Cihan Başakçıoğlu
İZMİR- İnsan hakları ihlallerinin son süreçte giderek arttığı dünyada, savaşlar, kıyımlar, kötü muamele, işkence ve benzeri durumlar nedeniyle her yıl ortalama 660 bin 714 kişinin, insanın en kutsal hakkı olan yaşama hakkı elinden alınıyor. Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), 3-7 Ekim 2020 tarihlerinde “Yeni Bir İnsan Hakları Hareketine Doğru: Küresel İnsan Hakları Krizi Karşısında Ne Yapmalı?” konulu bir uluslararası sempozyum düzenleyecek.
Günümüzün giderek otoriterleşen siyasal evreninde insan haklarının durumunu ve yeni bir insan hakları hareketinin inşası için yapılabilecekleri tartışmayı amaçlayan bu sempozyumda, dört farklı kıtadan konuşmacıların katılımı bekleniyor. Türkçe ve İngilizce dillerinde gerçekltirilcek olan sempozyum tüm dünyayı etkileyen Covid-19 salgını nedeniyle çevrimiçi ortamda yapılacak. Beş gün boyunca sürecek sempozyumun, ön kayıtları da online olarak gerçekleştiriliyor.
‘İNSAN OLMANIN KOŞULU OLARAK TANIMLANAN HAKLAR HAYATA GEÇİRİLDİĞİ NOKTADA VARLIK KAZANIR’
TİHV konu ile ilgili yayınladığı sempozyum bildirisinde, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin insan varlığını “özgürlük, eşitlik, adalet ve barış” kavramlarına bağlayan, bu anlamda bir arada yaşamanın “temel ilkeleri”ni sunan en önemli kurucu belge olma niteliğini halen koruduğunu belirterek, Beyanname’nin insan olmanın koşulu olarak tanımladığı haklar, ancak hayata geçirildiği ve güvence altına alındığı noktada varlık kazandığını vurguladı. Bildiride şu ifadelere yer verildi:
“İnsan hakları, siyasal alanın retorikle inşa edebileceği bir alan değil; bilakis hakların içerik ve kapsamı uygulamalarla varlık ve anlam kazanıyor ve korunması yurttaşların müdahilliğini gerektiriyor. İnsan haklarının yazılı bir ilkeler manzumesinin ötesinde, neden bir hareket ve mücadele olduğunun cevabını da belki burada saklı: İnsan hakları hareketi, bugüne dek hem insan haysiyetini korumanın sorumluluğunu taşımak hem de farklı kimliklerin, aidiyetlerin ve toplulukların kendilerini gerçekleştirme mücadelesinde taşıdığı hak perspektifiyle demokratik bir kamusal alanın işleyişinde kurucu rol oynuyor. O halde insan haklarının, günümüzün otoriterleşen, olağanüstü hal ya da en azından olağandışı güvenlik tedbirleriyle yol alan, sağ-popülizmin milliyetçi-muhafazakar eğilimleriyle çizilen ve en nihayetinde sivil alanı kapatan siyasal evreninde nasıl bir işleve sahip olduğu sorusu tartışılmayı bekliyor.”
“Küresel siyasetin tetiklediği savaşların, kıyımların, şiddet, işkence ve kötü muamelenin, bunlarla bağlantılı olarak zorla yerinden edilmenin giderek olağanlaştığı ve devletlerin cezasızlığı yaygınlaştırarak neredeyse norma dönüştürdüğü koşullarda insan hakları mücadelesi nasıl bir ağırlığa sahip? Mültecilik, iklim, gıda, kent, çevre ve hayvanlara ilişkin hak ihlallerinin her biri farklı kriz alanları olarak tarif edilirken, insan hakları söylemi bunlara yönelik ne gibi cevaplar üretiyor ve yöntemler geliştiriyor? Daha önceki deneyimler bize neler söylüyor ve tüm bunları hesaba kattığımızda bugün haklar alanındaki ulusal ya da uluslararası mekanizmalar neleri yerine getiremiyor? Yerel ve global çapta yaşanan sorunlara, siyasi iktidarların sivil alanı kapatan politikalarına karşı insan haklarının “ana referans” olma niteliğini kaybetmesi veya gücünü yitirmesi, bu aşamadaki müdahalelerin yetersiz kalışıyla krizin çok katmanlı olduğuna dair emareler sunuyor.”
Sempozyumla ilgili TİHV Akademi üyesi Dr. Zeynep Özen sorularımızı yanıtladı.
İNSAN HAKLARI MÜCADELESİ ETİK OLDUĞU KADAR POLİTİK BİR İŞLEVE SAHİP
İlk olarak dünyada ve ülkemizde insan hakları ve insan hakları mücadelesinin önemi anlamında ne söyleyebilirz? İnsan hakları mücadelesi sizce nasıl tanımlanmalı?
İnsan hakları söyleminin şu düsturuyla başlayalım: insan, haklarıyla insandır. Bu bize ne söyler? Liberalizmin çoğu eleştirisinde görülebileceği gibi, haklarla tanımlanmış insanın ayrıcalıklı konumunu ya da insan olmayan varlıklara nazaran insanın üstünlüğünü mü işaret eder? Buradaki sorun, insan haklarının “insanı” aslında nasıl tanımladığının gözden kaçırılması. İnsanın haklarıyla insan olması, her şeyden önce diğerleriyle, farklı kimlikler ve kolektifler içinde bir arada kalabilme ve ortak bir yaşamı inşa etme kapasitesine ilişkindir. Ki bir aradalık derken, yalnızca insanlar arasında kurulmuş bağlardan değil, aynı zamanda insan olmayan canlı varlıklarla da (hayvanlar ve doğayla) kurulan bağın haklar üzerinden tanzim ve tesis edildiği ortak yaşamdan bahsediyorum. Bu noktada insan hakları, bizi paylaşılan dünyanın sorumluluğuna, birbirimizden tüm başkalığımıza rağmen mesul olduğumuza çağıran en temel/ evrensel referans noktasıdır. Ancak bu referans, insan hakları söyleminin salt bir ahlaki öğreti olduğu anlamına da gelmez; bilakis bu haklar, herkesin bu haklara “sahip olma hakkı”nın tanındığı, hayata geçirildiği, süreklilik arz ettiği ve korunduğu noktada “haklar”a dönüşür. İşte insan hakları mücadelesinin değeri buradan geliyor. Bu mücadele, her türlü toplumsal-siyasi aktör, iktidar mekanizmaları ve ağları üzerinde, hakların uygulanması ve korunmasında kamusal bir kuvvet, önemli bir müdahale alanını oluşturuyor. Tüm bunları düşündüğümüzde, insan hakları mücadelesi, etik olduğu kadar politik bir işleve de sahip.
Dünyada ve ülkemizde son süreçte yaşanan insan hakları ihlallerini nasıl görüyorsunuz ve değerlendiriyorsunuz? Devletlerin rolü bu noktada nasıl?
İnsan hakları ihlalleri, hep vardı ve var olmaya devam ediyor. “İhlaller, sadece az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde yaşanıyor, demokratik ülkelerde yaşanmıyor” gibi ayrımlar, ihlal mekanizmasını ya da yeni ihlal biçimlerini kavramakta engel oluşturuyor. Bu tarz kategorilerin işlevsizliğini görmek için, “kendi yurttaşları” açısından hakları güvenceye altına alan Batılı devletlerin kolonyalist tarihini okumak yeterli. Dolayısıyla ihlaller, “az gelişmişlik-gelişmişlik” kıyasları üzerinden ele alınmamalı. Öte yandan, Türkiye gibi insan haklarını kendi yurttaşları açısından askıya alan, siyasi tarihi darbeler, katliamlar ve politik şiddetle savrulan, hatta bunların bizzat devletin dahliyle sistematik olarak gerçekleştirildiği ülkelerde ihlaller çok daha normalize ediliyor. İhlallerin konuşulmayıp üstünden atlandığı, yüzleşmenin gerçekleşemediği yerde travmatik deneyimler yığılıyor, travma süregiden bir hal alıyor. Böylesi bir hafızasızlık, hem yeni ihlallerin ortaya çıkmasına ve olağanlaşmasına hem de bununla bağlantılı olarak toplumun toplum olma kabiliyetini zedeleyen keskin kutuplaşmalara yol açıyor. Bugün gelinen noktadaysa, bunun artık hem küresel hem de yerel düzlemde gerçekleştiğini görmek mümkün. Sağ popülist söylemlerle yükselen neoliberal otoriterleşme ve onun güvenlikleştirici manevraları, insan haklarının herhangi bir gerekçeye gerek duyulmaksızın askıya alındığı, hukukun üstünlüğünün hükümsüz kılındığı pratikleri çoğaltıyor. Örneğin düşmanlaştırma, insanı haklarından sıyırmanın ve mahrum bırakmanın, gücün/ iktidarların karşısında kırılganlaştırmanın ve savunmasız bırakmanın yaygınlaşan bir yöntemine dönüşmüş durumda. Tüm dünya insan hakları kriziyle yüz yüze ve bugün yaşanan salgın koşullarında bu kriz daha da derinleşmeye müsait. Denetim ya da neoliberal gözetim toplum tartışmalarında da izlenebileceği gibi, yakın gelecek yeni ihlal biçimlerinin sinsice işlediği bir döneme işaret ediyor.
‘İNSAN HAKLARI BİLİNCİ VE PERSPEKTİFİ YAYGINLAŞMALI’
Hak ihlallerinin önlenmesi noktasında genel anlamda ne tür girişimlerde bulunulmalı? Bugün insan hakları mücadelesinin acil ihtiyaçları nedir?
O zaman az önce kaldığım yerden devam edelim. Hak ihlallerinin belgelenmesi ve izlenmesiyle birlikte yeni ihlal biçimlerini öngörmek ve bunlara karşı hazırlıklı olmak, bugün son derece önemli. Ama bu aynı zamanda farklı hak mücadelelerinin birlikte düşünmesini, ortak gündemler oluşturmasını ve yeni işbirliklerinin kurulmasını gerektiriyor. İnsan hakları mücadelesi de bundan bağımsız değil. Sadece Türkiye’de değil, uluslararası toplumda da kadın, LBGTi, azınlık, mülteci, çevre, kent, hayvan ve gıda hakkı (bunları çoğaltmak mümkün) alanlarında çalışan sivil toplum örgütleri ve aktivistlerle bir araya gelmenin ve ortak eylem haritaları çıkarmanın, aynı zamanda yerel ve küresel ölçekteki yeni toplumsal mücadeleler ile kesişme noktalarını belirlemenin önemli olduğunu düşünüyoruz. Ayrıca insan hakları mücadelesi, yurttaşların müdahilliğini de elzem kılıyor. Bu nedenle insan hakları bilinci ve perspektifinin yaygınlaşması, bize önemli görünen bir diğer konu.
Söz konusu sempozyumun gerçekleştirilme amaçlarından bahsedebilir misiniz? Ne hedefleniyor, ne amaçlanıyor?
Türkiye İnsan Hakları Vakfı olarak 3-7 Ekim tarihlerinde online olarak düzenleyeceğimiz “Yeni Bir İnsan Hakları Hareketine Doğru:Küresel İnsan Hakları Krizi Karşısında Ne Yapmalı?” başlıklı uluslararası sempozyum, tam da bahsettiğim ihtiyaçlara denk düşüyor. Farklı hak alanlarında çalışan akademisyen-aktivistlerin katılımıyla gerçekleştirilecek sempozyum, adından da anlaşılacağı üzere “insan hakları krizi”ni birlikte aşmanın yollarını arama ve stratejiler geliştirebilme amacını taşıyor. Bu noktada “kriz”den ne anladığımızı biraz açalım. Bugün toplumsal, siyasal ve kültürel alanda insan haklarının söz konusu “referans” niteliğini kaybettiği ya da küresel ve yerel çapta neoliberal kurallara tamamen teslim olmuş mevcut siyasi iktidarlar tarafından bu özelliğinin aşındırıldığı tarihsel bir dönemeçten geçiyoruz. Ne var ki, cezasızlığın ihlalleri olağanlaştırıldığı ve hukuksuzluğun norma dönüşmeye başladığı böyle bir ortamda, insan haklarının geçmişte sahip olduğu etkiyi bugün sürdürüp sürdüremediği; eğer öyleyse buna nelerin engel teşkil ettiği, değişen siyasi paradigmalar ve sosyal bağlam kadar, bizatihi hareketin kendini değerlendirmesini de gerektiriyor. Örneğin insan hakları farklı hak alanlarındaki (örneğin halk sağlığı, göç, çevre, gıda) ihlallere ve olası krizlere karşı nasıl cevaplar üretiyor ve yeni toplumsal muhalefete ne derece eklemlenebiliyor? Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ya da İnsan Hakları Mahkemesi gibi uluslararası mekanizmalar, özellikle insan hakları bağlamında geçmişteki temsil gücünü ve fonksiyonlarını neden kaybetti? Otoriter rejimlerde savunuculuk faaliyetlerini gerçekleştirmenin olanak ve sınırlılıkları neler? Etik-politik bir işlevi olan insan hakları söylem ve pratikleri neden ve nasıl insaniyetçiliğe dönüştü? Bu soruları birlikte düşünüp tartışmayı umuyoruz.
Sempozyuma katılım konusunda beklentileriniz neler? Uluslararası olarak düzenlenecek. Türkiye kamuoyuna bu anlamda bir çağrınız var mı?
Bugün Türkiye’de sivil alan üzerinde baskıların giderek yoğunlaştığına, sivil toplumun kapatılmaya çalışıldığına tanık oluyoruz. Sempozyumdaki ana amacımız, sivil alanın güçlendirilmesi için sivil toplum örgütlerinin, hak savunucularının, akademisyenlerin, öğrencilerin ve elbette tüm yurttaşların bir araya gelerek haklar alanında yeni mücadele ve müdahale modelleri üzerine düşünebilecekleri bir mahal sunmak. Sempozyumda konuşmacı olarak Şebnem Korur Fincancı, Nilgün Toker, Dumisani Maqeda Ngwenya, Kerem Altıparmak, Özgür Sevgi Göral, Radha D’Souza, Lülüfer Körükmez, Elçin Aktoprak, Murat Çelikkan, Susannah Sirkin, Feride Aksu Tanık, Ismael Blanco ve Umut Kocagöz gibi hak savunucuları ve akademisyenler yer alıyor. Dolayısıyla sempozyum, akademik değiş tokuş imkanının ötesinde deneyim paylaşımını öngörüyor.
Son olarak İnsan haklarının korunması konusunda uluslararası kamuoyuna bir çağrınız var mı?
Son olarak şunu söyleyebilirim; böylesi ortak düşünme ve üretme alanlarına bugün belki de her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Özellikle rejim değişikliği tartışmalarının yapıldığı Türkiye’de insan haklarının etik ve siyasal ufkunu yeniden hatırlamamız gerekiyor. Zira hatırlamanın kendisi dönüştürücü bir etkiye sahiptir. Yani, umut etmek için nedenlerimiz var.