YORUM | REŞİT HAYLAMAZ
Münâfikûn Sûresi’nin gelişi ve maskesinin bütünüyle düşüşü karşısında İbn-i Selûl iyice sıkışmıştı. Üstelik, düne kadar yanında yer alan insanlar da uyanmış, yalana kurulu saltanatını birer birer terk etmeye başlamışlardı.
O kadar ki söyleyip ettiklerine kendi öz oğlu bile artık inanmıyordu!
Belli etmemeye çalışsa da bitip tükenmiş, insan arasına çıkabilecek yüzü kalmamıştı.
Sıkışmıştı ve gözleri fıldır fıldır, kendisini bu sıkışıklıktan kurtaracak bir yol arıyordu.
Gündemden düşmek, daha doğrusu gündemi değiştirmek için aranırken ordunun arkasından gelen Safvân İbn-i Muattal’ı (radıyallahu anh) gördü.
Gözlerinin içi gülüvermişti! Zira, arkasında yularını tutup çektiği bir deve vardı ve devenin hevdecinde de Âişe Validemiz (radıyallahu anhâ) bulunuyordu.
İşin aslı, kaybettiği yitiğini aramak için mola verilen mekândan uzaklaşan Âişe Validemiz (radıyallahu anhâ) dönünceye kadar ordu hareket etmişti. O kadar zayıf bir bünyeye sahip idi ki devenin üzerine yükledikleri sırada onun da (radıyallahu anhâ) hevdecin içinde olduğunu zannediyorlardı.
Geri döndüğünde ordunun gitmiş olduğunu gören Annemiz (radıyallahu anhâ), bineğinin olmadığı ve çoğu zaman yön kaybı yaşanan çöl şartlarında işi daha da zorlaştırmamak için nasıl olsa bir zaman sonra fark edilir ve geriye dönülerek kendisi de yolcular arasına dahil edilir düşüncesiyle yerinde sabit kalmayı tercih etti. Bir yere çömelmiş, o ânı bekliyordu!
Bu sırada Hazreti Safvân da (radıyallahu anh), vazifesi gereği unutulup geride kalan ne varsa kolaçan etmek için gelmiş söz konusu mekânı dolaşıyordu. Uzaktan gördüğü karartıya yaklaşınca onun annemiz ve onun da annesi Hazreti Âişe (radıyallahu anhâ) olduğunu fark etti. Şaşırmıştı ve tepkisini ifade sadedinde sadece bir cümle söyledi:
“İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn!”
Başka ne bir cümle kurdu ne de bir şey sordu!
Sonra da devesini yaklaştırarak Annemiz’in (radıyallahu anhâ) binmesini temin etti.
Hangi mü’min olsa, aynısını yapardı; yularından tuttu ve arkadan yetişebilmek için hiç vakit kaybetmeden ordunun peşine düştü.
Manzara bundan ibaretti.
Ne var ki kemiksiz dil hareket etmiş, kimliksiz İbn-i Selûl’e de gün doğmuştu! Gözleri fal taşı gibiydi ve dünyanın en nezih insanına, Peygamber hanımına iftirayı yapıştırıverdi!
Yırtıktı ya ağza alınmayacak şeyler söylemeye, sıradan bir mü’mine yakışmayacak senaryolar üretmeye başladı; Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) tezkiye edip tebcil buyurduğu bir muhâcir ile mü’minlerin en mümtâz annesinin adını çıkarıyordu!
Halbuki o (radıyallahu anhâ), Kur’ân’ın açık nassıyla mü’minlerin annesi, hatta zâhirî görüntüye göre kendisinin de annesiydi!
Ortada öyle bir tezat vardı ki dünyanın en hassas ve en duru insanına, hiç olmayacak bir çamur atıyordu.
Gerçi, nöronlarında kir kaynayan bir adamdan başka ne beklenebilirdi ki?
Üstelik, ortada ne delil vardı ne de şahit.
İbn-i Selûl için ne önemi vardı!
Maksat, bir taraftan çevirdiklerini unutturmak diğer yandan da kendisini öne çıkarmak için attığı her adımında gölgesinde kalarak alan darlığı yaşadığı Resûlullah’ı (sallallahu aleyhi ve sellem) yıpratmaktı.
Tabii işin diğer yanında da Hazreti Ebû Bekir (radıyallahu anh) ve ailesi vardı. Edeb ve hayâ insanı Hazreti Ebû Bekir’in (radıyallahu anh) furyayı duyduğu zamanki ilk tepkisi, “Vallahi, Câhiliyye döneminde bile bizim hakkımızda böyle bir şey söylenmedi; şimdi Müslüman olduğumuz bir dönemde mi bunlar söylenecek?” şeklindeydi.
Yememiş içmemiş, etrafındaki belli başlı yandaşlarını da harekete geçirmişti.
Köpürtüyorlardı!
Haberi, ordudan önce Medîne’ye ulaştırmış, şehri de kaynatmaya başlamışlardı!
Ve bu, bir Ramazan boyunca devam etti.
İşin acı tarafı, sayıları mahdut olsa da bu furyaya kendini kaptıran bazı mü’minlerin oluşuydu; duygularının tesirinde kalmış ve Allah’ın ‘bak’ dediği yerden meseleye bakamamışlardı!
Halbuki Kur’ân, mesnetsiz böyle bir iftiraya muhatap olan mü’minin, “Fe sübhânallah! Bu, açık bir iftiradır!” demesi gerektiğini söylüyordu. Yine aynı Beyân’a göre bir mü’min hakkında ulu orta konuşmak, Allah nezdinde çok büyük bir günahtı. Üstelik, ortada bir iddia varsa en az dört şahit getirilmesi gerekiyordu! Aksi halde dünya-âhiret bunun bir bedeli vardı; seksen celde vurulacak ve bir daha da şahitlikleri kabul görmeyecekti. Şayet tevbe etmez ve duruşlarını düzeltmezlerse ötelere de ‘fâsık’ damgasıyla mühürlü gideceklerdi!
Kuru gürültüye eyvallah etmedi ve fazilet âbidesi bir nesil, o gün Allah’ın hoşnut olacağı net bir tavır sergiledi. “İftira Karşısında Mü’mince Duruş” başlığıyla burada meseleyi bir yazı konusu yaptığım için detayları o yazıya havale ediyorum. Bu duruşun sembol ismi ve aynı zamanda İstanbul’umuzun da mührü Ebû Eyyûb el-Ensârî (radıyallahu anh) ve hanımı arasında geçen şu konuşma, işin özeti mahiyetinde ve çok manidardır:
– Âişe hakkında insanların söylediklerini sen de duydun mu?
– Duydum ama bunların hepsi yalan! Hem, sana bir şey diyeyim mi Ey Ümmü Eyyûb! Allah için söyle bana, böyle bir şeyi sen yapar mısın?
– Allah’a yemin olsun ki asla yapmam!
– Unutma ki Âişe, senden daha hayırlıdır!
– Doğru; Âişe’nin yerinde ben olsaydım asla Resûlullah’a ihanet etmezdim.
– Peki, Safvân’ın yerinde ben olsaydım, böyle bir kötülük yapar mıydım?
– Hayır! Vallahi sen böyle bir kötülük işlemezdin!
– Şunu bil ki Âişe senden Safvân da benden daha hayırlıdır; onlar hiç işlemezler!
Keşke, zeminin mantar gibi İbn-i Selûl bitirdiği şu ifrit günlerde hepimiz aynı duyarlılığı gösterebilsek ve keşke, her köşe başına kurulu adam yutan girdaplar karşısında hep Allah’ın takdir ettiği bu duruşu sergileyebilsek…
Kaynak: Tr724