Tarihçi Ümit Kurt, çocukluğunun geçtiği Gazi Antep üzerinden 1915 sonrası Ermenilerin mülksüzleştirilmesini, taşınır ve taşınmaz mallarının paylaşım sürecini, bu ‘talan ekonomisi’ne Müslüman yerli eşrafın verdiği desteği kitaplaştırdı. ‘Antep Ermenileri, Bir Osmanlı Vilayetinde Soykırım Ekonomisi’ isimli kitabın literatüre olan orijinal ve yeni katkısı, ilk defa tehcir edilen Ermenilere ait malların, eşyaların müzayedeler yoluyla satılması için kurulan Emval-i Metruke Tasfiye Komisyonu’na ait raporları ortaya konulması. Ümit Kurt, Antep’in tanıdık ailelerinin Ermenilerin mallarını talan ederek zengin olduğunu anlatıyor.
Ümit Kurt, “Kitabım Antep Ermenilerine ait mal varlıklarının, zenginliğin ve mülkiyetin hem bu komisyonlar ve diğer emval-i metruke kanunları aracılığıyla hem de benim ‘talan ekonomisi’ olarak tanımladığım bu ekonomiye dahil olan yerel unsurlar/aktörler eliyle nasıl el değiştirdiğini, bu mülklerin başka hangi amaçlarla kullanıldığını ve toplumun hangi kesimlerine dağıtıldığını net bir biçimde ortaya koyuyor. Cumhuriyetin ilk 40 yılına kadar uzanan bir mülkiye transferi söz konusu; dolayısıyla kitap bir Osmanlı kazası olan Antep’ten Cumhuriyet şehrine evrilen Gaziantep’in ekonomik, politik ve sosyal dönüşümünü, sınıflarının teşekkülünü ele alıyor.” diyor.
Tarihçi Ümit Kurt’un Harvard Üniversitesi tarafından 13 Nisan’da yayımlanan ‘The Armenians of Aintab, The Economics of Genocide in an Ottoman Province’ (Antep Ermenileri, Bir Osmanlı Vilayetinde Soykırım Ekonomisi) adlı kitabı bir dönemin kapısını aralıyor. Kitapta, Birinci Cihan Harbi’nden Cumhuriyet’in neredeyse ilk 40 yılına kadar olan zaman diliminde Ermenilerin mülksüzleştirilmesi; taşınır ve taşınmaz mallarının, el koyulmak suretiyle Türk-Müslüman gruplara transferi süreci anlatılıyor.
Ümit Kurt, çalışmalarını halen İsrail’de The Van Leer Jerusalem Institute’ye bağlı Polonsky Academy’de araştırmacı olarak sürdürüyor. Ayrıca Hebrew University of Jerusalem’de dersler veriyor.
TALAN EKONOMİSİ
Kitabın literatüre olan orijinal ve yeni katkısı, ilk defa tehcir edilen Ermenilere ait malların, eşyaların müzayedeler yoluyla satılması için kurulan Emval-i Metruke Tasfiye Komisyonu’na ait raporları ortaya konulması. Emval-i metruke kanunları aracılığıyla kendisinin “talan ekonomisi” olarak tanımladığı bu ekonomiye dahil olan yerel unsurlar/aktörler eliyle nasıl el değiştirdiğini, bu mülklerin başka hangi amaçlarla kullanıldığını ve toplumun hangi kesimlerine dağıtıldığını net bir biçimde ortaya konuluyor.
Kronos’tan Selahattin Sevi, söz konusu kitapla ilgili Ümit Kurt’la detaylı bir röportaj gerçekleştirdi. İşte o röportajda yöneltilen sorulardan bazıları ve Kurt’un cevapları:
Kitap okura yeni olarak ne anlatıyor?
Kitabımın temel aksını benim de doğup büyüdüğüm yer olan Antep’te Birinci Cihan Harbi’nden Cumhuriyet’in neredeyse ilk 40 yılına kadar olan zaman diliminde Ermenilerin mülksüzleştirilmesi; taşınır ve taşınmaz mallarına el koyulmak suretiyle Türk-Müslüman gruplara transferi süreci oluşturuyor. Yani zenginliğin nasıl el değiştirdiğini, Ermenilere ait mekanların nasıl bir tarihsel dönüşüm geçirdiğine odaklanıyor. Tabi bu süreç sonucunda yeni bir elit burjuvazi teşekkül ediyor. Bu sınıfın temsilcileri ise şehirde mütegallibe olarak tanımlayabileceğimiz yerel elitler, toprak sahipleri, eşraf bunun yanında sivil ve askeri bürokratik elitler.
ANTEP’İN TANIDIK AİLELERİ NASIL ZENGİN OLDU?
Gaziantep’te bugüne kadar süregelen tanındık, bilindik büyük ailelerin servet ve zenginliklerinin esasında İttihat ve Terakki Hükümeti ve Merkez-i Umumisi’nin organize ettiği Ermeni sürgünleri ve onlara ait malvarlıklarının hem Emval-i Metruke Kanunları olarak adlandırılan sözde yasal birtakım mevzuat hem de talan ve hırsızlık üzerine inşa edildiğini görüyoruz. Antep’e ilişkin bu hikâyenin benzerlerinin Osmanlı sonrası başka vilayetler, bölgeler ve topluluklar için de geçerli olduğunu iddia etmek mümkün.
ERMENİ AİLENİN EVLERİ ANTEP EŞRAFINA ‘SATILDI’
Bu minvalde kitabım Antep Ermenileri’nin birçoğuyla komşu oldukları yerel Müslüman eşraf tarafından fiziksel ve ekonomik tasfiyesine odaklanıyor. Kitabın literatüre olan orijinal ve yeni diyebileceğim katkısı, ilk defa tehcir edilen Ermenilere ait taşınır ve taşınmaz malların, eşyaların müzayedeler yoluyla satılması için kurulan Emval-i Metruke Tasfiye Komisyonu’na ait raporları ortaya koyması. Eylül 1915’te kurulan Antep Emval-i Metruke Tasfiye Komisyonu’na ait bir belge bu. Komisyon’un başında olan Tevfik Bey riyasetinde Sarkis Yakupyan ve ailesine ait malların, mücevherlerin, ev eşyalarının ve tarlaların satış işlemlerini içeriyor. Bu satış raporlarını yakından incelediğimizde Yakupyan ailesine ait varlıkların rayicinin bir hayli altında Antep’in önde gelen eşraf ailelerine mensup kişilere “satıldığını” görüyoruz.
KAYITLARIN NEDEN GİZLENDİĞİNİ ANLIYORUZ
Bu kişilerin neredeyse tamamının Antep İttihat ve Terakki Kulübü üyesi olduğunu ve şehirdeki Ermenilerin tehcir ve katledilmesi sürecinde aktif rol oynadıklarını yine tespit edebiliyoruz. Bu dokümantasyon bize siyasi elitlerin ekonomik, ideolojik ve bireysel çıkarlarının ortak bir zeminde buluştuğunu gösteriyor. Malumunuz, Anadolu’da 30’dan fazla vilayet, mutasarrıflık ve kazada kurulan Tasfiye Komisyonları’na ait hesap defterleri ve diğer kayıtlar Başbakanlık Osmani Arşivleri’nde mevcut ancak araştırmacıların erişimine ne yazık ki kapalı. Kitabımda yayınlandığım yalnızca bir Osmanlı Ermeni vatandaşının mal ve mülklerine yönelik tasarrufları düşündüğümüzde aslında bu kayıtlara neden ulaşamadığımızın cevabını rahatlıkla bulabiliriz.
GAYRİMÜSLİMLERİN SERVETİNE İLK DİKKAT ÇEKEN DOĞAN AVCIOĞLU’DUR
1915’teki soykırımdan sonra malların-mülklerin el değiştirmesi nasıl oldu?
Esasında bahsettiğiniz olguya ilk temas edenlerden biri Doğan Avcıoğlu’dur. Türkiye’nin Düzeni ve Milli Kurtuluş Tarihi serisinin ilgili cildinde bu meseleyi Marksist bir yaklaşımla ele alır. Türkiye’nin iktisadi tarihine dair analizlerinde gayrimüslim unsurlardan kalan servetin yeni kurulan ulus devletin ilkel sermaye birikim sürecinin temelini teşkil ettiğini belirtmeden geçmez. (…)
1915 yılında sürgün edilen Ermenilerin geride bıraktıkları malların idaresi için gerek Osmanlı gerekse Cumhuriyet döneminde, bir dizi kanun ve kararname çıkartılmıştır. 1915’te sürgün ve katliama maruz kalan Osmanlı Ermeni vatandaşlarının sürgün edilmeden önce sahip oldukları taşınır ve taşınmaz malları el değiştirmiştir. Osmanlı Ermenileri’ne ait olan mal ve mülk önce “Emval-i Metruke Kanunları” adı altında İttihat ve Terakki Parti’si iktidarının ve daha sonra Cumhuriyet rejimi kadrolarının çıkardığı bir dizi kanun, tüzük ve diğer hukuki düzenlemeler aracılığıyla kitabına ve ‘hukukuna’ uydurularak Ermenilerin ellerinden alınmıştır.
AMAÇ ERMENİLERİ ‘YOKLUK’ STATÜSÜNE DÜŞÜRMEKTİ
Dönemin iktidar partisi olan İttihat ve Terakki’den Cumhuriyet yönetimine tevarüs eden Ermenileri hem yerinden etme hem de mülksüzleştirme planı devreye sokulurken kullanılan şiddetin en temel aracı bu planı gerçekleştirmeye yönelik çıkarılmış hukuksal mevzuattır. Esas itibariyle, burada ekonomik şiddetten kasıt, tehcir edilen ve zorla yerlerinden çıkartılan Ermenilerin geride bırakmak zorunda kaldıkları taşınır ve taşınmaz mallara, mevcut hukuk sisteminin bütün enstrümanlarından yararlanılarak el konulması suretiyle bu topluluğun varlık statüsünden yokluk statüsüne düşürmektir.
MALLARI İKİNCİ KEZ ELLERİNDE ALINIYOR
Esasında, tehcire tabi tutulan Ermeniler açısından, geride bırakmak zorunda kaldıkları taşınır ve taşınmaz mal varlıklarının kendilerine iade edilmesine ilişkin somut hukuki ve idari adımlar atılmıştır. Gerek Ermenilerin sürgün yerlerinden memleketlerine geri dönüşleri gerekse de mal ve mülklerinin iadesi hususunda İttihat ve Terakki hükümeti sonrası gerekli yasal mekanizmalar teşkil edilmiştir. Ancak süreç içerisinde Kemalist hareketin giderek güç kazanması ve iktidarı ele geçirmesi sonucunda Ermeniler bir kez daha Anadolu’yu terk etmek durumunda kalmıştır. Mallarının iadesiyle ilgili hukuki düzenlemeler ise iptal edilmiş ve İttihatçı Tasfiye ve Emval-i Metruke Kanunlarına dönülmüştür. Dolayısıyla, 1918 sonrası soykırımdan sağ kurtulup Türkiye’ye geri dönebilmiş ve hatta mal-mülkleri iade edilmiş Ermenilerin veya onların varislerinin menkul-gayrimenkul varlıkları bir kez daha ellerinden alınmıştır.
ÖNCE TAŞRA SONRA KENT BURJUVAZİSİ OLDU
(…) Emval-i Metruke Kanunları aynı zamanda o dönemde tehcire ve kırıma açık ve örtük destek veren Anadolu’nun çeşitli bölgelerindeki yerel eşraf ve elitlerin zenginliklerinin kaynağının açığa çıkarılması bakımından son derece önemlidir. Söz konusu yerel elitler Ermenilerden kalan taşınır-taşınmaz mal ve mülklere Emval-i Metruke Kanunları’nın onlara sağladığı ‘fırsatlar’ sayesinde el koyarak 1950-60’lı yıllarda taşra burjuvazisi olmuş; 1970’lerden itibaren de ağırlıklı olarak kent burjuvazisine evrilmişlerdir.
Bu anlamda, aslında hem Emval-i Metruke mevzuatı aracılığıyla bir “gasp ekonomisi”; malların, mülklerin ve servetin başkalarının uhdesine geçmesiyle aynı zamanda bir “talan ekonomisi” yaratılmıştır. Bu iki süreç birbirini desteklemiş ve eş zamanlı yürütülmüştür.
ANTEPLİLER FARKINDA AMA HATIRLAMAK İSTEMİYOR!
Antep, Ermenileri ne kadar hatırlıyor bugün?
Antep’te Bey ve/veya Kayacık diye tabir edilen Ermeni mahallesine gittiğinizde Ermenilerin varlığı ve yokluğuna ilişkin bir fikir edinmeniz mümkün. Bugün burada Ermenilere ait haneler, dükkânlar ve kiliseler; kafe, butik otel, işyeri, kültür merkezleri ve şehrin ileri gelenlerinin ‘restorasyon’ yaptırıp içinde oturduğu mekânlara dönüşmüş vaziyette. Şehrin okuryazar takımı ve sosyo-ekonomik olarak refah düzeyi yüksek olan sınıfları birçok inisiyatifler, komisyonlar ve gruplar kurarak Antep’in Türklüğünü ve Ermenilerden nasıl kurtulunduğunu ‘Antep’in Şanlı Savunması’ başlığı altında vaaz eden projelerle meşguller. Bu bile nasıl bir varlık ve yokluk ikileminde olduklarının göstergesi. Zira Ermenilerin şehirdeki varlığına ilişkin herhangi bir anlatı veya alternatif görüş, inşa ettikleri mite gölge düşürecek, hakikat rejimlerini akim kılacak ve kendi geçmişlerinin sorgulanmasına yol açacak gelişmelere gebe. Antepliler, Antep Ermenileri’nin varlığının farkında. Ancak bunu hatırlamak ve konuşmak istemiyorlar.
DEMEK Kİ BÖYLE UYGUN GÖRMÜŞLER!
Siz de Anteplisiniz. Antep’te bir dönem Ermenilerin yaşadığını ne zaman fark ettiniz? Sonraki akademik çalışmalarınızı nasıl etkiledi?
Antep’in Temmuz sıcaklarının bastırdığı bir gün bir arkadaşımdan telefon gelmişti, “Hadi hemen buluşuyoruz atla gel Kayacık’a” dedi. (…) Kayacık mahallesinin önünde dolmuştan indim. (…) Gördüğüm manzara şu idi: Daracık bir sokak, yan yana, karşı karşıya yapılmış mimarlık harikası evler, evlerin görünümü adeta küçük bir Floransa’yı andırıyordu. Beton yığını yüksek katlı binaların, apartmanların istila ettiği Antep’te böyle bir mimarı harikanın varlığı sanat tarihinden nasibini almamış biri olarak beni bile büyülemişti. Nihayet Papirüs Kafe’yi buldum. Aslında kafe denilen yer az önce gördüğüm evlerden biriydi. Diğer evler gibi o da bir “kafe”ye dönüştürülmüştü. Bu şahane yapılar şehre demek ki böyle “kazandırılmış” ya da böyle “kazandırılması” büyüklerimizce “uygun” görülmüş diye dalga geçtim kendimce. Tam Papirüs’e gireceğim sırada kafamı kaldırdım ve evin giriş kapısının tepesine oyulmuş olan harflere gözüm takıldı. Eski bir Antep evinde olduğuna kanaat getirmiştim o anda.
‘ANTEP’TE ERMENİ Mİ VARMIŞ?’
Arkadaşımla bir-iki muhabbet ettikten sonra kafe olarak işletilen bu “Cennet yuvası”nın sahibiyle konuşmak istedim. Kasanın önünde çayını yudumlayan kafe sahibinin yanına doğru gittim, “Abi merak ettim de burayı kimden aldınız? Kim varmış sizden önce burada acaba?” diye sordum. Mekânın kendisine babasından kaldığını söyledi. Ben de “babanızdan önce kim varmış? Ya da babanız kimden satın almış?” sorusunu yönelttim. Tam o anda aramıza keskin bir sessizlik girdi. Bir 10 saniye geçti geçmedi ve adam sanki kendi kendine konuşurmuş gibi “Ermeniler varmış buralarda” dedi. Bu cümleyi duydum ancak hiçbir anlam veremedim. Şaşırıp “Abi, ne Ermenisi yahu! Sen neden bahsediyorsun? Antep’te Ermeniler mi varmış?” diye sordum, Papirüs’ün sahibi “Evet varmış” dedi. “Peki onlara ne olmuş, neredeler?” diye tekrar sordum, “Gitmişler” diye cevap verdi. Ben de dayanamayıp “Ha gitmişler, burayı da, buraları da sana, sizlere mi bırakmışlar” deyip, hırsımdan yumruklarımı sıkarak gerisin geri dönüp gitmiştim.
O KAFENİN ERMENİ SAHİBİNİN KIZI İLE TANIŞTIM
Tabi sonra Papirüs’ün aslında Antep’in en zengin, hayırsever, eğitime büyük önem veren, asil ve görgülü ailelerinden ve aynı zamanda İran Fahri Konsolu olan (Kara) Nazar Nazaretian’a ait olduğunu öğrendim. Oğullarının ve torunlarının doğduğu bu evde üç nesil yaşadıkları bilgisine vakıf oldum. Kapısını üstünde dikkatimi çeken o yazıların Ermenice harfler olduğunu ve evi yaptıran Kara Nazar Ağa’nın soyisminin oraya kazındığını sonradan idrak ettim. 1915’te 1 yaşında olan ve ailesi birlikte tehcir edilen Nazaretyan ailesinin en küçük torunu Helen’in kızı ile sonradan tanıştım.
Yani benim bu meseleyle hemhal olma durumum tamamen cehaletimden doğdu. Cehaletim “sayesinde” bu konuya eğilmeye ve akademik çalışma yapmaya karar verdim. Şehrin Ermenilerine ait mülklere, zenginliklere el koyanların sergiledikleri bu kayıtsızlık ve bunu bir “hak” gibi görme refleksi bu konuya eğilmemi sağlayan temel motivasyonlardı.
TÜRKİYE’DE SUÇLULUK KÜLTÜRÜ YOK!
Röportajın devamında Kurt, Fransızların gitmesinin ardından Ermenilerin Antep’te kendi kaderlerine terk edildiğini anlatıyor. Ermenilerin mallarının ve mülklerinin paylaşımı sırasında çıkan kavgalara değinen Kurt, tırnak makasından yogurt bakracına kadar her şeyin komik fiyatlarla satıldığını belirtiyor. Yapılan sözde ihalelere değinen Kurt, alıcıların kimliğinin gizli tutulmasına dikkat çekiyor. Ardından da şu tespitte bulunuyor: “Bana göre Türkiye’de geçmişle hesaplaşma, yüzleşme gibi meseleler söz konusu olduğunda eksik olan bir kavram var: suçluluk kültürü. Şimdi suçluluk kültürlerinde, insanlar kendi eylemlerinden sorumludurlar. Suçluluğu bireysel olarak deneyimler ve Tanrı veya üst benlikleriyle diyalog içerisinde olurlar.
Maalesef, “sakat” bir tarih anlayışımız var; mayınlı arazileri olan bir anlayış bu. Buralara girdiğinizde “hatırlamama”, “hatırlamaya ve hatırlatan her şeye direnme” ve hemen akabinde gelen “inkâr” refleksi oldukça baskın. Bu da tabii içinde yaşadığımız toplumun ne derece hafızadan yoksun olduğuna işaret ediyor. Bu olayları yok saymak, adeta varlığımızın ön koşulu olarak sunuluyor. Onların varlığına her referans, varlığımıza yönelik bir tehdit gibi görülüyor. Galiba her şeyden önce, toplumun bu tür bir ruh halinden kurtulması gerekiyor.”