YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Siyaset bilimi okumamın en büyük faydası, devletin devlet olmadığını çok erken anlamam oldu. Siyaset bilimi gibi sosyal bilim alanlarını okuyarak zengin olunmaz, iyi maaşlı işlere falan da girilmez. Ben Türkiye’de devletin devlet falan olmadığını 1990’lı yılların başlarında, devlet teorisini öğrenince anlamaya başladım. Türkiye’de devlet kavramından anlaşılan şey, dünya siyaset bilimi literatüründe anlatılan devlet kavramıyla örtüşmüyordu.
Daha önceki yazılarımda devlet ve organize suç örgütleri arasındaki paralellikleri ele almıştım. Gülmeyin! Siyaset biliminde – özellikle devlet teorisi ve karşılaştırmalı siyaset kuramları alanlarında – bu konuda önemli çalışmalar var. Devlet, teritoryal hâkimiyet üzerine kuruludur. Alanda tekil kontroldür. Meşruiyete dayanır. Legallik temellerine oturur. Legal ve meşru aynı şey değildir. Meşruiyet, toplumun adına güç kullananların – devleti yöneten karar alıcıların – bunu yapmaya yetkileri olduğu doğrultusundaki algıdır. Bu bağlamda her kanunsallık içeren meşru olmak zorunda değildir. Devlet kuramlarını öğrencilere anlatırken, öğrencilerin anlamakta en çok zorlandıkları şey budur. Dolayısıyla devletin meşruiyeti ve yasallığı konusu çok önemlidir.
Devletler kendi yasalarına uymakla mükelleftir. Yasalarına parantez açarlarsa kendi altlarını oymaya başlarlar. Özellikle anayasa metinleri – bazı ülkelerde böyle metinler yoktur ama bunların yerine kök salmış güçlü gelenekler bulunur – devletlerin süreklilikleri için hayatidir. Modern devletlerin temeli devlet adına hareket eden, yani kararlar alan siyasal iktidarların güçlerinin sınırlandırılmasına dayalıdır. Başka bir ifadeyle, “ben yaptım oldu” türü bir devlet yönetimi, oksimorondur. Kendi içinde çelişkilidir. Devletlerin davranışları ile yasaları birbirine uyumlu olmak zorundadır. Devlet eğer yasal prosedürlerinin dışına çıkarsa meşruiyetini kaybeder. Dahası, devlet yasalarının dışına çıktığında devlet olma vasfını yitirir. Devleti yöneten esas erk yürütmedir. Yasama ve yargı, yürütmenin etkisine ne kadar açık olursa, devlet o kadar devlet olmaktan çıkar. Güçler ayrılığı, işte bu tehlikenin önünü almak için icat edilmiştir. Buna göre, yürütmenin yargısal denetime açık, parlamenter kontrole tabi olması lazımdır.
Bugün Türkiye’de yürütme erki, yargısal denetime kapalıdır. Ve bugün yürütme erki parlamenter kontrole tabi değildir.
Türkiye’de İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana verilen tüm demokrasi ve insan hakları mücadelesi, esasında yürütme erkinin yetkilerinin kısıtlanması ve onun parlamenter denetime açılması mücadelesi olarak özetlenebilir. Güçler birliğinin hâkim olduğu bir politik kültürden geliyor olması, Türkiye’yi bu konuda çok zorluyor. Gerek İslami devlet doktrini, gerekse de İslam öncesi göçebe devlet geleneği, güçler birliğine dayanmaktaydı. Orta Asya’dan gelen askeri akınlar sonucu üst yapısal kontrolü sağlayan Türkî akıncı siyasal iktidar, İslamlaştırma ve linguistik asimilasyon üzerinden Anadolu’daki o döneme dek var olan siyasal kültürü sildi ve onu bir tür mutant göçebe-Türkî ve İslami siyasal kültürle değiştirdi. Böylece Anadolu’da farklı güçlerin dengesine dayanan Avrupa tipi feodal sistem yerine, Asyalı ve Ortadoğulu toplumlara özgü bir merkeziyetçi devlet ortaya çıktı ve bu siyasal kültür betonlaştı. Sultanın sosyolojiye egemen olduğu yapı, modern zamanlarda lider kültüne ve otoriter yönetimlere evrildi. Bu bağlamda Türkiye, Rusya, İran ve Çin gibi toplumlara benzer şekilde, demokrasiyle kan uyuşmazlığı yaşayan bir toplumdur.
Ne var ki, Türkiye’deki siyasi gelenekte yasalardan bağımsız olan merkezi yönetimler bu bağımsızlığı adi suçlarda dokunulmaz olmak için kullanmadılar. Bu gücü genelde asayiş, muhalefeti elimine etmek, devletin bütünlüğünü korumak, yayılmak gibi siyasal amaçlarla kullandılar. Ekonomi her ne kadar talana dayansa da, bu dış talan ve içerideki ikinci sınıf vatandaşların talanı alanlarıyla sınırlı kaldı. Devlet, kendini yalan etmedi. Hep ötekileri talan etti. Sorun şu ki, güçsüzleşmeye paralel olarak dışarıda talan edilecek şeyler tükendiğinde, devlet kendini talana yöneldi. Osmanlı’nın dağılmasından sonra 1900’lerin başından 1950’lere dek talan ekonomisi azınlıkların sömürülmesi ile devam etti. Küçülmeye karşın elde olan toprakların ve doğal kaynakların devlet eliyle sömürülmesi, devlete sadık bir bürokrasinin ana çimentosu oldu. Devlet fakir olmasına karşın devleti yöneten siyasi karar alıcılar ve bürokrasi ortalamanın üzerinde bir hayat seviyesini böylece garanti altına aldı.
Tarih günümüze yaklaştıkça, devletin iç sömürü ağındaki yoğunluk da arttı. Devleti yönetenler, bu sömürü düzenini dinî soslu yoğun bir milliyetçilikle meşrulaştırdı. Kadrolaşmalar, ideolojik perde arkasından bir tür rant paylaşımı mücadelesi ola geldi. 1990’larda artık bu yapı iyiden iyiye bir suç örgütünü andırmaya başlamıştı. AKP ile beraber, demokratikleşme reformları içerisinde ortadan kaldırılan vesayet bariyerleri sonrasında, siyaset zincirlerinden kurtuldu. Üleşme sistemi merkezileşti, farklı güç odaklarının hortumlaması ortadan kaldırıldı ve ana arter bir hortumla, merkezi otorite sağlandı. Muktedirleşme derken İslamcılar aslında işte bunu kastediyorlardı. 17 Aralık 2013’te bu kurulmuş bulunan daha sofistike yolsuzluk ağı tüm çıplaklığıyla ortaya saçıldı. Kanalizasyon patlamıştı. O bahsettiğim ana arterde ne kadar pislik varsa artık ortadaydı. Yolsuzluk o kadar büyüktü ki, hiçbir Osmanlı veya Cumhuriyet iktidarıyla mukayese kabul etmez seviyedeydi. 17 Aralık sonrası yargıyı ve yasamayı elimine eden AKP yürütme organı, yolsuzlukların neden olacağı meşruiyet kaybının önünü almak için daha önce tasfiye ettiği derin devletle pazarlık yaptı ve onları da bu Ali Baba ve Kırk Haramiler düzenine ortak etti. 1990’larda kurulan çarklar yeniden dönmeye başlamıştı. Temiz toplumcu AKP, hortumculuğun kalesi haline gelmişti. Fukara ve ezik gecekondu gülü İslamcılar, devletin yeni baronlarıydı. Yarattıkları yağma sistemiyle medyayı, yargıyı, yasamanın önemli oranını, akademiyi, bürokrasiyi vs. tümden bu sisteme eklemlediler. Güç paydaşlarını arttırarak ve paylaşım ekonomisini yayarak güçlerini berkittiler. Harika bir tezgâh kurmuşlardı.
Sedat Peker’in videoları bu “sistemi” ifşa ediyor. Herkesin aslında kısmen gördüğü parçaları bütünsel bir kontekste oturtuyor. Mafyanın siyasileşmesinden ziyade, siyasetin mafyalaşmasına odaklanmak gerekiyor. Devletinin ruhunun yok olmadığını, devletin değil ancak yasaların ruhu olabileceğini açıkça ortaya koymalıyız. Kutsal devlet yoktur. Olursa, işte o bir hipnoz veya bir seraptır ve o tam da 16-17 yaşındaki Peker’i kandıran büyüdür. Önüne konan ideallere inandırılan birçok milliyetçi veya İslamcı genç, işte bu inandırıldıkları kutsal “devlet” tarafından kullanıldı. Ve sonra bir paçavra gibi bir kenara atıldı. Onları enstrümanlaştırdılar ve dünyevi-akçalı emellerine alet ettiler. Derin devletin tetikçisi Ağca, Çelik, Yeşil, Çatlı, Peker ve niceleri, bu devletin elemanları oldu ve yaptıkları yasadışı şeyleri, “kutsal devlet” sözlemi üzerinden meşrulaştırdı. Süleyman Demirel “bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz” derken, devletin çürümesini ifşa ediyordu. 1970’ler, 1980’ler, 1990’lar envai siyasi suikast, cinayet, adam kaçırma, tehdit, mafyalaşma, uyuşturucu ticareti, silah ticareti, bunların terör tehdidi üzerinden üretilen kalın sis perdesi ile kamufle edilmesi işte bu yolla yapıldı.
Evet, devletin ruhu olmaz, ama anayasal düzeni olur, yasaları olur, bu yasaların ruhu olur! Hiçbir ihtilal, kazanılan ya da kaybedilen savaş, başarı veya başarısızlık, devletin anayasal ve yasal karakterine parantez açtırtamaz, istisnai kanun dışılığa cevaz ve yetki veremez. Devletin sözü yere düşmez değil, devletin esas anayasal düzeni yere düşmez!
Devlet denen yapı, Kolombiya-Venezüella üzerinden kokain ticareti ağı oluşturamaz, bu ağı eski bir başbakanın oğlu ve eski bir içişleri bakanı organize edemez! Peker yedinci videosunda diyor ki, eski başbakan Binali Yıldırım’ın oğlu Erkam Yıldırım ve içişleri eski bakanı Mehmet Ağar Ortadoğu uyuşturucu ticaretini, İçişleri Süleyman Soylu’nun bilgisi dâhilinde gerçekleştirmekte. Kuzey Kıbrıs’ta Türkiye işgali altında olan bölgeyi bir dağıtım üssü olarak kullanıyorlar ve Ortadoğu’ya dağıtım yapıyorlar. İddialar büyük! Yeni bir 17 Aralık gibi. Yine uluslararası bir organize suç var. İşin içinde yine bakanlar, eski bakanlar, başbakan oğulları, işadamları var. İçişleri Bakanlığı adı geçen 5 ton kokain iddiasında bulunan ve Ankara tarafından suç örgütü lideri olarak suçlanan Sedat Peker, oldukça çağrıcı ayrıntılar vererek bu şebekeyi anlatıyor. Bunu bir görgü tanığı olarak yapıyor.
Diğer bir konu, 1990’lardaki Uğur Mumcu cinayeti, faili meçhuller, şantajla elde edilen korkunç miktarlarda haraç paraları, suikast planları. Tüm bunların odak noktası, Mehmet Ağar. Peker’in ifadesiyle, “vatanseverlikle herkesi birbirine sokuyorlar”, yani devlet ve millet diyerek, herkesi birbirine kırdırıyorlar. Bezirgânlar tezgâhı iyi yere kurmuşlar. Gitmek istememelerinin nedeni bu! Kim bunu yapan? Bizim devlet sandığımız şey! Uyuşturucu baronları, silah tüccarları, PKK, derin devlet, mafya – hepsinin kapsayıcısı ise organize suçları organize eden, anayasasını rafa kaldırmış, yasalarından kopmuş, kene gibi halkın kanını emen, zulüm ve yolsuzluluk makinesi bir “devlet”!
Burunlarımızın direğini kıran bu berbat koku işte odur.
Kaynak: Tr724