Türkiye’de Aile ve Çalışma Bakanlığı tarafından her yıl 4-10 Mayıs tarihleri arasında “İş Sağlığı ve Güvenliği Haftası” etkinlikleri düzenleniyor. Bu yolla çalışanların işyerlerinde ölmesinin ve sakatlanmasının önlenmesi için iş sağlığı ve güvenliği bilincinin yaygınlaştırılması amaçlanıyor. Ancak Türkiye’de işyerlerinde ölümlerin halen önüne geçilebilmiş değil. İşyerlerinde yaşanan ölümlerin iş kazası değil cinayet olduğunu savunan İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi gönüllüsü ve Türk Tabipleri Birliği (TTB) Pandemi Çalışma Grubu üyesi Aslı Odman, 2020 yılında iş cinayetlerinde önceki yıllara göre sıçrama yaşandığını söyledi.
İşçilerin Corona virüsüne yakalanarak hayatını kaybetmesini de iş cinayeti olarak saydıklarını belirten Odman, “En az 2 bin 489 çalışanın faal çalışmaya devam ederken öldüğünü gördük. Bu, 2011’den bu yana yaptığımız çalışmalar içinde çok büyük bir sıçrama gösteriyor. İnsan hayatından söz ettiğimizi unutmadan, daha önce Sosyal Sigortalar Kurumu’nun 1700-2000 bandındaki rakamlarından çok farklı bir rakama biz de İSİG olarak ulaşamıyorduk. Peki, bu 2 bin 400’e sıçrama nereden kaynaklandı? Şimdiye kadar hiç kayda alınmayan, Türkiye’de özellikle kurulmuş bürokratik bir sistem yüzünden esamesi okunmayan ve tanısı konmayan meslek hastalığının Covid’le görünür olmasından kaynaklandı” dedi. İSİG Meclisi tarafından hazırlanan 2020 ve 2021 yıllarında salgının birinci yılını kapsayan rapora göre, en az 861 çalışan Corona virüsü nedeniyle hayatını kaybetti.
“Salgın, iş cinayetinden ölüm nedenlerinde ilk sırada”
Medyada yer alan haberleri tarayarak iş cinayetlerini kayıt altına aldıklarını ifade eden Odman, “2013’ten beri meslek hastalıklarından kimse ölmüyordu. Hastalıkların üzerinin örtülmesi meselesini biz salgın yönetiminde de gördük. Pandemi, bir işçi hastalığı olarak iş cinayetlerinde gündeme geldi. Geçen sene faal çalışanlardan hayatını kaybedenlerin üçte biri Covid kaynaklı öldü. Türkiye’nin makus tarihi olan kitleler olarak römorkörlerde, minibüslerde taşınan mevsimlik gezici tarım işçileri başta olmak üzere tarım sektörü birinci sektör ve ikinci ölüm nedenini oluşturuyor. Diğer ölüm nedeni ise inşaatlar. İnşaatlarda görebildiğimiz yüksekten düşme, ezilme, göçük gibi nedenler. Bütün bunları sollayarak Covid öne çıkmış oldu” diye konuştu.
İşyerlerinde salgınla mücadele için alınacak önlemlerin de iş sağlığı ve güvenliği tedbirleri kapsamında olduğuna dikkat çeken Odman, “Esasında bir numaralı bulaş mahali, işyeri Covid-19 kümelenmeleri. İstanbul’da sigortalı olarak çalışanlara ait en son istatistiklere baktığımız zaman, yaklaşık yüzde 40 ila 50’sinin 50’den fazla işçinin yan yana bulunduğu işyerlerinde çalıştığını görüyoruz. Bugün işçiler rutin bir şekilde, milyonlarca insanı taşıyan metroya, otobüse binip, dip dibe, omuz omuza 50’den fazla kişinin çalıştığı işyerlerinde bulunmaya devam ediyor. Bu bir salgın politikası olabilir mi? Bir işyeri, Covid-19 kümelenmelerini tespit etmekten ve paylaşmaktan uzakken buradaki bulaş başka bir yere taşınmaz mı?” dedi.
“Sorun yasada değil uygulamada”
İSİG Meclisi’nin 2020 yılına ait İş Cinayetleri Raporu’na göre geçen yıl iş cinayetinde ölen işçilerin 2 bin 279’unu erkekler, 148’ini kadınlar oluşturdu. Ölüm nedenlerinde Corona virüsü yüzde 31’le ilk sırada gelirken, onu yüzde 16’yla trafik, servis kazası, yüzde 12’yle ezilme, göçük izledi. İş kollarına göre, en çok ölüm yüzde 18’le (442 kişi) tarım, yüzde 15’le (355 kişi) inşaat/yol, yüzde 14’le (330 kişi) sağlık sektöründe kayda geçti. Yaş gruplarına göre en fazla 28-50 yaş arasındaki kişiler çalışırken hayatını kaybetti.
Peki işyerinde ölümlerin ve sakatlanmaların önüne neden geçilemiyor? Türkiye’de 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu 2012 yılından bu yana yürürlükte. Odman, bu amaçla oluşturulan yasaların ‘kağıt üstünde mükemmel’ olduğunu söylerken, uygulamada sorunlar olduğu için iş cinayetlerinin önüne geçilemediği görüşünde. Avrupa Birliği uyum yasaları çerçevesinde hazırlanan bu yasaların doğrudan tercüme edilerek yürürlüğe sokulduğunu hatırlatan Odman, “Mevzuat açısından yapılabilecek bir inovasyon yok. Ancak mesele mevzuat değil, uygulamada işyerlerindeki güç ilişkilerinin ötesine geçilememesi. O mevzuatın uygulanması için işyerlerinin etkin bir şekilde kamusal sorumluluk ve kamusal yetkiyle, devletin pozitif eylem yükümlülüğüyle denetlenmemesi. Bunu denetleyecek iş müfettişliği birimlerinin bütün yetkisinin, özerkliğinin elinden alınması ve sayısal olarak dar tutulması. Bunun bir veçhesi de işçi sağlığı önlemleri alınmamasına rağmen ‘çarklar devam etsin, istikrar sürsün, Türkiye büyüsün, tedarik zincirleri kopmasın’ anlayışı” şeklinde konuştu.
“10 tane insanı öldürmenin bedeli 60 bin lira”
İş cinayetleri yargıya taşındığında da cezalandırmanın gerçekleşmediğini kaydeden Odman, “Mecidiyeköy’deki Torunlar Center’da aşırı doldurmadan dolayı asansör çöküp 10 işçi gökdelenden aşağı çakılmıştı. Bu davanın sahip çıkanı olmadı. Ceza Mahkemesi’ne gitti. Kamu davası açıldı ama aileler takip etmediği için çok vicdan yaralayıcı bir karar çıktı. Hiçbir zaman esas sorumlular, o şantiyenin bu şekilde kurulmasının sorumlusu olan, iş organizasyonuyla ilgili neyin, ne kadar masrafla yapılacağını belirleyenler yargılanmadılar. İşveren vekili denilen işçi sağlığı iş güvenliği uzmanlarına, asansörü satanlara, teknik elemanlara dava açıldı. Onların da aldıkları 8 yıl 4 ay hapis cezası 60 bin liraya çevrildi. Yani 10 tane insanın bir gökdelenden aşağı tonlarca çimentoyla beraber çakılmasına neden olan iş koşulları yarattığımız zaman alacağımız ceza, İstanbul’un göbeğindeki bir gökdelende bu şekilde çalışma koşulları kurduğunuz zaman 60 bin lira” dedi.
2008 yılında İstanbul Davutpaşa’da ruhsatsız olarak havai fişek ve maytap üretimi yapan bir işyerinde yaşanan patlamada da 21 işçinin öldüğünü hatırlatan Odman, yargılama sürecinde işyeri sahiplerinin aldığı hapis cezalarının ertelendiğini, yerel yöneticilerin ise patlamadan sorumlu tutulmadığını ve yargılanmadığını söyledi. Odman, “Yerel yöneticilerin sorumlu olduğu, sanayi felaketine yol açmasına ramak kalmış kaçak bir havai fişek fabrikasının patlamasından ve 21 işçiyle civarda çalışan esnafın ölümünden bahsediyoruz. Bu iki cezasızlık da aslında iş cinayetlerinin sadece o anda ölen işçilerin sorunu olmadığını gösteriyor. Bu tehlikeyle halen yaşıyoruz. Bugün salgın yönetiminde yaşadığımız, can alan, göz göre göre insanların hayatını kaybetmesine yol açan kamusal sağlık eksikliğini biz esasında iş cinayetlerinden çok iyi tanıyorduk” ifadelerini kullandı.
“Türkiye’de Corona’dan meslek hastası olan bir kişi var”
İSİG Meclisi raporuna göre Türkiye’de 2020 yılında çalışanlar en çok salgın kaynaklı olarak yaşamını kaybetse de Corona virüsü yalnızca sağlık çalışanları için meslek hastalığı olarak gündeme geldi. 18 Aralık 2020 tarihinde Sağlık Bakanlığı’nın yayımladığı bir genelge ile meslek hastalıkları ve benzer şekilde vazife malullüğü kapsamına dahil edildi. Ancak ISIG Meclisi gönüllüsü Odman, şimdiye kadar Corona virüsüne yakalanıp ölen sağlık çalışanlarından yalnızca biri adına yapılan başvurunun, salgına bağlı meslek hastalığı hükmünde kabul edildiğini söyledi. Çankırı İl Sağlık Müdürlüğü 112 Acil Servis Hizmetleri’nde ambulans şoförü olan ve 27 Ağustos 2020’de salgın sebebiyle ölen Hasan Aslan’ın ölümü Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) Yüksek Sağlık Kurulu tarafından meslek hastalığı sayılmış, mirasçılarına 5510 sayılı Kanun uyarınca ölüm aylığı bağlanmıştı.
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın en son 9 Aralık 2020 tarihinde, Corona virüsüne yakalanan sağlık çalışanı sayısının 120 bini geçtiği, 126’sının ise salgın sebebiyle öldüğü yönündeki açıklamasına rağmen neden yalnızca bir sağlık çalışanı meslek hastası sayılıyor? TTB İşçi Sağlığı ve İşyeri Hekimliği Komisyonu üyesi Dr. Selçuk Çelik, Corona virüsünün meslek hastalığı sayılabilmesi için illiyet (nedensellik) bağının yani iş başında hastalığa yakalandığının kanıtlanması şartının arandığını söyledi. Çelik, “Genel popülasyonun çok daha üstünde sayılarla bir meslek grubu bir hastalığa yakalanıyorsa, bu meslek grubunun yaptığı işin Covid-19’a yakalanmaya yönelik bir risk oluşturduğuna dair karine oluşmalıdır. Ama sağlık çalışanları olarak şu anda karşı karşıya olduğumuz sorun, meslek hastalığının saptanması sürecinde illiyet bağı aranması sorunu. Bu, her zaman o kurumun yetkili amirine, onun özel kararına bağlı. Covid-19’a yakalandınız ve bunun meslek hastalığı olduğu konusunda başvuru yaptınız. Size şöyle bir geri dönüş yapılabilir: ‘Ne malum sizin bunu evde beraber yaşadığınız birinden almadığınız? Ne malum sizin bunu işyerine gelirken yolda almadığınız?’ Ama bunlar da işverenin sorumluluğundadır. Bir işçinin evinden işine gelirken ya da işinden evine giderken karşılaştığı her sorundan onu işe getiren işveren sorumludur” diye konuştu.
“İlliyet bağı aranması objektif ve insani değil”
Geçtiğimiz Nisan ayında dönemin Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk da salgının illiyet bağı aranmaksızın meslek hastalığı sayılması talebiyle ilgili “Evde hastalananlar var, nasıl meslek hastalığı kabul edelim” açıklaması yapmıştı.
Salgında olduğu gibi diğer meslek hastalıklarında da illiyet bağı aranmasını insani bir durum olarak görmediklerini kaydeden Çelik, “Burada objektif bir illiyet bağı da yakalanamayabilir. Yani kişinin virüsü hangi an, ne şekilde aldığını tespit edemeyebilirsiniz. Bunu gözlemleyemeyebilirsiniz. SGK sistemi üzerinde sağlık işini yapmakta olan herkesin kayıtları var. Pandemi süresince diğer yurttaşlar gibi evde kalma hakkına sahip olamayan, çalışmak ve Covid-19 hastalarına bakmak zorunda olan bütün sağlık çalışanları hastalandıklarında bu bir meslek hastalığı olarak kabul edilmeli” dedi.
“Sağlık kuruluşlarında iş güvenliği sorunu Corona’dan önce de vardı”
Sağlık kuruluşlarında çalışanların salgından korunması için iş güvenliği koşullarının yeterli derecede sağlanamadığını da belirten Çelik, “Sağlık çalışanlarında hastalanma oranı özellikle aşılama süreci başlayana kadar bunu zaten ortaya çıkarıyordu. Örneğin, bir işyerinde almanız gereken tedbirlerden ilki havalandırma tedbirleridir. Covid-19 damlacık yoluyla bulaştığı kadar hava yoluyla da bulaşır. Bu yüzden kapalı alanlardaki çalışma sırasında sizin havalandırma, klima gibi sistemlerde yapacağınız mühendislik tedbirleri kişilerin hastalığı birbirlerine bulaştırmasını çok ciddi oranda engeller. Maalesef şu anda özellikle yeni yapılmış olan şehir hastanelerinde doğal havalandırma pek mümkün değil. Camlar açılamıyor. Doğal havalandırmanın olmadığı yerlerde mutlaka yüzde yüz temiz hava veren, içeride hava sirkülasyonuna yüksek derecede yol açmayan klima sistemlerinin uygulanıyor olması lazım. Ancak bunun hastanelerde çok da mümkün olmadığını biliyoruz” dedi. Çelik, sağlık çalışanlarının işyerlerine ulaşımda kullandıkları servis araçlarında da önlemler alınması gerektiğini söyledi.
Sağlık kuruluşlarındaki koşulların denetlenmesi için İş Sağlığı ve Güvenliği (İSG) kurullarının kurumlarda aktif rol almasının önemine dikkat çeken Çelik, “Covid-19 özelinde değil diğer mesleki sağlık gözetimi bakımından da hastaneler kendi haline bırakılmıştır. Covid-19’da biz bunun yalnızca ağır bir faturasını ödemek durumunda kaldık sağlık çalışanları olarak. Hastanelerde sağlık gözetimini yapacak olan işyeri hekiminin atanmış olması gereklidir. Bu maalesef birçok hastanede de fiili olarak bulunmamaktadır. Hastanede çalışma süreçlerinde iş güvenliği tedbirlerinin alınabilmesi için iş güvenliği uzmanlarının, profesyonellerin istihdam edilmesi gereklidir” diye konuştu.
“Toplumdaki şiddet sarmalı bitmeden sağlıkta şiddet bitmez”
Corona virüsü salgınından ağır etkilenen sağlık çalışanları bir yandan da sağlık kuruluşlarında gerçekleşen şiddet olaylarıyla karşı karşıya kalıyor. Sağlık ve Sosyal Hizmet Çalışanları Sendikası’nın (Sağlık-Sen) sağlıkta şiddet raporuna göre, 2021’in ilk üç ayında toplamda 103 saldırgan 38 şiddet olayı gerçekleştirdi. Sağlıkta şiddetin önlenmesi için toplumsal olarak mücadele edilmesi gerektiğini vurgulayan Çelik, “Hastaneler, sağlık kuruluşları toplumun geri kalanından izole mekanlar değil. Aslında bütün bir toplumu içine alan bir şiddet sarmalı var ve hastaneler de bunun görünür olduğu yerlerden biri. Bu, bütün bir sağlık politikasından kaynaklı oluşan sorunların bir yansıması. Öncelikle sağlık alanındaki piyasalaşma. Kişilerin sürekli cebinden ücret ödeme sorunu. Bu beklentilerle hastaneye başvuruları sonucu karşılaştıkları ilk savunmasız özneye saldırı gerçekleşiyor. Bu özne kimi zaman hekim oluyor, kimi zaman hemşire oluyor, kimi zaman hastanedeki güvenlik görevlisi oluyor. Maalesef sağlık alanındaki piyasalaşma devam ettiği müddetçe ve insanların şiddet uygulamak istediklerinde sağlık çalışanlarına rahatlıkla ulaşabildikleri ve bunun üzerinden de ciddi bir bedel ödemeyeceklerini bildikleri müddetçe bu şiddet sarmalı devam edecektir” dedi.