YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Bu insani bir yazı; akademik veya analitik falan olma iddiası da yok haliyle. Bu yazıda tek başına ben ve benim duygularım var. Ama biliyor musunuz, bu duygularımda yalnız olmadığımı duyumsuyorum. Biliyorum ki, benim gibi on binler, yüz binler var. Gerçekleri biliyoruz. Çünkü unutamayacağımız bir sertlikte, büyük bir hayal kırıklığı yaşadık.
İnsanın iyi mi yoksa kötü mü olduğu, felsefenin ve sosyal teorinin temel sorularından biridir. Ben hep insanın iyi olduğuna inandım. Buna inanan bir babanın oğlu olmamdandır belki. Bunu hiç naiflik olarak görmedim. Türkiye’de yaşadığım türlü hinliklere rağmen bu inancımdan vazgeçmedim. Bu bir şekilde aşağı yukarı 2016’ya kadar böyle sürdü. Evet, Türkiye’de 2013’ten beri artan oranda bir erozyon vardı. Çürümüşlük geometrik hızla yayılıyordu. Kutuplaşma, nefret, fetret, yolsuzluklar, hukuksuzluk gibi sorunlar kronikleşiyordu. Ama 2013’teki Gezi ve 17 Aralık önemli kilometre taşlarıydı. İyiliklerden çok kötülüklerin egemen olduğu bir süreç başlamıştı. 2016’da, 15 Temmuz kontrollü darbe girişimi sonrasında her şey daha da kötüleşti. Türkiye adeta serbest düşüşe geçmişti.
Olaylara hep politik açıdan yaklaşıyoruz. Çünkü bu daha kolay. Oysa politika, toplumsallığın bir yansımasıdır. Yaşanan sosyolojidir. Her şey insanda başlıyor, insanda bitiyor. Şekillendiren insan, başaran ve başaramayan da öyle… Ben akademik olarak Türkiye çalışan bir akademisyenim ve Türkiye’de neler olup bittiğiyle bu bakımdan ilgiliyim. Fakat dahası, Türkiye’de doğmuş ve büyümüş bir insanım. Ve odağı salt politikaya, bilim alanıma yöneltmek her zaman mümkün olmuyor. Politikada aksayanlar daha objektif yaklaşılabilecek bir mesele. Ama ya kişisel olarak yaşanılanlar? Jüpiter’i gözlemleyen bir astronom gibi, kendimizi gözlemlediğimiz objeden tümüyle soyutlamak mümkün müdür? Türkiye çalışan bir Alman veya Japon akademisyen için belki. Ama benim için Türkiye’nin insan malzemesi, sadece politikayı belirleyen belirleyicilerden biri değil. Aynı zamanda benim ve ailemin yaşamına da etki eden bir faktör.
2016’dan bu yana Türkiye’deki meslektaşlarım, eski öğrencilerim, dostlarım ve akrabalarım benden vebalı gibi uzak durmaya başladılar. Adeta söz birliği etmişçesine, tüm diyalog bir anda kesildi. Sanki görünmez bir el, bir düğmeye basmıştı. Yıllarca beraber çalıştığım profesörler, doçentler, kariyerlerinde yardımcı olduğum ve ellerinden tuttuğum yardımcı doçentler, desteklediğim ve gelişmelerine çok değer verdiğim asistanlar, bayramlarda seyranlarda aramaz oldular. Ben aradığımda engellemeye, mesajlarıma yanıt vermemeye başladılar. Aniden, birdenbire, sebepsiz yere!
Akrabalarım, birinci derece kuzenlerim, hatta kendi kız kardeşim, iletişimi kesti. Bir tanesi bile – evet bir tanesi bile! – ben KHK’lık olduktan sonra bırakın aramayı, bana bir geçmiş olsun mesajı dahi atmadı. Sanki beni tanımıyorlardı. Ben adeta yok olmuştum. Bir gün önce varsın, bir gün sonra ise hiç var olmamış gibisin. Bu kadar kolay! Humboldt’un Philipp-Schwartz bursunu kazanıp Almanya’ya gittiğimde, kız kardeşim diğer küçük kız kardeşime, benim bu bursu kazandığıma inanmadığını, beni “FETÖ’cülerin” desteklediğini söylemiş. Düşünebiliyor musunuz? Küçük kız kardeşime burs belgemin fotoğrafını gönderdim ve ona vermesini söyledim. O gün bugündür de bana inanmayan, bana güvenmeyen, beni “terörist” olarak algılayan kız kardeşimle konuşmadım. Türkiye’de neredeyse kardeşim gibi gördüğüm, benden yaşça küçük olduğu için ağabeylik yaptığım, hayatta her ilkinde yanında olduğum akademisyen kuzenim de sessizliğe gömüldü. Bir diğer kuzenim, on yıllardır Türkiye dışında yaşayan ve ağabey olarak gördüğüm insan, defalarca mesaj atmama karşın bir defa bile geri dönüş yapmadı. Kardeşim dediğim çocukluk arkadaşım, liseden sıra arkadaşım, can ciğer dediğim dostum bile bir bahane ile iletişimi tümüyle kesti. Beş yıldır tek bir kez görüşmedik, mesajlaşmadık.
Türkiye akademisi korkunç bir insan değirmenidir. Ben, tüm gücümle, yetkim el verdiğinde genç akademisyenlere sahip çıktım. Birkaçı var ki, cidden kariyerlerinin dönüm noktalarında benden aldıkları destekle yollarına devam edebildiler. Bunlardan bir tanesi sosyal demokrat olduğu için meslek yüksek okulundaki kadrosunu bizim bölüme geçiremiyordu. Devreye girdim ve muhafazakâr üniversite yönetimini ikna ettim. Böylece bizim bölüme görevlendirmesi yapıldı. Sonrasında doktora programına kabul edilmesi konusunda destek oldum. Derken, doktoraya kabul edildi. Doktora yaparken, ders aşamasındayken, bir sunumunda kullandığı materyallerin bazılarına kaynak referans göstermediği için, doktora yaptığı bölümdeki ünlü profesör tarafından atılacaktı. Ben tümüyle iyi niyetimle ve hiçbir karşılık beklemeksizin o ünlü hocayı aradım, rica ettim, kendisine bir şans daha verilmesini sağladım. Sonra o genç akademisyen doktorasını bitirdi. Malum grupçuluklar nedeniyle yardımcı doçent yapmıyorlardı, o konuda da, artık başka üniversitede olsam da, kişisel ilişkilerimi kullanarak, kendisine ve dosyasına olumlu yaklaşmaları konusunda destek oldum. Ve yardımcı doçent olarak atandı. Bir diğer olay, bir asistanımla ilgiliydi. Bu asistan, tümüyle bölüm başkanının ve akademisyen olan bölüm başkanının eşinin kendisiyle olan kişisel ve etik olmayan sorunları nedeniyle mobbing’e – yıldırıcı işyeri tacizine – uğruyordu. Öyle ki, yüksek lisansta ERASMUS öğrenci değişimi programıyla çok iyi bir Avrupa üniversitesine gitmeye hak kazandığı halde, sadece bölüm başkanının eşinin kaprisi nedeniyle, asistanı Avrupa’ya göndermeme kararı aldılar. Ben devreye girdim, ikna turlarından sonra, önü açıldı, engel kalktı ve asistanımız kabul ve burs aldığı ülkeye gitti. Sonrasında Türk Alman Üniversitesi’nde yeni kurulan bölüme geçmesinde destek oldum. Tüm bunlarda kişisel hiçbir menfaatim yoktu. Sadece genç akademisyenlere objektif ve adil davranmak gibi bir etik kaygım vardı. Bunun gibi onlarca olay sayabilirim. Her birinde hep onlara destek olan Efe ağabeyleri oldum. Ve inanın, bu iki genç akademisyen de, diğer onlarca yardımcı olduğum genç meslektaşlarım da, son altı yılda tek bir kez bile beni aramadılar. Özellikle başıma gelen korkunç hukuksuzluklardan sonra, ailece en yalnız kaldığımız sürede, bir mesaj bile almadık.
Türkiye’de çok değişik düzeylerde ve okullarda binlerce öğrencim oldu. Hepsine kendi kızıma ve oğluma temenni edeceğim bir hoca gibi davrandım. Asla hiçbirini mağdur etmedim, yüzüstü bırakmadım, nadiren hatalı bir tutumum olduysa mutlaka özür diledim. İsteyen öğrencilerime referans oldum. Birçoğu hem kamuda, hem de akademide bu referans mektuplarıyla ilerlediler. Burs başvurularında, yurtdışı eğitim planlarında hep destek verdim. Bu öğrencilerimden bir-iki tanesi dışında hiçbirinden en ufak bir destek mesajı, bir nazik e-mail, bir telefon almadım.
Kadirşinaslık nedir bilir misiniz? “İyilik yap denize at” düsturuyla hareket ettiğim yüzlerce olaydan bir-iki olay dışında – onlar da kendileri mağdurdu zaten – hiçbir kadirşinaslık görmedim. Ve kendi kendime “ben bir hatırsızlar denizine düşmüşüm meğer” diye düşündüm.
Bu arada ben hala insanın iyi olduğuna inanmaya devam ediyorum! Çünkü hayat beni ve ailemi binlerce kilometre ötede, uzak bir kıtaya getirdi, yepyeni bir hayat, yeni bir üniversite, meslektaşlar, öğrenciler, komşular ve dostlar – hayat işte bak, devam ediyordu! Yaşadıklarımız bize bir turnusol olmuştu. Bu sınavda, elekteki iri taşlardan kurtulmuş, safraları atmış, hafiflemiştim. Beni hak etmeyenleri iyi niyetimden görmüyormuşum meğer ama sağ olsun bana yapılan zulüm sayesinde bir arınma yaşamışım. Dahası, kötülüğün, hayırsızlığın, ihanetin zehirlediği bir toplumdan kurtulmuşum.
Kader böyleymiş. İyi ki benimle yan yana görünmeye çekinir olan hayırsızlar geride kaldı. Ve bakın, işte güneş batıyor, bir gün daha bitiyor, akşam oluyor. Ben yine başımı huzurla yastığa koyacağım. Yarın nasılsa güneş yine doğar, yeni bir gün başlar. Çocuklarım benden utanmayacak. Daha ne isterim? Hayat kaldığı yerden devam ediyor!
Kaynak: Tr724