YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU
Bazı araştırmacılar, Kur’ân’daki evrime ters yaratılış âyetlerini zahiri manalarının dışına çıkararak tevile tâbi tutmakla kalmaz, bir de zorlama yorumlarla Kur’ân’dan evrim teorisi çıkarmaya çalışırlar. Delil getirdikleri bazı âyetlerle Kur’ân’ın da evrimi desteklediğini iddia ederler. Bambaşka konulardan bahseden âyetlerden dahi zorlama yorumlarla evrimci manalar çıkarmaya çalışırlar.
Evrimle alakası kurulan çok sayıda âyet vardır. Fakat biz bunların tamamını vermeyeceğiz. Çünkü bunların birçoğunun evrimle uzaktan yakından alakası yoktur. Biz, daha ziyade en çok atıf yapılan ve nispeten evrimle alakası kurulabilecek âyetler üzerinde duracağız.
a) İnsan Sûresinin İlk Âyeti
هَلْ أَتَى عَلَى الإِنْسَانِ حِينٌ مِنَ الدَّهْرِ لَمْ يَكُنْ شَيْئًا مَذْكُورًا “Dehrin akışı içinde insanın üzerinden öyle zaman geçti ki, o dönemde onun adı bile anılmazdı.” (İnsan sûresi, 76/1)
Bazı ilahiyatçılar, “hînun mine’d-dehr” ifadesini “uzun bir zaman dilimi” şeklinde tercüme eder, bu uzun zaman dilimini, maymunsu canlıların evrimleşmesi sonucu ilk insan ortaya çıkıncaya kadar geçen zaman olarak açıklar ve dolayısıyla bu âyeti evrimin başlıca delillerinden biri olarak gösterirler. Ne var ki böyle bir izah şekli ne âyette zikredilen kelimelerin anlamlarına, ne âyetin bir bütün olarak ifade ettiği manaya, ne de siyak-sibak bütünlüğüne uygundur. Aşağıdaki izahlarda da görüleceği üzere âyetin evrimle hiçbir alakası yoktur.
İlk olarak “hînun mine’d-dehr” tabirinin “uzun bir zaman dilimi” olarak tercüme edilmesi doğru değildir. Maalesef bazı meallerde de aynı tercüme hatasını görmek mümkündür. Dehr lafzının ilk manası “mutlak zaman” demektir. (DİA, “Dehriyye”) وَقَالُوا مَا هِيَ إِلاَّ حَيَاتُنَا الدُّنْيَا نَمُوتُ وَنَحْيَا وَمَا يُهْلِكُنَا إِلاَّ الدَّهْرُ “Hayat, sadece bu dünyada yaşadığımız hayattan ibarettir: Ölürüz, yaşarız. Bizi yalnız dehr helâk eder.” (Câsiye, 45/24) âyetiyle, لاَ تَسُبُّوا الدَّهْرَ “Dehr’e sövmeyin.” hadisinde de dehr mutlak olarak zaman (veya zamanın akışı) anlamında kullanılmıştır.
Gerçi dehr dünya için kullanıldığında, onun yaratılışından yok oluşuna kadar geçen süreyi kapsar. “Dehru fulân” denildiğinde de bir insanın hayat süresini kapsar. Demek ki mutlak olarak zaman ve zamanın akışı anlamına gelen dehr kelimesi, kullanıldığı yere göre anlam kazanır. (Râgıb el-İsfehânî, Müfredâtü’l-Kur’ân, s. 319)
Kaldı ki âyet-i kerimede insan üzerinden geçen zaman “dehr” de değildir, dehr’den bir hîn’dir. Hîn lafzı ise hiçbir şekilde “uzun bir zaman dilimine” delalet etmez. Mesela Bakara sûresi 36, Âraf sûresi 24 ve Yunus sûresi 98’inci âyetlerde geçen “ilâ hîn”in manası “belirlenmiş bir süreye kadar” demektir. Hûd sûresi 5, Yusuf sûresi 35, Mü’minun sûresi 25, Rum sûresi 17 ve Zümer sûresi 42’inci âyetlerinde ise “hîn” lafzının belirli bir müddeti kapsadığı ve bunun çok da uzun bir zaman olmadığı oldukça açıktır. Dolayısıyla âyetin ifade ettiği mana, insan üzerinden “belirli bir zamanın” geçmiş olduğudur; bu zaman diliminin ne kadar uzun veya kısa olduğunu bilmiyoruz.
Öte yandan “ale’l-insân” lafzından anlaşılacağı üzere âyette ifade edilen bu zaman dilimi hayvanın, maymunun veya maymunsu daha başka canlıların değil, bizzat insanın üzerinden geçmiştir. Arapça’da “insan” denildiğinde bundan anlaşılan mana bellidir. Evrimcilerin anlayışına göre âyette geçen, “hînum mine’d-dehr” ibaresini, “ilk canlının oluşumundan insanın oluşumuna kadar geçen süre” olarak aldığımızda, bu süre insanın değil çeşit çeşit canlıların üzerinden geçmiş olur ki bu mana âyetin açık lafzına ters düşer. Çünkü âyet, henüz zikre değer bir varlık olarak görülmese de, insan üzerinden geçen bir zaman diliminden bahsetmektedir.
Bir sonraki âyet-i kerimede bunun hangi zaman dilimi olabileceğine işaret vardır: “Biz insanı katışık bir meniden yarattık. Onu denemek istiyoruz; bu sebeple de kendisini işiten ve gören bir varlık yaptık.” (İnsan sûresi, 76/2) Allahu a’lem, âyette zikredilen zaman dilimi, insanın anne karnında geçirdiği veya henüz anne karnına düşmeden element ve molekül hâlde tabiatta yer aldığı süredir. Gerek anne karnına düşmeden gerekse anne karnına düştükten sonra gerçekten de onun bir ismi yoktur ve henüz o, zikre değer bir varlık değildir. Çünkü onun bidayeti sadece elementlerden veya bir damla sudan ibarettir. Anne karnına düşüp üzerinden haftalar, aylar geçtikçe yavaş yavaş “nutfe, alaka, mudga, kemik, et” (Mü’minûn sûresi, 14) safhalarından geçerek insan olma seviyesine doğru ilerler. Dolayısıyla evrimcilerin çıkardığı mana, âyetin siyakına da uygun değildir. (Bkz. Kurtubi, el-Câmi, 19/78)
Farz-ı muhal âyette geçen ifadeyi “çok uzun bir zaman dilimi” olarak anlasak bile yine de burada evrime işarette bulunulduğu iddia edilemez. Bu takdirde âyet, insan cinsinin evrenin yaratılışından çok sonra yaratıldığına ve bu uzun zaman dilimi boyunca, insanın biyolojik varlığı itibarıyla ne isminden ne de cisminden söz edilmediğine, onun sadece ilmî vücut olarak Allah’ın ilminde ve kader planında var oluşuna işaret etmiş olur. Hasan-ı Basri de bu âyetten yola çıkarak Allah’ın altı günde (devirde) karada ve denizdeki her şeyi yarattığını, Âdem’in yaratılışını ise sona bıraktığını ifade etmiştir.
Son olarak müfessirlerin bir çoğunun âyette geçen “insan” lafzını Hz. Âdem, insan üzerinden geçen süreyi de Hz. Âdem’in topraktan yaratılış aşaması olarak anladığını ifade etmek gerekir. Hz. Âdem’in çamurdan yaratıldıktan sonra kendisine ruh üfleninceye kadar kırk veya yüz yirmi yıl çamur hâlinde beklediği şeklinde bilgiler nakledilmiştir. (Bkz. Mustafa Öztürk, Kur’ân ve Yaratılış, s. 229)
Aslında İnsan sûresindeki ilk iki âyetin asıl maksadı, insana varlık sahasına çıkmadan önceki hiçliğini ve yokluğunu hatırlatmak, sonrasında da Allah’ın onu tek bir damla sudan nasıl yarattığına ve onu nimetleriyle nasıl serfiraz kıldığına işaret etmek suretiyle onun ders ve ibret almasını sağlamak ve onu şükre yöneltmektir. Meryem sûresindeki şu âyet de insanın dünyaya gelmeden önce mevcudiyetinin dahi bulunmadığını ve onun Allah tarafından varlık âlemine çıkarıldığını gösterir: “O insan hiç düşünmüyor mu ki, o hiçbir şey değilken Biz onu yaratıp var ettik?” (19/67)
b) Nûh Sûresinin 14. Âyeti
مَا لَكُمْ لاَ تَرْجُونَ لِلَّهِ وَقَارًا وَقَدْ خَلَقَكُمْ أَطْوَارًا “Neden acaba siz, sizi tavırdan tavıra yaratan Allah’ın büyüklüğünü kabul etmiyorsunuz?” (Nuh sûresi, 71/13-14)
İslâm açısından evrimin meşruiyetini savunan araştırmacıların en çok atıf yaptıkları âyetlerden biri de budur. Mesela Edip Yüksel 14. âyete, “Oysa sizi evrimler hâlinde yaratan O’dur.” şeklinde meal verir. Evrimciler âyette geçen “etvârâ” lafzını, “evrim merhalelerinden geçirerek” şeklinde yorumlar. Arapça’da evrimin karşılığı olarak kullanılan “tatavvur” kelimesinin âyette yer alan “tavır-etvâr” lafzıyla aynı kökten türemesini de buna delil gösterirler. Dolayısıyla onlara göre âyetin anlatmak istediği mana, Allah’ın, insanı, farklı canlıların kademe kademe evrimleşmesi neticesinde yarattığıdır.
Hâlbuki bütün müfessirlerin ittifakıyla âyette bahsedilen yaratma aşamaları, bir nutfeden (spermden) başlayan embriyonun, tam bir insan hüviyetini elde edinceye kadar anne karnında geçirdiği süreçlerdir. Nitekim başka bir âyette bu yaratılış aşamaları daha detaylı olarak şöyle açıklanır: “Şu bir gerçektir ki Biz insanı süzme çamurdan yaratırız. Sonra onu nutfe (sperm) hâlinde sağlam bir yere yerleştiririz. Sonra nutfeyi (rahim cidarına) yapışan bir hücreye, bunu da mudgaya, yani bir çiğnem et görünümündeki varlığa, mudgayı kemiklere dönüştürür, sonra da kemiklere et giydirip, derken yeni bir yaratılışa mazhar ederiz. İşte bak da Allah’ın ne mükemmel yaratan olduğunu bir düşün!” (Mü’minûn sûresi, 23/12-14)
Elmalılı Hamdi Yazır, şu izahlarıyla bu yaratılış aşamalarının inorganik maddelerden başlayıp tam bir insan şeklini kazanıncaya kadar nasıl devam ettiğine dikkat çeker: “Burada insan yaratılışının ferden ve cem’an geçirmiş olduğu tekâmül mertebelerine işaret buyurulmuştur ki, Ebussuud’un yazdığı üzere önce inorganik hâlde, sonra gıdalar hâlinde, sonra karışımlar hâlinde, sonra nutfe (sperm) hâlinde, sonra alaka (rahim cidarına yapışan hücre) hâlinde, sonra mudğa (et parçası) hâlinde, sonra izam (kemikler) ve lühum (etler) hâlinde, sonra da bambaşka bir hilkatte inşa etmiştir.” (Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, 8/269)
Bediüzzaman Hazretleri de bu âyeti şöyle yorumlar: “İnsan vücudu, hâlden hâle girdikçe hayret verici ve muntazam değişimler geçiriyor. Onun spermden kan pıhtısına, kan pıhtısından bir çiğnem ete, ardından ete-kemiğe, daha sonra da insan suretine dönüşmesi, gayet ince kanunların neticesidir. O safhalardan her birinde öyle hususi kanunlar, belli kaideler ve birbirini izleyen öyle hareketler vardır ki, ardındaki kasd, irade ve hikmetin cilvelerini cam gibi apaçık gösterir. İşte insan vücudunu bu şekilde yapan Hakîm Yaratıcı, onu her sene bir elbise gibi değiştirir. O vücudun değiştirilmesi ve hayatının devamı için bozulup dağılan kısımların yerini dolduracak ve orada çalışacak yeni zerrelerin gelmesini sağlayan bir terkibe ihtiyaç vardır. İşte o beden hücreleri düzenli, ilahî bir kanunla öldüğünden, yine Cenâb-ı Hakk’ın muntazam bir kanunuyla tamir için rızıkları olan latif bir maddeyi isterler. Bedendeki uzuvların ayrı ayrı ihtiyaçları ölçüsünde, rızkın gerçek sahibi Allah da hususi bir kanunla onu bölüştürüp dağıtır.” (Bediüzzaman, Sözler, s. 569)
c) Nûh Sûresi 17. Âyet
وَاللَّهُ أَنبَتَكُمْ مِنَ الْأَرْضِ نَبَاتًا “Allah sizi yerden nebat bitirircesine bitirip yetiştirdi.” (Nûh sûresi, 71/17)
Evrimci Müslümanların, kendi görüşlerine dayanak olarak kullandıkları âyetlerden biri de budur. Onlara göre bu âyet, canlılığın insandan önceki evresinin bitkiler olduğunu, insanın nebati hayata sahip bir dönem geçirdiğini ve bitkiler âlemiyle bir akrabalığının söz konusu olduğunu söyler. Yani insanın, nebatî ve hayvanî etaplardan geçerek aşama aşama yaratıldığına işaret eder. Dolayısıyla da evrimin Kur’ânî delillerinden birini oluşturur. (Bkz. Abdülmecit Okcu, “Kur’ân ve Evrim Açısından Canlıların Oluşumu, Ekev Akademi Dergisi, 2013, sayı: 56, s. 165)
Oysaki bu âyetin de evrim teorisiyle uzaktan yakından bir alakası yoktur. Cenab-ı Hak, pek çok âyet-i kerimede olduğu gibi burada da ya Hz. Âdem’in ya da bütün insanların topraktan yaratıldığını ifade buyuruyor. Her iki manayı anlamak da mümkündür. Bir sonraki âyet-i kerime bu manayı tekit eder: “Sonra sizi tekrar oraya gönderip, yine sizi oradan çıkaracaktır.” Yani Allah, insanı ölümle birlikte tekrar yarattığı toprağa iade edeceğini ve ardından onu topraktan ikinci kez çıkaracağını ifade buyuruyor.
Bu âyetlerin bir benzeri de Tâhâ sûresinde geçer: “Sizi topraktan yarattık, (ölümünüzle) sizi oraya döndüreceğiz ve sizi bir kere daha oradan çıkaracağız.” (Tâhâ sûresi, 20/55) Aynı şekilde Hûd sûresindeki şu âyet-i kerimede de insanın yerden yaratıldığı anlatılır: “Sizi topraktan yetiştirip yaratan, sizi orada yaşatan O’dur.” (Hûd sûresi, 11/61)
Nûh sûresindeki “enbete (yetiştirdi, bitirdi)” fiili yerine bu iki âyette “halaka (yarattı)” ve “enşee (inşa etti, yarattı)” filleri kullanılmıştır. Esasında tefsirciler enbete fiiline de yaratma manasını vermişlerdir. Burada enbete fiilinin tercih edilmesinin sebebi, yaratmanın güzelliğine ve kemaline dikkat çekmektir.
Âyetin sonunda geçen “nebâtâ” ifadesi için iki farklı mana verilmiştir. Bazıları bunun “inbâtâ” manasına delalet eden bir mef’ul-ü mutlak (fiilin manasına kuvvet kazandıran bir mef’ul) olduğunu belirtmiş, bazıları da “bitki” manası vermiştir. Bu ifadeyi, Hz. Meryem’in yaratılışını anlatan, وَأَنْبَتَهَا نَبَاتًا حَسَنًا “Rabbi onu pek güzel bir tarzda yetiştirdi.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/37) âyetiyle birlikte düşünecek olursak, burada bir bitkiden değil, yaratmanın güzelliğinden bahsedildiğinin açık olduğu görülür. Çünkü Hz. Meryem’in bitkiden insana evrimleşmediği kesindir.
d) Kasas Sûresi 68. Âyet
وَرَبُّكَ يَخْلُقُ مَا يَشَاءُ وَيَخْتَارُ مَا كَانَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ سُبْحَانَ اللهِ وَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ “Senin Rabbin dilediğini yaratır, dilediğini seçer. Onların ise seçme hakları yoktur. Allah, onların uydurdukları şeriklerden münezzehtir, yücedir.” (Kasas sûresi, 28/68)
Evrimciler bu âyette geçen “seçme” ile doğal seleksiyon arasında bir irtibat kurar ve seleksiyonun Kur’ânî bir tabir olduğunu söylerler. Fakat onlara göre bu seçimi yapan tabiat değil, Allah’tır. Yani canlılar, doğal bir seçimle değil, ilahî bir seçimle evrimleşmektedir. Bazıları ise doğal seçilimi kabul eder ve bunu Allah’ın tabiata koyduğu bir yasa olarak görür.
Evrimciler bu âyetin yanı sıra Fâtır sûresinde geçen şu âyeti de doğal seleksiyona delil getirirler: “Hamd, gökleri ve yeri yaratan, ikişer, üçer ve dörder kanatlı melekleri elçiler kılan Allah’ındır; O, yaratmada dilediği arttırmayı yapar. Şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir.” (Fâtır sûresi, 35/1) Evrimcilere göre bu âyette Allah’ın yaratmada dilediğini arttırmasının anlamı da canlıların evrimleşmesiyle ilgilidir.
Kasas sûresinde geçen âyetin sebeb-i nüzulü olarak Velid b. Muğire’nin şu sözü gösterilir: “Bu Kur’ân’ın, iki şehrin birindeki büyük bir adama indirilmesi gerekmez miydi?” (Zuhruf sûresi, 43/31) Yüce Allah, bu âyet-i kerimede Velid b. Muğire ve onunla aynı düşüncede olan müşriklerin göz ardı ettikleri bir gerçeğe dikkat çekiyor: O da peygamber seçiminin tamamıyla Allah’ın elinde olmasıdır. Zalim yöneticiler ve despotlar değişik makam ve mevkileri ele geçirebilir ve bunları haksızca diledikleri kişilere verebilirler. Fakat nübüvvet tamamıyla Allah’ın takdirindedir. Allah dilediğini yarattığı gibi, dilediklerini de -mutlak bir ilim ve hikmete binaen- peygamber seçer. Kimsenin bu konuda O’na ortak olma şansı ve yetkisi yoktur.
Fâtır sûresinde yer alan, Allah’ın yaratmada dilediği arttırmayı yapması şeklinde meal verilen يَزِيدُ فِي الْخَلْقِ مَا يَشَاءُ lafzı da çok geniş bir anlam yelpazesine sahiptir. Ali Bulaç, ilgili âyetin tefsirinde şu bilgileri verir: “Ayetin mutlak olduğunu söyleyen Zemahşeri, ‘Yaratılıştaki her artış buna dâhildir.’ der. Endamlı boy, orantılı yüz, vücut bütünlüğü, güç, iyi çalışan akıl, sağlam görüş-sağduyu, cesaret, müsamaha/hoşgörü, geniş yürek, ufku açık zihin, etkili üslup, akıcı dil, pratik zekâ vs. Kısaca şanı Yüce Allah dilediğinde yarattığı bütün nimetleri, lütuf ve ihsanları, maddi ve tabii zenginlikleri, refah ve mutluluğu, güvenlik ve özgürlüğü, adalet ve ahlâkî erdemleri arttırır, bunları birer rahmet olarak varlıkların ve insanların üstüne yayar.” (Ali Bulaç, Kur’ân Dersleri, 4/533)
Bütün bu manaları bir kenara bırakarak, delilsiz ve mesnetsiz bir şekilde söz konusu âyetlerden evrim teorisi çıkarmaya çalışmak fazlasıyla zorlama yorumlardır.
e) Bakara Sûresi 30. Âyet
وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُوا أَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاءَ وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ “Hani Rabbin, Meleklere, ‘Muhakkak ben, yeryüzünde bir halife var edeceğim.’ demişti. Onlar da, ‘Biz seni şükrünle yüceltir ve (sürekli) takdis ederken, orada bozgunculuk çıkaracak ve kan dökecek birini mi var edeceksin?’ dediler. (Allah) ‘Şüphesiz sizin bilmediğinizi ben bilirim.’ dedi.” (Bakara sûresi, 2/30)
Evrimi kabul edenlerin evrime delil sadedinde zikrettikleri diğer bir âyet de budur. Onlara göre meleklerin, “Orada bozgunculuk çıkaracak ve kan dökecek birini mi var edeceksin?” demelerinin sebebi, Hz. Âdem’in vahşi atalarının yani hominid denilen insansı yaratıkların yeryüzünde yaptıkları bozgunculuk ve fesattır. Yani evrimcilere göre bu âyet, Hz. Âdem’den önce yeryüzünde yaşayan insansı varlıklara işaret eder. Güya melekler, onların hayatlarını bildikleri için, Hz. Âdem’in de onlar gibi olacağından endişe etmişlerdir.
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki “bozgunculuk yapma” ve “kan dökme” gibi yıkıcı fiiller, Hz. Âdem’den önce yaşamış ve henüz yeterince evrimleşememiş yarı vahşî varlıklara mahsus değildir. Zira insanoğlu Hz. Âdem’den bu yana meleklerin endişesini haklı çıkarak dünya kadar zulüm ve vahşetler işlemiştir. Hatta günümüzde yaşayan insanların hayatına bakıldığında da fitne, fesat, bozgunculuk, cinayet, soykırım ve işkence gibi insanlık dışı bütün kötü fiillerin hâlâ devam edip gittiği görülür. İnsanlığın onca ilerlemesi ve medenileşmesi de maalesef onun tahrip edici yönünü değiştirememiştir. Dolayısıyla fesat sadece maymunsu veya insansı varlıklara değil, bilakis insana has bir özelliktir.
Burada, meleklerin insanoğlunun bu negatif özelliklerini nasıl bildikleri şeklinde bir soru akla gelebilir. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki icaz, yani az kelimeyle çok şey anlatma Kur’ân âyetlerinin genel bir özelliğidir. Pek çok Kur’ân kıssası anlatılırken konunun özü açısından çok da önemli olmayan detayların atlandığı ve bunların insan zihnine havale edildiği görülür. Dolayısıyla bu kıssada da Allah’la melekler arasında geçen daha başka konuşmalar olabilir. Allah, meleklere, insanoğlunun yapacağı zulüm ve fesadı bildirmiş ve bunu işiten melekler de şaşkınlıkla yukarıdaki soruyu sormuş olabilirler.
Nitekim İbn Kesir’in, İbn Abbas ve İbn Mes’ud gibi sahabenin önde gelenlerinden naklettiği şu rivayette meleklerin, yeryüzünde yaratılacak varlık hakkında önceden bilgilendirildikleri anlaşılmaktadır: “Allah, meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım dedi.’ Melekler de, ‘Ey Rabbimiz bu halife ne olacak?’ dediler. Bunun üzerine Allah şöyle cevap verdi: Onun yeryüzünde fesat çıkaran, birbirini kıskanan ve birbirini öldüren evlâtları olacak.” (İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azîm, 1/217-218)
Kur’ân Yolu tefsirinde şöyle bir ihtimal üzerinde de durulur: “Âdem’in yaratılışını müşahede etmişler, onun maddî ve mânevî özelliklerini görüp bilmişler ve bu özellikleri taşıyan bir varlığın hem iyi hem kötü işler yapabileceğini, onun yapısından ve tabiatından çıkarmışlar, buna dayanarak sorularını sormuşlardır.” (1/104)
Müfessirlerin bu konuda üzerinde durdukları diğer bir açıklama da, Hz. Âdem’den önce yeryüzünde cinlerin yaşadığı ve meleklerin de onlar hakkında elde ettikleri bilgiden yola çıkarak böyle bir soru sorduklarıdır. Hicr sûresinde geçen şu ayet-i kerime de cinlerin insanlardan daha önce yaratıldıklarını gösterir: “Andolsun, insanı kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattık. Cinleri de (insanlardan) daha önce, zehirli ateşten yaratmıştık.” (Hicr sûresi, 15/26-27)
İbn Atıyye, İbn Abbas’tan şöyle bir nakilde bulunur: “Âdemoğlundan önce yeryüzünde cinler vardı. Orada fesat çıkardılar, kan döktüler. Allah da onların üzerinde meleklerden bir taife gönderdi. Melekler onları öldürmeye başladılar. Kalanlar dağ başlarına, denizlerdeki adalara kaçtılar. Onlardan sonra Âdem ve nesli onların yerine geçti.” (İbn Atıyye, el-Muharraru’l-vecîz, 1/117)
Bu konuda üzerinde durulan diğer bir ihtimal de meleklerin insanoğlunun yeryüzünde işleyecekleri kötülükler hakkındaki bilgiyi Levh-i Mahfuz’dan öğrendikleri şeklindedir. Zira, “Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.” (Hadid sûresi, 57/22); “Gökte ve yerde gizli hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta yer almasın.” (Neml sûresi, 27/75); “Biz her şeyi, apaçık bir kitapta tespit edip korumuşuz.” (Yâsin sûresi, 36/12) âyetlerinin de açıkça beyan ettiği üzere, insanoğlu yaratılmadan önce onunla ilgili bütün bilgiler Levh-i Mahfuz’da kaydedilmiştir.
Allah’ın, “Muhakkak ben, yeryüzünde bir halife var edeceğim.” sözünden anlaşılan mana da o güne kadar yeryüzünde böyle bir canlının bulunmadığıdır. Meleklerin, bu olayı hayretle karşılayıp hikmetini anlamaya çalışmaları da o güne kadar insan türü hakkında bilgi ve tecrübe sahibi olmadıklarını göstermektedir. Sırf meleklerin bu sorusundan yola çıkarak, âyette geçen Allah’ın halife yaratma fiilini, insanın maymunsu canlılardan evrimleşmesi şeklinde tevil etmek delilden yoksun bir yorumdur.
f) İnsanoğlunun Hilafeti
Evrimciler yukarıda geçen Bakara sûresindeki âyette ve daha başka âyetlerde (En’âm sûresi, 6/165, A’râf sûresi, 7/69, Yunus sûresi, 10/14; Sa’d sûresi, 38/26;) Hz. Âdem ve insan türü için kullanılan “halife” lafzından da kendi teorileri adına pay çıkarır ve insanoğlunun hominidlerin halifesi olarak yaratıldığını iddia ederler. Ne var ki insanın hilafet sahibi olması, sürekli medih ve minnet makamında zikredilir. Bu, insanoğlu için büyük bir şeref kaynağı olarak takdim edilir. Maymunsu canlıların halifesi olmayı, aklı başında hiç kimse bir övgü ve şeref vesilesi olarak görmeyecektir. Bu sebeple insan, maymunsu varlıkların değil, Allah’ın halifesidir. O, yeryüzünde, Allah adına tasarrufta bulunacak bir varlıktır.
Görüldüğü üzere buradaki hilafetten kastedilen mana, sadece bir başkasının yerine geçerek onun halefi olma değildir; bilakis yeryüzünde egemen olma ve hüküm sürme yetkisine sahip olmadır. İslâm Ansiklopedisinde de Hz. Âdem’in halife olması şöyle izah edilir: “Daha tutarlı ve genel kabul gören bir görüşe göre bu kelime, ‘daha önceki bir insan topluluğunun halefi, onların yerini alan’ mânasında değil, ‘Allah’ın vekili, yeryüzünde O’nun hükümlerini yaşatan, uygulayan, dünyayı imar, insanları idare ve terbiye eden, dünyadaki diğer bütün canlılardan üstün olan, onları emri altına alan’ anlamında kullanılmıştır.” (DİA, “Âdem”)
Hâsıl-ı kelam insanın halife olarak yaratılmasıyla evrim teorisi arasında bağ kurmanın hiçbir meşru temeli yoktur.
Önümüzdeki hafta Hz. Âdem’in yaratışını anlatan ayetleri ele alacak ve bunların evrim teorisi açısından ne mana ifade ettiği üzerinde duracağız.
Kaynak: Tr724