YORUM | ALİ TOPDAĞ
Sıradan günlerden farkı olmayan Ramazanlardan beşincisini yaşıyorum. En son 2016’da eşimle, çocuklarımla, dostlarımla bir arada, Ramazan’ın manevi havasını hissederek oruç tutmuştum. Hemen ardından neler olduğunu sizler de biliyorsunuz.
Başlayan cadı avından yaklaşık iki yıl ülke içinde kaçtım ama olacak gibi değildi. Ve nihayet gönüllü sürgünlüğe razı olacak şekilde bir sırt çantasıyla yıllarca bize düşman belletilen Yunanlıların kapısını çaldım. Beni üç ay misafir edip yolcu ettiler.
Üçüncü Ramazanı yaşadığım İngiltere’de ortama alıştım ama yine de bir aidiyet hissedemiyorum. Duruma göre başka bir ülkeye gidip orada da yaşayabilirim. Yeter ki beni anlayacak, birlikte çalışacağım, muhabbet edeceğim birileri olsun. Hoş, pandemiyle birlikte herkesin taşındığı dijital dünyada her şeyi yapmak mümkün oldu ama ben az buçuk eski devir adamı sayılırım. Şöyle yan yana veya karşılıklı oturmadan yapılan sohbetlerin, içilen çay ve kahvelerin tadını alamıyorum.
Öğretmenlik yaptığım dönemde ailemle birlikte çok az iftar yapardım ama bundan hiç rahatsız olmazdım. Çünkü iftarlarda ailecek bir araya gelemesek de, ailemizin her bir ferdi sıcak ve muhabbet dolu iftar atmosferini soluyordu. Ya öğretmen olan eşimin öğrencileriyle iftarı olurdu, ya da çocuklarımın arkadaşlarının aileleriyle ya da öğretmenleriyle. Yani ailece manevi hazzın doruklarında olurduk.
Hele çocuklarım sınıf arkadaşlarını iftara davet ettiğinde ne kadar da mutlu olurdum. Arkadaşlarına eşimin maharetli ellerinden çıkma yemekleri, benim de geniş kitaplığımı ve yazdığım kitapları göstererek kendilerine pay çıkarırlardı. ‘Diş kirası’ hakkında bilgi verip o küçük hediye paketlerini takdim ederken ki heyecanları gözlerimin önünden gitmiyor.
Kendi öğrencilerimi iftara davet ettiğimde genelde eşim olmazdı çünkü onun da bir iftar programı olurdu. Öyle günlerde benim için yapılacak en pratik yemek maklube idi. Hani şu cezası 6 yıl 3 aydan başlayan yemek… Birçok öğrencim ilk defa gördükleri bu yemeği büyük iştahla yer, daha sonra bu ziyafetleri tekrar etmeyi teklif ederdi.
Öğrencilerim, sınıf arkadaşlarıyla birlikte beni de iftara davet ettiklerinde de başka türlü güzellikler yaşardık. Özellikle dinden uzak bir hayat yaşayan ailelerin soruları değişmez sohbet konumuzdu. Ortama ayak uydurmak için bizimle namaz kılanların yaptıkları hatalar gülüşmelere ve dolayısıyla da namazın bozulmasına sebep olurdu. Sonraki günlerde ise bunun muhabbeti sürüp giderdi.
Konya’da yaşayanlar bilir, iftar menüsü her evde hemen hemen aynıdır: Bamya çorbası, sulu börek, sarma… Tam da sıkılmaya başladığım sırada Malatyalı bir öğrencimin evinde anneminkilere benzeyen yemekler ikram edildiğinde ne kadar da mutlu olmuştum.
Ramazanlarda değişmeyen işlerimden biri de şoförlük yapmaktı. Bütün bu iftar trafiği içerisinde gidilecek yerlere aile fertlerini bırakmak ve daha sonra onları toplayıp eve getirmek benim vazifemdi. Elbette bu arada eşimin öğrencilerini, kendi öğrencilerimi ya da çocuklarımın arkadaşlarını da evlerine bırakırdım.
Çalıştığımız kurumların iftar davetleri de her zaman güzel olurdu. Genellikle kurum yemekhanesinde yapılan iftarlarda, yıl boyunca yemek yediğimiz ortamın değiştiğine şahit olurduk. Kendimizi özel hissetmemiz için efor sarf edilirdi. Özenle masalara serilmiş örtüler, o güne özel çıkarılan tabaklar, çatal bıçaklar… Masalar arasında koşuşturan çocuklarımızın şen-şakrak halleriyle ne kadar da mutlu olurduk.
Son beş yılın Ramazanlarında hep bu tatlı hatıralarla geçmişe yolculuk yapıyorum. Ne yazık ki bu hatıralara benzerlerini ekleyebildiğimi söyleyemem. Ama gaybubetim esnasında arkadaşlarla hatimle kıldığımız teravihleri, son 10 günde yaptığımız itikafları saymamak olmaz.
Ezan sesi duyulmayınca, iftara yetişme telaşı olmayınca, sofralarda dostlarla oturmayınca, camilerde cemaatle teravih kılınmayınca, Itrî’nin tekbiri gürül gürül kulaklara işlemeyince Ramazanın diğer günlerden farkı olmuyor maalesef. İlk günler kendinizi zorlayıp manevi bir ortam oluşturmaya çalışsanız da bunu besleyip devam ettirecek cebrî şartlar olmayınca ister istemez normal hayatınıza dönüyorsunuz.
Teknoloji sayesinde bir mukabeleye katılmıyorsanız veya kendiniz hatim indirmiyorsanız, Youtube veya Zoom üzerinden yapılan Ramazan etkinliklerine katılmıyorsanız, hepsinden öte oturduğunuz iftar sofrasında muhabbet edecek farklı bir sima yoksa hüzünlü gurbeti iliklerinize kadar hissediyorsunuz.
Mülteci olmanıza rağmen eğer ailenizle birlikteyseniz, onlara rehberlik yapma sorumluluğunuzdan dolayı evinizde manevi bir havanın oluşması mümkün. Veya yakınlarda dostlarınız varsa onlarla bir araya gelip Ramazanın manevi ikliminden istifade edebilirsiniz. Ama bu ve benzeri durumlar da söz konusu değilse gurbet içinde gurbettesiniz demektir.
Elden bir şey gelmeyince kendinizi teselli edecek argümanlara sığınıyor, küçültülmüş dünyanıza manevi bir hayat sığdırmaya çalışıyorsunuz. Zamanla “sevgi” kavramının güzelliğini iliklerinize işleyecek kadar öğreniyorsunuz. Geçmişte size verilen nimetlerin şükrünü eda etmediğinizin farkına varıyor ve kendinize teessüfler ediyorsunuz. O nimetlere tekrar kavuşunca neler yapacağınızı planlıyor ve bununla buruk da olsa mutluluk duyuyorsunuz.
Yine de şunu biliyorum: Bu Ramazanı çok daha sıkıntılı şartlarda geçiren nice Müslüman var yeryüzünde. Hepsinin diğer günlerden farklı olacak şekilde hem bireysel hem de toplumsal açıdan bir şeyler yaptığına inanıyorum. Ramazanın bir özelliği de bu değil mi zaten…