Avukat Çiğdem Koç, cezaevinde 4. yılı dolduran gazeteci-yazar Ahmet Altan’la ilgili bir yazı kaleme aldı.
“Hapse düşmek, hapiste düşmemek’ başlıklı yazıda Koç, “Sonuçta, Ahmet Altan, hapse düştüğü dört yılı “hapiste düşmeden yatmanın raconunu keserek” tamamladı çoktan. Ancak hapiste düşmeden yatmak; işte o bambaşka bir iş. Hapse düşmek ne kadar sıradansa, hapiste düşmeden yatmak da bir o kadar kim olduğunla alakalı.” diyerek Ahmet Altan’ı anlattı.
İşte o yazı;
Hapse düşmek, hapiste düşmemek
Sonuçta, Ahmet Altan, hapse düştüğü dört yılı “hapiste düşmeden yatmanın raconunu keserek” tamamladı çoktan.
Malum, günümüzde “hapse düşmek” gayet sıradan bir mesele. Söylediğiniz bir cümle, yazdığınız bir satır sizi “mahpus” yapmaya fazlasıyla yeter. Bir tek hakimin, bir tek sözüne bakar; sulh içinde cezalandırılıp en uygun hapishaneye gönderilebilirsiniz ivedilikle.
Ancak hapiste düşmeden yatmak; işte o bambaşka bir iş. Hapse düşmek ne kadar sıradansa, hapiste düşmeden yatmak da bir o kadar kim olduğunla alakalı. Cezaevi görüşlerinde, diğer görüş odalarındaki mahpusların ve onları ziyarete gelenlerin yüzündeki ölçülü gülümsemeden belli olur hapiste nasıl yatıldığı kimi zaman.
Mesela; sadece üç yazısı nedeniyle dört yılı aşkın zamandır tutsak olan Ahmet Altan, 23 ülkede yayımlanan ve ödüllere doyamayan bir kitap, daha yeni doğmuş bir roman ve dünyanın en prestijli gazete ve dergilerinde büyük ses getiren yazıların yanı sıra, hapiste yatmanın da manifestosunu yazdı. Kendisi olduğu için hapsedilen bir yazarın kim olduğunu bütün dünyaya okuttuğu bir destan oldu hapisliği.
“Özgürlük, öncelikle yeni bir cümle arama gerekliliğini fark etmek, bunun için çaba gösterebilmektir bence. Ve bunu her şartta, hatta şartların çok zorlayıcı olduğu hapishanede de yapabilirsiniz. Çeşitli nedenlerle kendini kıstırılmış hisseden, bunalan, sıkılan, üzülen insanlara kendilerine ait yeni bir cümle aramalarını öneririm.
O cümleyi bulamayabilirler ama sadece aramak bile onları teselli edecek ve eğlendirecektir. Özgürlük eğlencelidir çünkü. O eğlenceli özgürlüğü de ancak kendi zihninizin içindeki maceralarda keşfedersiniz. Etrafınızda ne kadar kalın duvarlar olursa olsun.” diyor bir yazısında ve görüş kabininde onu görenlerin yüzünde beliren saygılı gülümsemelere, istisnasız herkesin içtenlikli ve coşkulu selamlamalarına tanıklık edince, yazdığı her satırın, kurduğu her cümlenin ve bütün bunları aynı zamanda görünür kılan duruşunun anlamını kavramak daha da mümkün oluyor. Hapse düşmenin değil, hapiste düşmemenin gerçekliğinden daha özel, daha müthiş bir gerçeklik olamayacağını da anlıyorsunuz o zaman.
Ahmet Altan, geçen yıl bu zamanlar hükümle tahliye edilmişti. Herkes biliyordu onun herhangi bir örgütle, grupla bir bağ-ım-lılık ilişkisi olamayacağını, herkes biliyordu onun derdinin sadece gerçek bir demokrasi, barış ve hukukun nefesinde büyüyen bir ülke olduğunu. Gel gör ki, ona bir suç uydurmak gerekiyordu fırsat varken ve henüz ceza kanunlarımızda “Ahmet Altan olmak” gibi bir madde bulunmadığından, “üye olmamakla birlikte yardım” denen ve canınızın çektiğini hapsetmenize yarayan bir tuhaflıktan hüküm kurulmuş, ama onu hapiste tutmak artık çok ayıp olduğundan tahliye edilmişti.
Tahliyesinin hemen ardından şöyle yazmıştım:
“Ahmet Altan’ın bedeni de özgür artık, ruhu hiç tutsak olmamıştı zaten…
Şimdi en azından gökyüzüne doya doya bakabilecek, sevdiklerine arada bir engel olmadan sarılabilecek, dilediğinde onları arayabilecek, deniz kenarında yürüyebilecek ve yazılarını uygun bir ortamda yazabilecek…
‘Özgürlük, yeni romanlarla gelecek diye bir daha sevinelim’ diyeceğim; anadilimiz henüz o kadar özgür değil maalesef. Yasak dillerin acısını tınmayanlara bir derstir belki de bu da.
Bir yanımız kuş olup uçuyor her tahliye ile ama bir yanımız kalanlar için hala öfkeyle, üzüntüyle karışık bir duyguya teslim. Dostlarımız ve masumiyetlerine inandıklarımız hep birlikte o demir kapının bu yanına gelmeden tamamlanamayacağız.
Dostumuz olmasa da, hatta hiç sevmesek de masum oldukları için haksızlığa uğrayanlara dair de aynı duyguyu taşıyabilmek bu arada kastım; sadece benden olana adalet istemeyecek kadar ar damarım var.
Ancak maalesef adalet bu ülkeye gelmeyecek, hukuk devleti denen şey de öyle. Bu, iktidarların yargıya sahip olmak adına duyduğu gayet sağlıklı şehvet nedeniyle değil, toplumun büyük çoğunlunun aslında hukuk devleti, adalet, hukuk gibi kavramlarla gerçekten ilgili olmamasından. Düşman ceza hukukunu içselleştirebildiği için gerçek anlamıyla hukuk ve adalet duygusuna içinde yer kalmamışların, gerçeğin değil algının, demokrasinin değil hamasetin esiri olmuş ruh halinin konforundan vazgeçemeyen bir toplum zaten hak etmez hukuk devleti falan. ‘İskambil kağıdından yapılma kulelerden yapılmış gerçek(!)lerin enkazı altında kalmadan bu toplumun aklı başına gelmez’ zannederdim, ama bu toplum enkaz altında kaldığını anlayacak durumda bile değilmiş.
Bu günün konusu değil, sevincimi ahmaklığın gölgelemesine izin vermeyeceğim; ama haddini aşmakta beis görmeyen bu birbirinden farksız salyalı hamaset ve bu iki yüzlü masumiyet(!) beni çok tiksindiriyor. Bu sahtelikten korkuyorum çünkü içimde saplı bıçak her ahlaksız sahte söylemde bir kez daha dönüyor; kan kaybından ölmemek için ne yapmam gerektiğini bilmiyorum.
Neyse, bu hesap sonraya kalsın, nihayetinde ‘hepiniz sahtesiniz’ denilerek terk edilen bir dünyada kalanlardanım ben de; bunun utancı da başka bir zaman vursun hepimizi.
Siz, hoş geldiniz Ahmet Altan…
Bir an dahi boyun eğmeden, bir an dahi öfkeye teslim olmadan, yazarak, üreterek ve dünyayı fethederek geçen yılların ardından ve kimsenin zamanınızı çalmasına izin vermeden, her sözünüzle dimdik durarak, her duruşmada bir kez daha tarih yazarak ve bir yazarın büyüsüyle o duvarları delip geçerek geçen yılların ardından hoş geldiniz. Siz hoş geldiniz, umarım hoş da bulursunuz.Malum, bir açık hava cezaevi ile tımarhane arası bir yerlerdeyiz; kendi arafımıza çakıldık kaldık…
Siz, daha da güçlenerek, daha da büyüyerek çıktınız o cezaevi kapısından; sayenizde biz de büyümeyi öğrendik öğrenebildiğimiz kadar tabi…
Varlığınızla ve sizinle aynı anadilini paylaşmakla gurur duyuyorum.
Hoş geldiniz…”
Bu satırları yazarken, bir yandan da gayet iyi biliyordum, onun kadar tehlikeli(!) bir adamı rahat bırakmayacaklarını, kendilerinden başkasına adalet ve demokrasi talep edemeyenlerin cehenneminde, mertçe karşısına çıkamayacak ama kalleşçe hesaplaşabileceklerini zannedenlerin utanmazlıklarının boyutunu biliyordum. Kendilerinden başka doğru kabul etmeyenlerin, durup durup çantalarından çıkardıkları Taraf manşetlerini diledikleri yalanla soslayıp servis ederek tatmin olanların, asla yaşananlara dair sorumlulukları yokmuş gibi utanmaz ve hep asıl sorumluyu gösteremeyecek kadar korkak zihniyetlerinin, hastalıklı bir nefretle bu tahliyeye dayanamayacaklarını da biliyordum. Konu Ahmet Altan olunca, sınır tanımaz bir çürümüşlükte yan yana saf tutacaklarını, yalan söylemek için yarışırken, birbirlerine ne kadar çok benzediklerini görmezden gelip nasıl da pişkince nutuklar atacaklarını gayet iyi biliyordum.
Ama aynı zamanda, hapse düşmeyi umursamayan ve hapiste düşmeden yatmanın kitabını yazmış bir adamı korkutmanın mümkün olamayacağını da biliyordum. Bu kadar adaletsizliğin olduğu, çürümüşlüğün kokusunun ucuz parfümlerle bastırılmaya çalışıldığı bir coğrafyanın deneyimli bir savaşçısı olan Ahmet Altan’ın kendisine hapsolmayacağını, susmayacağını ve korkmayacağını da biliyordum. “Haklı olanın omuzlarının güçlü olacağını “ bizzat onun satırlarından öğrenmiştim ben. Duruşma salonlarında yankılanan sesini duymuş, o tarihi savunmaları dinlemiş olanların asla şüpheye düşmeyecekleri bir inançla biliyordum; ne geri adım atacaktı ne de kimseyi geride bırakacaktı. Bu ülke onundu ve o, ülkesi için doğru olduğuna inandığı kavgayı vermekten vazgeçmeyecekti; insan olmaktan asla!
Biliyordum; “Varmak istediğin yerlere vardığını zaman kanıtladığında, anılarım senden başka kimsenin duyamayacağı bir mutluluk ıslığıyla, eski bir meslektaş olarak makinenin tuşlarından göz kırpacaktır sana” diyen babasının ıslığını duymaya devam ettikçe, hiç bir şeyin onu umutsuzluğa ve yılgınlığa sürükleyemeyeceğini.
O ise her şeyi benden ve herkesten daha iyi biliyordu elbette; kaç kavganın içinden ruhunda tek bir çizik olmadan çıkıp gelmişti çünkü. “Ben sizin hapisle korkutabileceğiniz bir adam değilim.” diye başlamamış mıydı zaten bu nefis hikaye?
Ve sadece günler sonra yeniden tutuklandığında en az o şaşırmıştı ve yine en az o öfkelenmişti. Dedim ya; o herkesten daha iyi biliyordu.
Hükümle birlikte elini dosyadan çekmesi gereken ilk derece mahkemesi böylesine açık bir hukuksuzluğa imza atmaktan ne kadar rahatsız oldu bilemem, ama Ahmet Altan hapisten çıktığı andan itibaren, geçmişle hesap görüyormuş gibi yapan, asıl hesabın hangi zihniyetle görülmesi gerektiğini saklamaya çalışan çok vatansever(!) çakma demokratlar rahat bir nefes almışlardır. Kutsalları arkasına saklanıp diledikleri kadar taş atabileceklerini, istedikleri kadar yalan söyleyebileceklerini ve böylece ezberletilmiş sloganlarla besledikleri dikenlerle süslü sahte demokrasi bataklığını bir süre daha kurutmadan koruyup içinde debelenebileceklerini düşündüklerine bahse bile girerim.
Onlara ve herkese açıkça ve bir kez daha söylüyorum; kanal kanal gezip, gazete köşelerinde kapmaca oynarken “ama şu, ve de bu, peki ya o neden hapiste?” konulu hukuksuzluğa karşı yürek burkan duruşlarında(!) bir türlü dillerinden dökülmeyen Ahmet Altan ismi bu coğrafyada yaşayan hiçkimsenin peşini bırakmayacak. Onun adı anılmadan, adalete dair söylenen her söz sahtedir ve sahtelik ne yaparsanız yapın gizlenemez. İki yüzlülük ve sahteliğin dönüp dolaşıp bir bumerang gibi vurduğu ama inatla ders almayan ucuz kahramanların anlamak istemediği tam da bu işte.
Sonuçta, Ahmet Altan, hapse düştüğü dört yılı “hapiste düşmeden yatmanın raconunu keserek” tamamladı çoktan.
Dosyası hala Yargıtay’da, AİHM kim bilir neyi bekliyor, onunla ilgili yapılan bütün hukuki başvurular Stephen King’in romanındaki Sis’in altında.
Bunlar bir yana da, çok daha önemlisi, O, dünyanın tutsak tek romancısı yani, bir romana daha başladı. Yaşamak mı yazmak mı denkleminde keyifle sek sek oynayan bir adama, “hapiste yatmak mı, dışarı çıkmak mı “ sorusunun sorulamayacağını bilerek kuruyorum bu cümleyi; yazının her şeyden daha kalıcı ve önemli olduğunu öğrenmişliğimle.
[