Son zamanlarda, toplumda daha ziyade ”İstanbul Sözleşmesi” olarak da bilinen fakat hukuki adı; Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi olan bir uluslararası hukuk metninin gündemde olduğunu, bu durumun da metne yönelen yoğun eleştirilerden kaynaklı olduğunu görmekteyiz.
İlgili Sözleşme, aslında kadına yönelik cinsiyet temelli şiddet ile ev içi şiddetin önlenmesi ve bu şiddet türleri ile etkin mücadele için 11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da imzaya açıldı. Metin aynı zamanda bir Avrupa Konseyi sözleşmesi ve ülkemiz bu sözleşmenin ilk imzacı devletlerinden biridir. 1 Ağustos 2014 tarihinde Sözleşme yürürlüğe girdi.
Bu noktada öncelikle belirtilmesi gereken; sözleşmenin kadına yönelik şiddeti, cinsiyet temelli şiddet olarak baz alması ve toplumsal cinsiyet eşitliğine vurgu yapmasıdır. Aynı zamanda aile kavramına da hem başlıkta hem de içerikte atıf yapılmış ve aile içindeki şiddete yönelik olarak da düzenlemeler yer almıştır. Her ne kadar sözleşmenin orijinal metninde aile içi şiddet kavramı esasında ev içi şiddet olarak yer alsa da sözleşme Türkçe’ye çevrilirken bu kavram aile içi şiddet kavramına dönüştürüldüğü için bu yazıda sözleşmenin Türkçe metnine sadık kalınarak “aile içi şiddet” kavramı kullanılacaktır.
Şiddet en ‘güvenilir’ yerde gerçekleşiyor
Sosyolojik araştırmalar ve gündelik hayat pratiklerinden de bildiğimiz üzere bilhassa kadına ve çocuğa yönelik şiddet olguları daha ziyade ”en güvenilir” yerler olarak düşünülen evlerde meydana gelmekte ve faillerin büyük bir çoğunluğu da hayatta kalan kişinin (hukuki adı ile mağdurun) yakın çevresinde bulunmaktadır.
Bu durumda Sözleşme sadece kadına yönelik cinsiyet temelli şiddetin sosyal hayatta bitirilmesinin yeterli olmayacağı öngörüsü ile dokunulmaz olarak kabul edilen aile içi kavramına da dokunmuş ve yüzyıllardır görülmek istenmeyen aile içi şiddeti vurgulayarak bu durumun da devletlerin önlem alması gereken bir olgu olduğunu belirtmiştir.
Her ne kadar şiddet kavramı günümüzde genelde sadece fiziksel şiddet kavramı için kullanılıyor olsa da sözleşmenin öne çıkardığı en önemli noktalardan biri, şiddetin sadece fiziksel olmadığıdır. Şiddet dijital, psikolojik, cinsel, ekonomik şekillerde de karşımıza çıkabilmektedir. Buna bağlı olarak bilhassa kadınlar şiddete en çok maruz bırakılan grupların başında gelmektedir. Sözleşme esasında kadınlara ek olarak aile içinde yer alan tüm kırılgan gruplara yönelik şiddetle etkin mücadele önerir ve önleyici koruyucu tedbir kavramının da altını çizer. Sözleşme hem özel hem de kamusal alandaki şiddeti tüm boyutları ile yasaklamaktadır.
Madde 3/a uyarınca, “kadına yönelik şiddetten”, ister kamusal ister özel yaşamda meydana gelsin, toplumsal cinsiyete dayalı tüm şiddet eylemleri anlaşılacaktır. Madde 4/1 uyarınca, Taraf devletler, gerek kamusal gerekse özel alanda tüm bireylerin özellikle de kadınların şiddete maruz kalmaksızın yaşama hakkını sağlamak ve korumak için gerekli olan hukuki ve diğer önlemleri alacaklardır.
Dolayısıyla Sözleşme, yalnızca ev içindeki (genellikle eş veya partnerler veya ebeveyn ve çocuklar gibi farklı kuşaklar arasında meydana gelen) kadınlara yönelik şiddeti değil, aynı zamanda kamusal alandaki (örneğin aynı evi paylaşmasa bile eski eşin veya partnerin kamusal alanda yönelttiği) şiddeti, işyerleri, okullar, karakollar, hapishaneler vb. kurumlardaki kadınlara yönelik şiddeti de yasaklamaktadır.
Biyolojik cinsiyet ayrımı yapmıyor
Sözleşmede kız çocukları ve oğlan çocukları da kırılgan grupta yer almakta olup aile içi şiddet mağduru olan yetişkin erkekler de aile içi şiddet kavramı içinde korunmaktadır. Bu noktada sözleşmenin aile içi şiddeti tanımlarken herhangi bir biyolojik cinsiyet ayrımı yapmaması çok değerlidir. Aynı zamanda sözleşmede aile kavramı sadece resmi nikah akdi ile evlenmiş kadın ve erkek için değil aynı evi paylaşsın ya da paylaşmasın aslında tüm çiftler geçerlidir ve tüm çiftler arasındaki şiddetin kabul edilemez olduğu vurgulanmaktadır.
Önemli olan bu sözleşmenin sağladığı haklardan yararlanmak için aynı evi paylaşmak ve resmi nikah şartı taşımak gerekmediğidir. Böylece aralarında dini nikah olanlar, herhangi bir nikah olmadan birlikte yaşayanlar sadece aynı evi paylaşanlar ya da aynı evi paylaşmayıp aile içerisinde yer alanlar veyahut da eski partnerler bu sözleşme kapsamında mevcut olayın içeriğine göre mağdur ya da fail konumunda olabilirler.
Burada eleştirilerin en fazla yöneldiği konu olan LGBTİ+ bireylere evlilik izni verildiği, onlara ”ayrıcalık” tanındığı gibi esasında Sözleşmede yer almayan yanlış yönlendirmelere de dikkat çekmek gerekir. Şöyle ki; sözleşme LGBTİ+ bireylere yönelik özel düzenlemelere yer vermemiş ve onlara ayrıca diğer bireylere tanınmayan ekstra bir hak tanımamıştır.
Cinsel kimlik
Sadece Madde 4/3’te cinsel yönelim, cinsel kimlik gibi kavramlar diğer kavramlara ek olarak kullanılmış ve aslında şiddet mağduru olan kimsenin cinsel yönelimi ya da cinsel kimliği yüzünden herhangi bir ayrımcılığa uğramadan şiddetten korunması gerektiği vurgulanmıştır. Bu da aslında şu demektir: Aile içinde bir LGBTİ+ birey şiddete uğrarsa bu birey de sözleşme sayesinde şiddetin son ermesini, failin cezalandırılmasını ve kendisine devlet tarafından maddi manevi destek sağlanmasını talep edebilir. Peki ya da bu madde olmasa idi? O zaman şöyle mi demeliydik: Kişi eğer heteroseksüel ve erkek değilse şiddet mağduru olsa dahi devlet tarafından korunamaz ve hiçbir haktan yararlanamaz.
Aslında Sözleşme sanıldığı gibi toplumsal yapıyı bozmaktan ziyade toplumsal yapıyı güçlendirmek için var. Şiddet mağdurunu korumak, gerekirse failleri rehabilite etmek, aileleri ve toplumu şiddetten arındırmak için var. Çünkü biliyoruz ki gerçekten sağlıklı bir aile, içindeki tüm bireylerin güçlü ve bağımsız olduğu, şiddetin asla yer almadığı ailedir. O halde toplumu güçlendirmek için yapmamız gereken İstanbul Sözleşmesini feshetmek değil aksine canla başla uygulamaktır. Çünkü İstanbul Sözleşmesi yaşatır!
** Kardelen Yarlı, İstanbul Barosu Çocuk ve Kadın Hakları Merkezi Üyesi ve Cinsel Şiddet ve Çocuk İstismarı Projesi eğitmeni olup aynı zamanda Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu gönüllü avukatıdır. Kendisi, 2017 yılından beri Yarlı Hukuk Bürosu kurucu avukatıdır. Çocukların cinsel istismardan korunması konusunda da çok fazla proje yürütmüştür.