YORUM | PROF. SALİH HOŞOĞLU
Müslüman olarak modern dünyada nasıl yaşanır? İnandığımız değerlerle modern bilim çelişiyor mu? İyi bir sosyal konumda ve çevresiyle uyumlu iyi bir Müslüman olunabilir mi? Bu ve benzeri sorular güncelliğini hala koruyor.
Bence günümüzde Müslümanların en temel problemi yaşadıkları değerler karmaşasıdır. Müslüman kimdir ve kime Müslüman denir? Bu sorunun cevabıyla başlanması gereken arayışın yerini bir kısım teferruat denebilecek uç meseleler almış görünüyor.
Müslümanların ikilemde kaldıkları o kadar konu var ki, birçok insan itikadi değerlerinden şüpheye düşmektedir. İnternetteki platform ve bloglarda yazılan yorumlarda (Türkiye’de sergilenen insanlık dışı uygulamaları kast ederek) “Böyle Müslümanlar yüzünden şu yaşımdan sonra deist oldum” şeklindeki yazılar az değil ve bir gerçekliği yansıtıyorlar.
Dinin esası zannedilen bir kısım siyasi yaklaşımlar nedeniyle gençlerin çoğu dinle arasına mesafe koyuyor. Gene Müslüman toplumların büyük çoğunluğunun güncel olarak yüzyüze oldukları problemlerle ya hiç ilgilenmiyor veya mecburiyet tahtında yüzeysel yaklaşımlar sergiliyorlar. Yüzyüze oldukları olayları, hatta Müslümanların sığındığı Batı ülkelerinde yüzleştikleri bir kısım problemleri sanki bundan bin küsür yıl önceki Bağdat’ta Halife Harun Reşid zamanında yaşanıyor gibi oradaki hükümleri tekrarlayarak çözmeye çalışıyorlar.
Müslümanlar 17. yüzyıldan itibaren Avrupa ülkeleri karşısında savaşlarda ve ekonomik mücadelede yenilmeleri sonrasında yeni arayışlara girdiler. Ancak maceranın ilerleyen döneminde buna bir de fikriyatlarında ve kimliklerinde uğradıkları erozyon eklendi.
İslam dünyasının en başat aktörü olan Osmanlı Devleti bu yenilgileri ağırlıklı olarak askeri alanda gördüğü için önce Avrupa’dan askeri uzmanlar getirmek suretiyle modernleşme çabalarına girişti. Ardından da Avrupa’ya öğrenci göndermeye başladı. İşte esas kıyamet bu öğrencilerin Avrupa’da yaygınlaşan pozitivist ve natüralist akımlardan etkilenmesiyle koptu. Avrupa ülkelerine eğitim için gönderilen bu öğrenciler büyük bir kültür şoku yaşamaktaydılar ve bu şok bir şekilde ülke içine de yansımaktaydı.
Bunun tipik bir örneği, bu öğrencilerin başında bir çeşit mihmandar olarak gönderilen Hoca Tahsin Efendi’nin (1811-1881) yaşadıkları idi. Kendisi Paris’e gönderilen öğrencilerin başına imam olarak gönderildiği halde; Paris’ten ve Avrupalı filozoflardan etkilendiği, materyalist felsefeyi benimsediği, Paris kahvelerinin müdavimi olduğu, Namık Kemal başta olmak üzere Yeni Osmanlılarla dostluk kurduğu, bir ara sarığını çıkarıp hasır şapka taktığı ve bu nedenle bazılarınca “Mösyö Tahsin” ya da “Gavur Tahsin” olarak anıldığı, sarığıyla bilardo oynadığı, amelde ihmalkâr olduğu gibi ithamlara maruz kalmış ve döndükten sonra Başhoca olarak atandığı Darulfünun’dan kovulmuş ve Darülfünun da kapatılmıştı.
Bu ithamların büyük oranda haksız olduğu kanısındayım ama bu durum özellikle kültürel olarak tamamen birbirinden kopuk iki paralel toplumu göstermesi açısından önemlidir. Özellikle Batı tarzı eğitim alan yeni nesillerin o zamandan başlayan, Müslüman kimliği ile modernleşmeyi bağdaştırma konusunda yaşadıkları bu gelgitler farklı dalga boylarında günümüzde de devam ediyor.
Batı’daki üniversitelere eğitime gidenlerin aldıkları kavram ve kabullerin hangisi bilimdir, hangisi felsefik inançtır, bizim dinimizle ya da din zannettiğimiz kültürel öğelerle ne kadar uyuşurlar, hangisini, hangilerini nasıl yorumlayacağız gibi ayrımlar hiç de kolay değildi(r). Bu derin çelişkiler nasıl aşılacaktır?
- ve 20. yüzyıllarda farklı dalga boylarında devam eden bu sarsıntılar sadece Osmanlı coğrafyasını değil bütün İslam alemini etkiledi. En çarpıcı örneklerden biri Tatar Müslümanlarının yaşadıkları tecrübelerdir. Denilebilir ki İslam Dünyasında modernleşme fikirlerini en erken dönemde irdeleyen Tatar aydınlarıdır.
Rus işgali altında yaşanan baskılar, Rusya’daki fikir akımlarının yansımaları ve Batıyla erken denilebilecek bir dönemde kurulan yakın ilişkiler Tatar aydınlarının bu konularla erken dönemde yüzleşmesine yol açtı. Bunların içinde İsmail Gaspıralı (1851-1914) çok önemli ve bu çelişkileri o zamanda aşabilen bir şahsiyettir. Gaspıralı, Kırımlı bir aydındır ve o günkü baskıcı Çarlık rejiminde bir yol bularak yayınlamaya başladığı Tercüman gazetesi ile bütün Rusya Müslümanlarını ve hatta İslam dünyasını etkilemeyi başarmıştır.
Bütün eserleri dikkate değerdir ve özellikle bu konuyu doğrudan işlediği “Molla Abbas’ın Avrupa Maceraları” adlı romanı oldukça manidardır. Gaspıralı İsmail bu romanında medrese eğitimi almış geleneksel dindar bir Müslümanı Taşkent’li Molla Abbas tiplemesi ile sembolize eder. Bu roman tefrika halinde Tercüman gazetesinde yayınlanmaya başladığında o güne kadar gazete çıkarmayı “şeytan işi” olarak gören ve asla gazete okumayan insanlar dahi, bu eserin büyüsüne kapılıp sıkı bir gazete okuyucusu olmuşlar ve her sayıdaki maceraları sabırsızlıkla beklemişlerdir.
Aslında Gaspıralı’nın romanında anlattığı biraz da kendisinin yaşadığı kimlik ve kültür şokudur. Molla Abbas’ın önce İstanbul’a ve oradan da Avrupa’ya seyahatinde tanıştığı bir Fransız mürebbiyesiyle evlenmesi, Viyana’da kaldıkları otelde, otelin katını ve odasını şaşırarak, eşinin kaçırıldığını sandığı için yol açtığı müessif olaylar ve Fransa’da eşinin çevresiyle olan ilişkilerini kabullenememesi nedeniyle ayrılmaları, çok akıcı bir dille anlatır.
Burada esas problem kültür ve kimlik çatışması ve Molla Abbas’ın şahsında Müslümanların modernite ile imtihanıdır. Maalesef Taşkentli Molla Abbas hala bu şoku atlatamadı ve yeni nesiller eski tecrübeleri zamanında içselleştiremedikleri için benzer şokları tekrar tekrar yaşamaya devam ediyorlar.
Oysa İsmail Gaspıralı yaşadığı çağı doğru anlayan ve kendi değerleri içinde anlamlandırıp yeni terkiplere gidebilen nadir fikir adamlarından biriydi. İsmail Gaspıralı’nın yenilikçi fikirleri, kucaklayıcı olmalarına, en çetin şartlar altında bile sürdürülebilir bir mücadele yöntemi tanımlamalarına ve modern çağın kafa karıştıran argümanları karşısındaki tutarlılıklarına rağmen İslam dünyasında hak ettiği ilgiyi göremedi ve geliştirilip yaygınlaştırılamadı.
O hem kendi değerlerini hakkıyla öğrenmiş ve içselleştirmiş, hem de evrensel değerleri özümsemiş bir nesil yetiştirmeyi hedeflemişti. Onun bu zahmet gerektiren fikirlerden daha çok, uçuk siyasi iddialar ya da keşif keramet anlatan menkıbeler, müslümanlar arasında her zaman popüler olmaya devam etti. Hal böyle olunca da Müslümanların, aradan bir asırdan fazla zaman geçmesine rağmen, aynı problemleri ibretamiz şekilde yeniden hecelediklerini görüyoruz.
Tembellik, özeleştiri noksanlığı ve özellikle öğrenme ve fikirlerini geliştirmede yetersizliklerden dolayı bunu yaşıyorlar. Bunun yansıması olarak çözümleri gayet ince ayrıntılarına kadar ortaya konan konularda bile aynı yanlışlara düşmekte ve aynı filmi tekrar tekrar heyecanla seyretmektedirler.
Kimliklerini ve o kimliğin içindeki öğeleri hakikaten içselleştirememiş insanlar, kimliklerine (aidiyetlerine) yapıldığını düşündükleri her saldırı karşısında aşırı ve kontrolsüz tepki verebilir. Kimliğin oluşmasında çok önemli bir öge olan “öteki” kavramını “düşman”a evirerek bu kitleler kontrol edilmektedir. Günümüzde dindar Müslümanlar, dini önderlerin (alimler, şeyhler, hocalar, mollalar vs.) yorumlarını ve yaklaşımlarını ciddiye almaktadır.
Ve cevapsız sorular da burada ortaya çıkmaktadır. Günümüz Müslüman önderleri yaklaşık üç asırdır büyük oranda değişen dünyayı görmek ve algılamak için yeterince çaba sarf ediyor mu? Yoksa bazen bu gerçekleri algılama gayretinde olanların zaafları ihanetle yada dinde lakaytlıkla suçluyorlar mı?
Eylül 2001’de İkiz Kulelere saldırı sonrasında El-Kaide’nin şahsında radikal İslamcı akımlar dünyanın gündemine oturduğu dönemde İslam ülkelerinde yapılan araştırmalar, El-Kaide’ye en yüksek sempatinin Pakistan’da ve en düşük sempatinin de Türkiye’de olduğunu göstermişti.
O yıllarda bir kongrede karşılaştığım Pakistanlı bir kadın profesörün yaklaşımı beni çok şaşırtmıştı. Pakistanlı profesör ülkesinde El-Kaide’ye sempati olduğunu asla kabul etmiyor ve Batılıların bu konuda kendilerini haksız yere suçladığını söylüyordu. Daha sonraki zamanlarda tanıştığım Suriyeli, Suudi Arabistanlı ve diğer İslam ülkelerinden birçok kişide de aynı tepkiselliği gördüm.
Şimdilerde Türkiye’de de aynı tavır hakim oldu. Acaba Türkiye’de kamuoyunun yaklaşımını ne değiştirdi? Ne oldu da bu kadar alıngan olduk?
Müslümanların önemli bir kısmı değerler hiyerarşisini bilmedikleri veya değerlerin önem sırasına riayet etmedikleri için fer’i ve cüzi meseleleri gündemlerinin ilk maddesi haline getirmiş görünüyor. Hangi değerlerin din, hangilerinin gelenek olduğunu dikkate almamakta ve dini kimliklerini oluştururken esas olan değerleri irdelememektedirler.
Dini akımlar çok defa dinin esaslarını değil kendi cemaat kimliklerini vurgulayan farklılıkları öne çıkarma gayretindedirler. Örnek olarak, şimdilerde devlet tapıcısı olan bir kısım radikal İslamcıların on yıllar boyu Cuma namazı kılmamalarını gösterebiliriz. Cuma namazı kılmama her halde dinin esası değildi ama onların esas derdi kendi farklılıklarını vurgulamak olduğu için birinci gündem maddeleri idi.
Daha başka dini grupların başka detayları gündemde tutup kendi kimliklerine dayanak yapması bunun tipik örnekleridir.
Müslüman kimliğinin tek ve iyi detaylandırılmış bir tanımı yok. Başka Müslümanları tekfir edip öldürmeyi ibadet zanneden ultra radikal gruplardan karıncayı incitmeyenine kadar farklı anlayışta ama adları aynı olan bir topluluğuz.
Bir tarafta Batılıların ılımlı kabul ettiği “seküler Müslümanlar”, diğer tarafta dini siyasi kariyerleri için basamak yapanlar bu çerçevenin içindedir. Müslüman kimliğinin esaslarını oluşturan temel değerlerin ciddiyetle konuşulup içselleştirilmesinin problemleri hafifleteceği kanısındayım.