YORUM | YUSUF ÜNAL
Sizde durum nedir yarenler? Bizim evde hemen her gün sahura kalkılıyor ve turfanda sofralar kuruluyor. Cümleyi meçhul kurduğuma bakmayın, olayın öznesi hepimizin malumu, tıpkı iftarlarınki gibi. Bir hakkı teslim edelim, biz erkekler annelerimizin, eşlerimizin ve dahi kızlarımızın hakkını zor öderiz.
Hani, bencileyin, her şeyin hazır olmasına yakın mutfağa uğrayıp demliği sallamakla, tencerelerin ağzını açıp kapatmakla, pidenin susamlarını toplamakla falan ödenecek gibi değildir o hak. Bunlar olsa olsa vicdana pansuman yapmak kabilinden şeylerdir.
Biliriz ki sahur, biraz da anne ve/veya eş demektir. Hayatın ince yanı yani, cennet tarafı. Yaşamayı güzelleştirme istidadı. Yerlerini bulmuş ve orayı beğenmişlerse bittabi… Yüzlerinde beyaz yaseminler, gözlerinde köpük köpük ortancalar açar o vakit. Kokunun, rengin, lezzetin, izzet ü ikramın; hâsılı yaşamanın başkenti kurulur topraklarında. Sarmaşıklar gibi her yere uzanır hanım elleri.
Gelgelelim bir de yerlerini bulamamış yahut sevmemişlerse; güneşi az, suyu kıt, havası kötüyse bahçelerinin; amansız bir ayrık otuna dönüşmeleri, deve dikeni gibi uçlarını sivriltmeleri, küplerini ekşitmeleri işten değildir.
Öyle sanıyorum ki, sahursuzluğun yoksunluğunu ancak hayatın bu narin yüzünden mahrum olanlar, Ramazan’ı kadınsız evlerde geçirenler anlayabilir. Belki de tam tersidir. Neden mahrum olduklarının bile farkına varamaz onlar. Mevsimin neşesi terk eder evlerini. Aylardan hangisi olursa olsun soğuktur oraları, yuva olamamış dört duvardır. Yemek yemek bir zorunluluktur orada. Ya oburca tıkınırsın ya gönülsüzce takılırsın sofranın kıyısında.
Amma annesi varsa bir evin yahut evcimen bir hanımı; yapılar yuva, sahurlar ziyafet olur. Hazırlıklar iki akşam önceden yapılır. Sarma saran mı dersiniz, yufka açan mı, şerbet döken mi. Karnı tok, sırtı pek tutacak, mideyi yakmayacak ve gün içerisinde susatmayacak gıdalar esastır sahurda ve kadınlar bu işin uzmanıdır. Sofrayı kurmaya başlamadan evvel bir de odaları uyandırma turuna çıkarlar Ancak üçüncü gidişlerinden sonra hücrelerden hayaletimsi karaltılar birer birer süzülmeye başlar.
Hafta sonuysa ufaklıklar da kaldırılarak ödüllendirilir. Onca tekne orucundan sonra belki de ilk oruçlarını tutacaklardır o gün, müşterileri hazırdır. Ama gecenin bir yarısı sofra kurulmasında kafalarına yatmayan bir şeyler vardır, bütün alışkanlıklarına terstir bu. Onlar, orucun tutulabilecek bir şey; belki bir kuş yahut bir uğur böceği, kelebek olduğunu düşünmüştür hep. Sahura kalkmak onlara kıra çıkmak, yıldızlara bakmak, ceylanlara su vermek, sincaplara fıstık atmak gibi gelmiştir. Şimdi gördükleri bu manzarayı anlama umuduyla babalarının yamacına nazlı nazlı sokulurlar.
Sofraya oturan, elini hiçbir şeye sürmez ilk başta. Gönülsüzdür. Omuzlar düşük, boğazlar yapışık, mide uykuda, gözler yarım ağızdır daha. İştahın kapısını ilk kokular çalar. Taze salatalığın mı, çeri domatesinin mi, makineden yeni çıkmış tostun mu. artık Allah ne verdiyse onların kokuları. Bu sofrada çay iyi gider ancak gün içerisinde susatacağı test edildiği için masada süt vardır. Ondan gönülsüz bir yudum alınır önce. O boğazdan geçip yamaç paraşütüyle bir akıncı beyi gibi mideye iniş yaparken sofradaki eller hareketlenir. Ezine peynirine mi uzanır, Gemlik zeytinine yahut yeşilliklere mi kişi kendisi bilir artık. Sahurda yağlılara ve baharatlılara yüz verilmez. Hemen her şeyin haşlanmışı makbuldür. Yumurta tabakların gediklisidir, ortadan bölünüp sarı gözlerle baş köşedeki yerini alır. Patates onu takip ederse de epey gerilerde kalır. Doktor Sadık Beyden sahurda beslenme brifingi böyle alınmıştır.
Derken açılıp kapanan ağızlardan sözler de sofranın içine konup kalkmaya başlar birer ikişer. Mide yumuşak gücünü gösterip kendine alan açtıkça meleklerle birlikte keyifler de yerini alır, sofraya sekine iner. Kısa değiniler, hoş takılmalar. İmsak girene kadar en lezzetli aile sohbetlerinin zamanıdır şimdi. Kendinizi yurdunuzda hissedersiniz; baba ocağında, ana kucağında. Ev memleket olmuştur size. Sınırlar yok, pasaportlar lüzumsuz. Sahur, biraz da vatan demektir bu zaviyeden.
Ramazan biraz da ses demektir. Gurbet Ramazanlarının mühim bir farkı da seslerle ilgili olmalı. Sokaktan davulcu geçmez mesela. Bu bir noksanlık mıdır? Hiç de değil! Doğrusu ben bundan hoşnut bile olurum. Ama yine de atmosferin içinde bir yeri vardır onun da. Pencereden seherin serinliğine karşı kafanı uzatıp dinlenecek kaşık çatal sesleri de bir mü’minin dua mırıltıları da duyulmaz… Son lokmanı alıp çıkılacak bir balkon, balkon olsa bile dışarıda seyredecek yahut beklenecek bir şey yoktur. Sahura uyananlar olup olmadığını merak etmezsin. Bilirsin ki herkesler uykunun en derin yerindedir şimdi. Görünmez gök ehlinden ve aslında her gece uzakça bir akça ağacın, leylak çalısının, kayının, alıcın, yaban üvezinin yahut bir mimozanın dalında şakıyan fakat sizin ancak sahura kalkınca fark ettiğiniz gece kuşlarından, şen bülbüllerden başka yoldaş yoktur sofranıza.
Ezana birkaç dakika kala evin içerisinde herkes çil yavrusu gibi dağılır. Kimisi son suyunu içer kimisi dişlerini fırçalar kimisi kabir karanlığını ışıtmak ümidiyle iki rekât teheccüt yetiştirir. Benim gibi gurbetteyseniz, karanlığı tatlı bir velveleye veren ezan seslerinden de mahrumsunuzdur. Ama hangi çağda yaşıyoruzdur, aslının yerini tutmasa da her şeyin bir imitasyonu vardır. Saatten yükselen nâm-ı celil ile gönül bahçemize su veririz. Bu kadarına da şükürdür…
Sonrası sessizlik. Herkes yatağına çekilir, kanepede uyuyakalan ufaklık sessizce yerine yatırılır. Sanki gece tam ortasından bölünmemiş, o sofra kurulmamış, o muhabbetler edilmemiş de uyanıkken bir düş görülmüştür. Karanlıkta sabah kuşlarının refakat ettiği, herkesin her ânını anımsayacağı bir düş. Zamanın cennetten indirilmiş bir parçası, gök ekini…
Farkına varabilenler için böyledir, nasipsizler içinse eziyettir sahur. Yamaçtır, bir parça yorar insanı. Konforunu bozmaya zorlar onu, alışkanlıklarının kuytusundan çıkmaya, yeni bir düzen kurmaya. Ancak o yokuşu tırmanıp sahurun zümrüt tepesine varabilenler, bu bereket ekili yamaçlardaki manzaranın lâhutî tadını alabilirler…