Türkiye’nin politik bir mit haline getirdiği “Masada olmak için sahada olmalıyız” prensibi Suriye’deki kısmi başarısına karşın Libya ve Kafkasya’da yürümüyor. Bu mantık, 1991’de Birinci Körfez Savaşı sırasında “Bir koyup üç alacağız” hesabıyla Irak’a kuzeyden cephe açmak isteyen ama ordu ve hükümetten gelen istifalar yüzünden planını hayata geçiremeyen, bunun yerine Çekiç Güç’e lojistik destek sağlayan dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın çizgisini güncelleyen bir vizyona dayanıyor.
Mart 2003’te, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarının henüz beşinci ayında, ABD’nin Irak işgaline ortak olmak için meclise getirilen tezkerenin altında benzer bir mantık yatıyordu. O tezkereyi reddeden meclis, 13 yıl sonra Kürtlerin Kobani ile Afrin’i birleştirme planlarını bozmak için Fırat Kalkanı Harekâtı’na yeşil ışık yakarak iktidara istediği oyun alanını açmıştı. Suriye’de parolanın “sahada olma” bölümüne uygun adımlar Türkiye’yi en azından Astana platformu çerçevesinde masaya taşısa da saha ve masa arasındaki ilişki her zaman doğru orantılı olmadı.
Bilek bükme siyaseti Türkiye’yi çatışmalarda taraf haline getirdiği için çözüm süreçlerinden dışlanıyor. Bunu Libya’da çatışma sonrası diyalog sürecinde ve Kafkasya’da 27 Eylül’den beri Ermenistan ile Azerbaycan arasında yaşanan savaşı durdurmaya yönelik çabalarda da görüyoruz.
10 Ekim’de Moskova’da Ermenistan ve Azerbaycan dışişleri bakanlarının Rusya lideri Vladimir Putin’in arabuluculuğunda yaptığı 11 saatlik görüşmeden çıkan dört maddelik ateşkes bildirisiyle Türkiye’nin arabuluculuk rolüne set çekildi. Bildirinin “Taraflar Minsk Üçlüsü başkanlığında masaya oturacak” ve “Müzakere formatı değişmeyecek” diyen 3 ve 4’ncü maddeleri açıkça Türkiye’yi masanın dışında tutuyor.
Bakü yönetimi Minsk Grubu’nda eşbaşkanlık statüsü verilerek ya da başka bir formül bulunarak Türkiye’nin çözüm mekanizmasına dâhil edilebileceğini savunuyor. Bu yöndeki çaba Moskova’daki ilk buluşmada karşılık bulmadı. Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev’in bildirideki koşulları onayladıktan sonra “Türkiye’nin çözüm sürecinin parçası olması gerektiği” yönündeki çağrısı da Erivan ve Moskova tarafından reddedildi.
Minsk Grubu Rusya, ABD ve Fransa’nın eş başkanlığında Karabağ sorununun çözüm mekanizması olarak BM Güvenlik Konseyi kararları ile de tescillenmiş durumda.
Ankara işgal altındaki toprakların Azerbaycan’a iade edilmesine yönelik kararlı tavrı ve Minsk Grubu’nun işlevselliğini sorgulayan söylemine karşın iki asırdır Rus nüfuz alanında bulunan Kafkasya’daki sınırlarının farkında. O yüzden Kafkasya’da denkleme girmek isterken arzularını Minsk sürecinde kayda değer bir rol almakla sınırlamak durumunda. Bu minvalde Minsk Grubu’nun 2009-2012 arasındaki müzakerelerde önerdiği ateşkesi gözleme misyonu kurulursa bunun parçası olmak da istiyor. Ayrıca bu misyonun Suriye’de olduğu gibi Türk-Rus ortak devriyesi mekanizması şeklinde sınırlamak Ankara’nın işine gelen bir seçenek. Bu, Rusya’nın rolünü Türkiye ile paylaşması anlamına gelir ki Moskova’nın buna yeşil ışık yakması hiç de kolay değil.
Sahadaki varlığın istenilen sonucu vermediğini gösteren benzer bir süreç Libya’da görülüyor. Libya’da BM himayesinde yürütülen temaslara Mısır’ın ev sahipliği yapması Türkiye’nin net olarak dışlanması anlamına geliyor. Sirte ve Cufra’yı kırmızı çizgi ilan eden Mısır, Libya’ya müdahale tehdidini fiiliyata geçirmeyerek arabuluculuk pozisyonunda kalmayı başardı.
Libyalı taraflar 6-9 Eylül tarihlerinde Fas’ın Buznika kentinde Merkez Bankası gibi egemen kurumlara yapılacak atamaları ele almıştı. Bu görüşmeler farklı konu başlıklarıyla Mısır’ın başkenti Kahire’de devam etti. 28-29 Eylül’de Hurghada’da Mısır’ın ev sahipliğinde BM’nin 5+5 Ortak Askeri Komite formatına göre düzenlenen toplantıda askeri ve güvenlik meseleleri müzakere edildi.
Bu görüşmeleri yeni anayasanın tartışıldığı Kahire’deki toplantılar izledi. 11-13 Ekim tarihlerinde düzenlenen toplantılara Tobruk merkezli Temsilciler Meclisi ve Trablus Merkezli Devlet Yüksek Konseyi üyeleri katıldı. Anayasa komitesinin ikinci tur görüşmeleri yine Mısır’da yapılacak. Görüşmelerin orkestra şefliğini Mısır İstihbarat Teşkilatı Başkanı Tümgeneral Abbas Kamil yapıyor.
Türk hükümeti ise Ankara’ya sıklıkla gelen Ulusal Mutabakat Hükümeti temsilcileri üzerinden duruma vaziyet etmeye çalışıyor. Almanya’nın iki taraf arasında daha dengeli ilişkileri sayesinde sürecin çatışmadan diyaloga evrilmesine hizmet eden çabaları alternatif yolu göstermesi açısından önemli.
Doğu Akdeniz’de enerji ve deniz yetki alanları konusunda yaşanan gerilimlerde ise esasen güç gösterisine gerek olmadan Türkiye’yi masaya taşıyacak imkân ve yollar mevcuttu.
Neticede Ankara kriz alanlarında oyun bozuculuğunu ispat ederken bir türlü “oyun kurucu” olamıyor. Bunun için gerekli stratejik yaklaşımlar geliştiremiyor. Bunun nedenlerine dair birkaç nokta üzerinde durulabilir:
-
Saha-masa denkleminin tutmaması her şeyden önce amaç-araç uyumsuzluğuna bağlı. Türkiye, NATO’nun ikinci büyük ordusuna sahip olmakla beraber uzak coğrafyalardaki askeri caydırıcılık kapasitesini abartıyor. Suriye, Libya ve Kafkasya’da insansız hava araçlarıyla (İHA) sergilenen başarıya aşırı “stratejik güç” anlamları yüklendi. Ancak bu tür bir güç tasavvuru, İHA’dan fazlasını gerektiriyor. Libya deneyimi, sınırlardan uzak maceralar için Türkiye’nin askeri kapasitesinin yeterli olmadığını gösterdi. Üstelik hükümetin “tamamen yerli İHA” efsanesi de Kanada’nın en kritik parçaları satmama kararını duyurmasıyla çökmüş oldu.
-
Güç kullanımıyla ilgili oluşan algı da önemli. Hükümet sıklıkla arkasını getiremediği tehditlerde bulunuyor. Bu tehditler artık pazarlığa yönelik birer şantaj-blöf ya da milliyetçi kışkırtmayla beslenen iç siyaseti döndürmeye yönelik hamleler olarak görülüyor.
-
Ankara müdahale ettiği ya da müdahil olduğu coğrafyalardaki “yakın komşu” faktörünü göz ardı ediyor. Libya krizinde büyük komşu Mısır’ın ağırlığı, Kafkasya’da Rusya’nın belirleyiciliği unutulan “hinterlant” faktörünü hatırlatıyor.
-
Ayrıca Türkiye desteklediği aktörlerin mutlak surette kendi rotasından çıkmayacağını zannederek hesap hatası yapıyor. Aliyev de Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti’ndeki ortaklar da Türk desteğinin bir noktadan sonra yüke dönüşmesini yani bu desteğin kendilerine manevra alanı bırakmayacak kadar dayatmacı olmasını istemiyor.
-
Çok kavgacı dış siyaset uluslararası alanda Türkiye’yi yalnızlaştırıyor. Haklı olduğu davalarda bile Ankara müttefiklerinden destek bulamıyor.
-
Suriyeli milislerin dış müdahale aracına dönüştürülmesi Türkiye’nin aleyhine işliyor.
Sonuç olarak dış politikanın artan oranda askerileşmesi diplomasi yeteneklerini geriletiyor. Diplomasi kanadı güç gösterisine eşit ağırlıkta eşlik edemediği gibi savaşkan, kavgacı ve kışkırtıcı bir dil kullanıyor. Bu yüzden sonuç alınamıyor. Tersine Türkiye’nin itibar yitirip etkisizleştirildiğine dair örnekler çoğalıyor. Fransa’nın uçak gemisiyle Doğu Akdeniz restleşmesine dâhil olması, ABD’nin Yunanistan ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nden yana eğilim göstermesi, son yedi yıldır Orta Doğu’da Suriye ile birlikte “düşman” ihtiyacını karşılayan Mısır’ın Libya’da inisiyatifi ele almakla kalmayıp Karadeniz’de Rusya ile ortak tatbikat yapacak kadar manevra alanı bulması, Türkiye’nin ekonomik-coğrafi ağırlığıyla dikkate alınsa da AB ve NATO kanadında “sorunlu ülke” durumuna düşürülmesi bu örneklerin başında geliyor.
Yazarr: Fehim Tastekin
Kaynak: Al – Monitor