YORUM | REŞİT HAYLAMAZ
Yine fetih sonrasıydı. Yanına, yıllardır ayrı kaldığı amcasını çağırıp, “Ey Abbâs!” diye seslendi. “Kardeş çocukların olan Utbe ve Muattıb’ı göremiyorum; onlar nerede?”
Üslûbundaki şefkat ve merhamet, Hazreti Abbâs’ın da (radıyallahu anh) içini ısıtmıştı. Zira Utbe ve Muattıb, ebedi yok oluşla göçüp giden ve Tebbet Sûresi’yle bu yıkılışı tescil edilen Ebû Leheb’in iki oğluydu. Onlardan Utbe, Mekkelilerin vaatlerine kanarak Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) kızı Rukayye’yi boşamış ve başta Habîb-i Kibriyâ (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Hadîce Validemiz (radıyallahu anhâ) olmak üzere aileye derin acılar yaşatmıştı. Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) bir diğer kızı Ümmü Gülsüm de (radıyallahu anhâ), Ebû Leheb’in bir diğer oğlu Uteybe ile sözlüydü ve aynı kader, o gün onun için de mukadderdi!
“Yâ Resûlallah!” dedi, Hazreti Abbâs (radıyallahu anh). “Kureyş müşriklerinin bazılarının yaptığı gibi onlar da gözden kayboldu; kaçtılar!”
Aldığı cevap karşısında, ‘Daha ne duruyorsun!’ dercesine amcasına bakarken, “Peşlerinden git ve onları da bana getir!” buyurdu.
O gün, bayram içre bayramların yaşandığı Mekke’yi Hazreti Abbâs da (radıyallahu anh) bıraktı ve kindar kardeşi Ebû Leheb’in çocuklarının peşine düştü; sordu soruşturdu ve onları Urane vadisinde buldu.
Oturdu ve uzun uzadıya konuştu. Sinesini herkese açan Şefkat Güneşi’inden bahsetti ve onları, yakın körlüğünden uyandıracak manzaraları resmetti, bir bir. Sonra da ‘Daha ne diyeyim; haydi, daha ne duruyorsunuz?’ dercesine bir bakışla, “Resûlullah sizi çağırıyor!” dedi.
Amcalarının bu samimi duruşu ve anlattıkları onları da etkilemişti; zira, hiç ihtimal vermedikleri işler oluyor, tahmin bile edemedikleri gelişmeler yaşanıyordu!
Geliyorlardı!
Ebû Leheb’in iki oğluyla birlikte amcasının gelişini gören Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) sevincine diyecek yoktu. Mübarek ellerini uzattı ve Utbe ile Muattıb’ın ellerinden tuttu; yetmedi, kollarını açtı ve birisini bir koluna diğerini de diğerine alarak onlarla birlikte Kâbe’ye yöneldi.
Kâbe’nin kapısı ile Hacer-i Esved’in arasında bulunan ve duaların en çok kabul gördüğü yer olarak tarif ettiği Mültezem’de durdu; mübarek ellerini açmış, dua dua yalvarıyordu!
Bir aralık yüzündeki beşâşeti fark eden Hazreti Abbâs (radıyallahu anh), “Allah (celle celâlühû) yüzündeki sürûru eksik etmesin, yâ Resûlallah!” dedi ve sordu:
“Yüzünüze akseden bu tebessümün sebebi nedir; ne oldu ki tebessüm ettiniz?”
İstediğini almış olmanın huzuruyla amcasına dönen Fahr-i Rusül Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Evet” buyurdu. “Ben, amcamın şu iki oğlu için de talepte bulundum; Allah (celle celâlühû) onları da bana bağışladı!”
Bağışlanan, bağışlanırdı!
O gün, bu tatlı su kaynağına onlar da kavuştu ve bir daha da hiç ayrılmadılar. Hatta o kadar hızlı mesafe aldılar ki birkaç gün sonra cereyan eden Huneyn’e, ayaklarının tozuyla onlar da katıldı. Bir farkla ki binlerin panik yaşadığı amansız tuzak karşısında o gün sebat eden 80 kişiden birisi Utbe, diğeri de Muattıb (radıyallahu anhümâ) idi.
Fetih günü gelenler, şüphesiz Ebû Leheb’in sadece oğulları değildi; kızları Dürre, İzzet ve Hâlide de (radıyallahu anhünne) gelmiş, anne-babalarını Cehennem’e götüren yolu bırakıp Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ile yollarını birleştirmişlerdi.
Ne var ki biyolojik bir gerçeklik vardı ve onlar, Cehennemlik oldukları Kelâm-ı Rahmân ile tescilli bir anne-babanın çocuklarıydı. Üstelik, henüz herkeste aynı hassasiyet yoktu ve Tebbet Sûresi’ni nazara alarak bazı insanlar, bunu dillendiriyor ve onların bulundukları meclislerde de konuşabiliyorlardı.
İkide bir aynı durumun hatırlatılması, hatta bu sebeple hicretlerinin bile geçersiz olduğunun söylenmesi üzmüştü, onları. Olup bitenlere dayanamayan Hazreti Dürre (radıyallahu anhâ), cesaretini topladı ve Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) huzuruna geldi; için için ağlıyordu. “Yâ Resûlallah!” dedi. “Bu memlekette bir tane müşrik çocuğu ben miyim ki bana bunları söylüyorlar?”
Duydukları karşısında can evinden vurulmuştu, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem); “Otur ve biraz sabret!” buyurdu. 21 yıllık emeklerin, bir anlık tepkilerle kaybına tahammülü yoktu. Vakit girer girmez öğlen namazını kıldırdı ve akabinde ashabına dönerek, “Ey insanlar!” dedi. İlgili âyetleri okuyarak suçun ferdiliğini anlattı, bir bir; ‘cürmü kim işlemişse, ceremesini de o çeker!’ diyordu. Ardından hiç eğip bükmeden sözü, gönlü kırık Hazreti Dürre’nin (radıyallahu anhâ) anlattıklarına getirdi ve şöyle devam etti:
“Bazı insanlara ne oluyor ki nesebim konusunda beni rencide ediyor, akrabalarıma sıkıntı vermek suretiyle bana da eziyet veriyor?
Şunu iyi bilin ki yakınım ve akrabalarımdan herhangi birisine eziyet eden, bana eziyet etmiş demektir ve bana eziyet edenin de Allah’ın gazabına davetiye çıkardığı muhakkaktır!
Allah’a yemin olsun ki benim şefaatim, ilk önce akrabalarım için devreye girecektir.
Ölülerden dolayı neden yaşayanları rencide ediyorsunuz?
Sizin nesebiniz var da benim yok mu?
Dürre, amcamın kızıdır; bundan böyle hiç kimse, onun hakkında hayırdan başka bir şey söylemesin!”
Görüldüğü üzere adını da açıktan söylemiş, örselenen duygularını daha oracıkta tamir etmişti! İçinde bulunduğu ortam da etrafındaki insanlar da gözünden silinip gitmiş, âdeta Cennet’in bütün kapıları önüne açılmış gibi bir hissiyatın içindeydi Hazreti Dürre (radıyallahu anhâ) ve şimdi, sarıp sarmalayan ve yüreğine dokunan bu şefkat karşısında sevincinden ağlıyordu!
Üstelik, herkes dersini almış, hangi konuya nereden bakacaklarını da anlamışlardı!
Aradan bunca zaman geçmiş olmasına rağmen ortada hâlâ bir çarpıklık varsa şüphesiz ki bunun sebebi, söz konusu Nebevî dersten nasipsizliktendir!
Kaç haftadır burada mevzu edilen örnekler de göstermektedir ki O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) bu tavrı, sadece Ebû Leheb’in çocukları için değil, bilakis herkes için geçerlidir!
Zira O (sallallahu aleyhi ve sellem), yaşatmak için gelen bir Peygamber’dir!