı tablolar aynı anda yaşanıyordu.
Her şey ayan olunca, o âna kadar adamın süslü sözlerine inanan, yapmacık hareketlerinde ihlas arayan veya haksızlık yapıldığı zannıyla İbn-i Selûl’ün yanında duranlar da harekete geçmişti; etrafında halkalanmış ve “Hani söylememiştin?”, “Hani, sana kumpas kurulmuştu?”, “Hani, söylentiler iftira idi?” gibi beyanlarla hedef haline getirdikleri İbn-i Selûl’ü didikliyorlardı.
Tam anlamıyla İbn-i Selûl, bitmişti. Ne var ki o, böyle bir zeminde bile aşamadığı benliğinden taviz vermiyor, kendisini linç edenlere karşı hâlâ şunları söyleyebiliyordu:
“Size neler oluyor? O’na iman etmemi istediniz, iman ettim; malımın zekatını vermemi talep ettiniz, onu da verdim! Geriye, bir tek Muhammed’e secde etmediğim kaldı!”
Bu tabloya da hâkim olan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Hazreti Ömer’e (radıyallahu anh) seslendi. Yanına gelmesini istiyordu. Belli ki his ve heyecanla görülemeyenlerin, temkin ve teenni ile nasıl belirginleşeceğini gösterecekti. Manzarayı göstererek, “Bak, yâ Ömer!” buyurdu. “Nasıl oldu ve iş hangi noktaya geldi, görüyor musun? Şayet benden izin istediğinde sana o izni verseydim ve sen de İbn-i Selûl’ü öldürseydin o, şu anda onu perişan eden şu insanların kahramanı olurdu! Halbuki şimdi, onu öldürmek için istekli ve benden işaret bekleyen ne çok insan var!”
Ne var ki bu işareti de vermedi. Bilakis ortamın soğumasını ve gündemin değişmesini istiyordu. Nebevî duruşun semerelerine bu kadar kısa zaman içinde şahit olan Hazreti Ömer’in (radıyallahu anh) dudaklarından şunlar dökülüyordu:
“Vallahi, şimdi bildim ve daha iyi anladım ki Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) her işinde, benim işimden daha büyük hayır ve nice bereket vardır!”
Şüphe yok ki Hazreti Ömer’in (radıyallahu anh) görmeye başladığı, boyut ve derinliği farklı ve birbirinden girift hadiselerin zorlaması, yaşanan zamanın da çıldırtıcılığı karşısında durulması gereken yeri işaretleyen bir realiteydi. His ve duygularımızla daha da girift hale getirmediğimizde, birçok meselenin zamanla nasıl çözülebileceğinin de ayrı bir fotoğrafı, aynı zamanda: Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) duruşu.
Ne de olsa zaman, en büyük müfessirdir.
Kaynak: Tr724